Çapaklı gözlerini açtığında kuru ve hırıltılı bir şekilde uzun uzun öksürdü. Evindeki tozdan ve rutubet kokusundan sabahları burnu tıkalı bir halde, öksürük nöbetleriyle uyanırdı. Başucunda duran ışığı açarak bardak üzerinde sararmaya yüz tutmuş oyayı bir kenara itti. Akşamdan bıraktığı suyu kana kana içti. Öksürüğü dinince bakışlarını pencereye çevirdi. Perdenin bıraktığı o küçük aralıktan dışarının zifiri karanlığını görebiliyordu. Gün henüz ağarmamıştı, gökyüzü hâlâ siyahtı. Yılların alışkanlığı, ne yaparsın ki, işi gücü olmadığı halde sabah erkenden uyanırdı. Günü de bitmek bilmezdi. Gün boyu oflar poflar, yine de erkenden uyanırdı. Hele bu aralar duvarlar iyice üstüne üstüne geliyor, uzun uzun iç çekmeleri hiç bitmiyordu.
Eskimiş yatağın gıcırdayan yaylarının şarkısı eşliğinde doğruldu. Tek gıcırdayan yaylar değildi. Kemikleri de bu çalgı topluluğuna eşlik ediyordu. Başucundaki ışığı kapatıp temkinli adımlarla tuvalet[!] aynasının karşısına geçti. Yer yer paslanmış aynada o alışık olduğu yüze bıkkınlıkla baktı, gözleri farklı bir yüz arar gibiydi. Elini musluğun üstüne koydu ancak gevşek parmaklarıyla musluğu iyice kavrayamıyor, çevirecek gücü kendinde zor buluyordu. Elini yüzünü yıkarken çiçekli geceliğinin kollarından içeri süzülen soğuk suyun etkisiyle titredi, sıcak suyu bekleyecek kadar da sabırlı değildi. Soğuktan kızarmış ellerini ovuşturarak dişleri arasından “Aman be, her gün aynı şey.” diyerek söylendi.
Üzerini değiştirdikten sonra oturma odasına doğru uyuşuk adımlarla ilerledi. Güneş yeryüzünü aydınlatmaya başlamıştı bile. El yıkamak, kıyafet değiştirmek gibi gündelik işler onun çok vaktini alırdı. Tembel hayvanın hareket edişi gibi onun hayatındaki her şey yavaş ve sakin ilerlerdi. Sıkıcı, yavaş ve sakin. Kendini koltuğa attığı anda bir oh çekti. “Yorulmuşum be.” Tekli koltuğun yumuşak minderi içine gömülüp başını sağa çevirdi, önünde uzanan sokak ışıklarıyla aydınlatılmış mahallesine doğru baktı; sonra başını sola çevirdi, evin sessizliğini dinledi. Evin sessizliği, onu kara delik gibi içine çekiyordu. Kara deliğin çekim alanından kurtulmak ister gibi ani bir hareketle başını önüne eğdi. Gözü karşısındaki tekli koltuğa takıldı. Kendisini anılar içinde seyahat ederken buldu. Gün içinde sık sık farklı âlemlere gider gelirdi. Oralardan dönmek istemezdi ama her seferinde ya mahalleden gelen bir gürültü ya da üst komşusundan gelen ayak sesleri ile fani hayatına geri dönmek zorunda kalırdı. “Ah Kemal’im!” diye mırıldandı kuru dudakları arasından. Geçen sene kaybetmişti ruh eşini, hayat arkadaşını, ailesini… “Ah Kemal ah, bir anam güldürdü yüzümü, bir de sen; bir anam çok yaktı canımı, bir de sen.” Titreyen dudaklarıyla karşısındaki boş koltuğa doğru konuştu. Bir cevap bekler gibi kulağını kabarttı. Cevap alamayacağını kabullendiği anda geçmişe duyduğu özlemle derin bir iç çekti. Bakışlarını istemeye istemeye karşısındaki o tekli koltuktan kaçırdı.
