30 Ekim 1918, Mondros Mütarekesi.
Boğazlar İtilaf Devletleri’ne açılacak. Karadeniz’e giriş serbest olacak ve İtilaf Devletleri donanmalarını konuşlandırabilecek. Türk Devleti’nin orduları terhis edilecek; ordunun taşıt, araç, gereç, silah ve cephanelerine el konulacak. Osmanlı’da tutuklu bulunan bütün Ermeniler serbest kalacak ancak İtilaf Devletleri’nin esir aldığı Türkler tutuklu kalacak. Tüm rıhtım ve tersaneler denetim altında zapt edilecek. Osmanlı içerisinde güvenlik tehdidi hissedilen her nokta ve Vilayet-i Sitte herhangi bir olayda işgal altına alınacak… Mondros Mütarekesi, Türk’ün devletini işgal etmenin tasarısıdır. Ancak Türkistan’dan doğan o güneş dünyaya nizam getirdi. Nice fırtınayla büyüdü, güçlendi. Onun yurdunu işgale gelenlerin fark etmek arzusu taşımadıkları bir gerçek vardı ki o da Türk’ün esir olmayacağıydı.
Türk halkının evleri yağmalanıyor, karınları süngülerle deşiliyor, kökleri filizlenip serpildiği topraktan sökülmek isteniyordu. Yurdun dört yanından işgal sesleri yükselmesi üzerine Sivas halkı fener alayı tertip edip işgal karşıtı gösterilerde bulundu. “Kahrolsun işgal.” cümlesi kulakları dolduruyor, yüreklerdeki inanç ateşini körüklüyordu. Sivas’ta yayımlanan İrade-i Milliye gazetesi, işgal karşıtı gösteriyi tüm gerçekliğiyle yazdı. Dâhiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, gazetenin haberlerine dayanarak, Sivas’a tebliğde bulundu: “Kahrolsun işgal şeklindeki yazılar hükümetimizin bugünkü siyasetine uymamaktadır.” Tebliğden de anlaşılacağı üzere, İstanbul Hükümeti düşmanların yurdu işgal siyasetini suç saymıyordu. “Kahrolsun işgal.” demek, yurdun işgalini mi hızlandıracaktı? Halk, yabancı postalların çiğnediği kutsallarına karşı sessiz ve sakin kalıp işgalden etkilenmemiş gibi mi yapmalıydı? İşte bu münasebetle 12 Ekim 1919 tarihinde Mustafa Kemal, dönemin Harbiye Nazırı Cemal Paşa’ya telgraf[!] çekti: “Vatanın bir kısmının boşaltıldığını gören milletin, bu şekilde, hatta daha da belirgin bir şekilde, duygularını açığa vurmasını pek uygun ve yerinde gördüğümüzü ve milletin karşı çıkarak yapılanların düzeltilmesini isteyeceğini beklemekteyiz.” Ulu önder Mustafa Kemal’e, 18 Ekim 1919’da İstanbul’dan gelen yanıt ise içler acısıdır: “Milli dava çerçevesi içinde işleri yürütme sorumluluğunu yüklenen İstanbul Hükümeti, tutumunda ve işlerinde siyasi mecburiyetleri kollamak, yabancılara karşı daha konuksever ve yumuşak hareket etmek zorundadır.” Milli dava, süngülerini milletin kalbine saplayan işgalcileri misafir saymak ve konuksever davranmak mıdır? Saltanatla yönetilen ülkelerde millet adına en tehlikeli durum, sultanın ve çevresindekilerin düşmanlar lehine hükümler vermesi ve baskılanmasıdır. Çoğu kez kolaylıkla sağlanan bu durum millet adına ölümden farksızdır. Meclislerle yönetilen memleketlerde de milletvekillerinin yabancılarca satın alınıp milli duygulara düşmanlaşması halk adına ölümcüldür. Milletin meclisine kadar girebilen amansız hastalık [kanser] hücrelerini temizlemek yine milletin görevidir. Geçmişte Osmanlı hükümetini saran hastalıklı dimağlar da tıpkı işgalci devletler ve onların atacağı kemiği bekleyen ayrılıkçı azınlıklar gibi tarihin sesine karşı kulağını tıkıyordu. Türk esir olmaz!
Atatürk’e göre, hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk halkınındı. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir rehberlikte ortaklık kabul etmez. Binlerce yıllık tarihimiz ve geleneğimiz bunu apaçık şekilde ortaya koymuştur. Milli dava, topraklarımızın tek hâkimi halkımız uğruna savunulmalıdır. İlkemiz ve ülkümüz Türk’ü yükseltmektir. El erki [demokrasi] esasına dayanan hükümetlerde, hâkimiyet halka ve çoğunluğa aittir. El erki, Türk milletine geleceğini tayin hakkı vermiştir. Halkın hâkimiyetinin yalnızca cumhuriyetle sağlanabileceğini düşünen Atatürk, 28 Ekim 1923 akşamı Çankaya’da bir yemek düzenler. Nutuk’ta anlattığına göre yemek esnasında ayağa kalkarak, “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demiştir. Atatürk, o gecenin ardından cumhuriyet fikrini fırka genel kuruluna sunar. Daha sonra Abdurrahman Şeref Bey kürsüye çıkar ve “Hükümet şekillerinin teker teker sayılmasına gerek yoktur. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” dedikten sonra, “Kime sorarsanız sorunuz, bu cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin!” diyerek konuşmasını sonlandırır. Cumhuriyet Türk milletinin yeniden dirilişinin adı olmuştur.
Atatürk, cumhuriyetin ilanını 29 Ekim’e denk gelecek şekilde tasarlamıştı. Takvim yapraklarının 29 Ekim’i gösterişi, onun siyasi zekâsının ürünüdür. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’ne misilleme yapan Atatürk, Türk milletini tarihten silmek isteyen iç ve dış odaklara tarihin en eşsiz tokadını atmıştır. Mütarekenin ardından hükümet teslimiyeti kabul etmiş, saray itilaf devletlerinin himayesine girmişti. Ulu Atatürk ve arkadaşları teslimiyeti kabul etmemiş, Türk’ün esir olmayacağını bir kez daha dünyaya göstermiştir. Onların, bu uğurda çektikleri acı ve sıkıntıların mükâfatı cumhuriyetimizdir. Türk gençliği, cumhuriyeti yükseltmek adına çalışacak ve gerekirse müdafaa etmek uğruna da ölecektir. İhtiyaç duyduğumuz gençlik, riyakârlıktan uzak, Türk kimliğinin anlamını kavramış şuurlu bir gençliktir.
“Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenen bir milletin öcüdür.”
(Mustafa Kemal ATATÜRK)