Oturmaya biraz daha devam etseydi ilaç saatini kaçıracaktı. Günde üç defa düzenli kullanması gereken bir dünya ilacı vardı. Kapıcının kızı her ayın son günü ziyaretine gelirdi. İlaçlarını sabah, öğle ve akşam öğünlerine göre ayırır, peçetelere[!] sarardı. Peçetelerle dolu turşu kaplarına doğru baktı. En solda duran kaptan, katlı bir peçeteyi aldı. “Kan basıncı[tansiyon], şeker, kalp. Her gün dokuz ilaç içiyorum ben.” diye kendi kendine küçük bir hesap yaptı. Bir dilim kepekli ekmeği, üç adet siyah zeytini ve tuzsuz, yağsız peyniriyle zoraki kahvaltı etti. Artık yediği hiçbir şeyden tat alamaz hale gelmişti. İlaçlarını içebilmek için takma dişlerinin gıcırtısı eşliğinde mecburen bir şeyler atıştırırdı.
Öğlene kadar tekli koltuğunda oturur, sokağı izlerdi. Yaklaşık bir ay öncesine kadar vaktinin çoğunu televizyon[!] karşısında geçirirdi. Televizyonda yayınlanan şeyleri değil de evin içinde gürültü olmasını severdi. Ancak bir gün televizyon aniden kapandı, bir daha da açamadı. Birinden yardım istemek, tamir ettirmek ya da yenisini almak hiç içinden gelmedi. O günden sonra ev iyice sessizliğe gömüldü. Camın önündeki tekli koltuğundan hiç kalkmaz oldu. Tekli koltuğun minderi iyice içine çökmüş, kumaşı yıpranmıştı. Arada kendi kendine “Burada yaş alıp, burada öleceğim.” diye söylenirdi. Beklediği sesi duyduğunda olabildiğince hızlı adımlarla kapıya doğru yöneldi. Günün en sevdiği saati gelmişti. Kapıdan gelen zil sesiyle hiç olmadığı kadar hızlı hareket eder, asık suratı biraz olsun gülerdi. Kapıcı Harun, elinde hasır sepeti ve güler yüzüyle, “Annem nasılsın, iyi misin? Bir isteğin var mı?” diyerek her öğle vakti uğrardı. Yine bugün de sohbet arkadaşı gelmişti. Sanki bu kapıcının işi değilmiş, ona arkadaşlık ediyor, onu düşünüyormuş gibi her öğlen, hâlinin hatırının sorulması onu çok sevindirirdi. “Ekmeğim bitti oğlum, artık alırsın bana bir ekmek.” “Tamam annem.” “Ehh, var mı bana vereceğin yeni bir havadis?” “Yok anne ya, kimse evinden çıkmıyor bu günlerde. Halimiz malum. Mahallenin tadı tuzu kalmadı.” “Hım, anladım. Doğru söylersin. Hadi, işinden alıkoymayayım seni. Tez git. Gelince hesaplaşırız.” “Tamam anne.” Kapıcı Harun giderken arkasından bir süre baktı. Bina boşluğunda yankılanan ayak seslerini dinledi. “Demek sadece benim değil, kimsenin tadı tuzu kalmadı artık.”
Evin kapısını kapatınca tekli koltuğu ile baş başa kaldı, yüzü düştü, cam kenarında yerini aldı. Sokak iyice kalabalıklaşmış, sabahki halinden eser kalmamıştı. “Nereye gidiyor acaba? Suratı hiç yabancı gelmedi. Aysel’in kızı mı şu? Harun yeni siparişler aldı galiba.” Sokaktan gelip geçenleri izlerken kendi kendine konuşurdu. İnsanların hayatları hakkında tahminlerde bulunurdu. Bu onu gün içinde oyalayan küçük bir oyun gibiydi. İnsanların nereye gittiğini, nereden geldiğini hep merak ederdi. Halbuki gençken öyle miydi? Kimsenin ne yaptığı ile ilgilenmez, ilgilenecek vakit bulamazdı, bir an olsun yerinde durmazdı. Şimdi ise sıkıntıdan başkalarının hayatları hakkında konuşur hale gelmişti. Hele sokaktan geçen tanıdık ise oyunu daha eğlenceli hale gelirdi. Keyfinin yerinde olduğu günlerde kafasını pencereden dışarı çıkarır, tanıdıklara selam verirdi. Ama o kadar neşeli olduğu nadir görülürdü. Gençken gülmek için sebeplere ihtiyacı yoktu. Bu günlerde ise neşelenmek için bir neden arıyor ama aradığını bulamıyordu.
Pencereden içeri güneş vurunca havada uçuşan toz zerreleri iyice görünür hale gelmişti. Evin tozunu fark edince pencereden gözlerini ayırdı; tiksinen bakışlarıyla içeriyi süzdü. Yer yer kabarmış ve soyulmuş tavan boyası onu çok rahatsız ederdi. Hele yatak odasında bir duvar vardı ki kışın rutubetten küflenip dururdu. Sırf o duvar yüzünden yaz gitsin, kış gelsin hiç istemezdi. Kendinde güç buldukça küfü, sabunlu bir bezle silerdi ancak aradan biraz zaman geçince duvar yine eski haline geri dönerdi. “Ah, ah eskiden evim pırıl pırıl olurdu. Çiçek gibi kokardı evimin içi. Nevresim takımlarım, porselenlerim,[!] tabaklarım… hepsi çeşit çeşit, tertemiz olurdu.” Gün boyu oturduğu tekli koltuğunda biraz insanlardan, biraz evinden bahsederek geçmişin kulaklarını çınlatır dururdu.
Kapı zili çalınca yerinden doğruldu. Kapıya doğru “Geldim Harun, geldim.” diye seslendi. Kapıcı Harun gelmişti gelmesine ama yalnız değildi. Kapıyı açtığında Harun’un sepetinde taşıdığı üç ekmek dikkatini çekti. Gözlerini ekmeklerden ayırıp Harun’a doğru baktı ama gördüğü bir tek Harun değildi. Kapıcı Harun “Eh, tek ekmek yetmez diye düşündüm anne.” dedi. Arkada bekleyen tanıdık yüzlerin yarattığı şaşkınlıkla gözlerini kocaman açtı, kırışık derisi iyice gerilmişti. Gelenler hep bir ağız “Biz geldik.” diye lafı uzata uzata bağırdılar. Şaşkınlığını bir kenara bırakıp öyle şen bir kahkaha patlattı ki, kahkahası binanın tüm katlarını dolaştı, tüm dairelere uğradı. Uzun zamandır böyle kahkaha atmamıştı. Çenesi paslı bir demir gibi zorlanıyordu. Şen kahkahalarına eşlik eden, gözlerinde birikmiş yaşlar yer çekimine karşı direniyorlardı. Gözleri dolu dolu ama hiç olmadığı kadar parlak bakıyordu. İnsan hem gülüp hem ağlar mıydı? Olabiliyordu demek ki. Arka tarafta sabırsızlıkla bekleyen ufak kız herkesi aşarak onun bacaklarına sarıldı. Yaşlı bedeniyle dengesini kaybetmemek için kapının koluna tutundu. “Oy canım benim, hoş geldiniz hoş geldiniz.” Çocukları gelmişti, canı gelmişti, neşesi gelmişti, umudu gelmişti, hayatı gelmişti…
“Nasıl geldiniz siz buraya onca iş güç arasında?”
“Evden çalışmaya başladık anne, çocuklarda evde, iki haftadır evdeydik, daha da devam edecek gibi duruyor. Dedik gidelim, birlikte olalım bari.”
“Oy, iyi yapmışsınız oğlum, iyi yapmışsınız, çok özlemiştim sizi, özellikle torunlarımı. Hoş geldiniz, neşe getirdiniz. Siz benim elimi öptünüz mü bakalım?”
“Merhaba anneanne, biz de seni özledik.”
Kızı, damadı ve iki torunu ziyaretine gelmişti. Beş yaşında bıcır bıcır, yerinde duramayan bir kız torunu ve on üç yaşında aklı başında, sevgi dolu bir erkek torunu vardı. İçinden şükredip duruyordu. Tek başına içine sığamadığı ev şimdi daha aydınlık, daha genişti. Yine tekli koltuğuna oturdu ama bu sefer yalnız değildi. Torunu, anneannesinin kucağında yerini almıştı. Küçük kızın ağırlığı ile kemikleri sızlıyordu ama bu acı ona öyle tatlı geliyordu ki torunu hiç kalksın istemiyordu. Çocuklarına ışıldayan gözlerle bakıyor, neşesinden elini kolunu bir yere koyup sabit tutamıyordu. “Gel kızım yorma anneanneni, hadi gel mutfağa gidelim, güzel bir sofra hazırlayalım.” “Ah, kızım keşke geleceğinizden haberim olsaydı, hazırlık yapardım sizin için.” diyerek mahcubiyetle çocuklarına baktı. “Merak etme anne, biz düşündük her şeyi, yabancı mıyız sanki, hemencecik çok güzel bir sofra kurarız.” Kızı ve damadı ayaklanırken, erkek torunu yanında oturmaya devam etti. Anneannesine hevesli hevesli okulunu, arkadaşlarını, yeni boyanmış odasını anlatıyordu. Tatlı tatlı sohbet ediyorlardı.Evin içinde yürüyen, konuşan birilerini görmek, tabak çanak sesleri duymak onu öyle mutlu ediyordu ki mutluluktan gelen gözyaşlarını durdurmakta zorlanıyordu.
Kızı ve oğlu çok güzel bir sofra hazırlamıştı. Tekli koltuktan masaya geçmek için kalkınca torunu hemen anneannesine destek oldu. Sevgiyle torununun sırtını sıvazladı. “Her şey çok güzel gözüküyor canlarım, elinize sağlık.” Başköşeye onu oturtmuşlardı. Herkes masada yerini almışken o karşısındaki boş sandalyeye tebessümle baktı. Onun için orası boş değildi. Kemal’i oturuyordu orada. Kemal’in gözlerinin içine bakarak “Afiyet olsun.” dedi. Çatal bıçak sesleri, gülüşmeler, sohbetler birbirine karışmıştı. Kendi kendine “Önceden yaşamıyormuşum.” diye düşündü. Bu sofrada, iştahı hiç olmadığı kadar yerinde, yemekler de hiç olmadığı kadar lezzetliydi.
Yemekler yenmiş, çaylar içilmiş, sohbetler edilmiş, artık herkesin uykusu gelmişti. Herkesin yatağını döşeğini hazırladılar. Uzun zamandır kullanılmayan çiçekli, oyalı nevresimler ortaya çıkmıştı. Örtülerini öyle serili görünce içi kıpır kıpır olmuştu. Torunları naftalin[!] kokusundan biraz rahatsız olmuştu. “Çocukları memnun edemedim.” diye düşünerek içi biraz burkulmuştu ama kızının “Çocuk işte bunlar, şımarıp duruyorlar.” sözü ile gülmeye devam etti. Kızı çocuklarını yatırdıktan sonra yatağına kadar ona da eşlik etti. Annesinin üstünü örtüp, ellerini öptü. Kızının sevgili ve şefkatli bakışlarını görünce “Eskiden ben seni yatırırdım. Şimdi sen beni yatırıyorsun. Yer değiştirdik.” dedi. Kızı, “Keşke daha fazlasını yapabilsem annem. Allah rahatlık versin.” diyerek uyumaya gitti. Uzun zamandır böyle dinç hissederek, huzurla yatağa girmemişti. İçi içine sığmıyor, evde yalnız olmadığını, çocuklarının aynı çatı altında uyuduğunu bildiğinden kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. O hareket ettikçe eskimiş yatağın yayları gıcırdıyor, yaşlı kemikleri de bu çalgı topluluğuna eşlik ediyordu. Ama daha önce hiç bu kadar güzel bir şarkı dinlememişti. “Dinlediğim en güzel şarkı bu.” diye mırıldanırken uykuya daldı.
(Derginin Altıncı Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)