Bir kış günü sıcacık peçka ateşinin karşısında yazmak vardı bu satırları. Bilmeyenler için Trakya’da
topraktan(kerpiç) yapılan sobalara derler ‘peçka’. Verdiği sıcaklık ayrı üzerinde pişen yemeğin tadı apayrı. Oturtunca toprak
çömleği üstüne pişirirsin kuru fasulyeni odun ateşiyle.
Yolları ormanın bir ucundan diğer ucuna uzanır da bulamazsın yolunu. Hele bir de kar yağıp yollar kapandı mı işte
o zaman gör sen curcunayı. Bir de öyle bildiğiniz köylerden de değildir bizim köyümüz. 20 hane var ya da yok. İş böyle
olunca bu köyde okul ne arar. Okula gidecek çocuklar çevre köydekilerle birlikte toplanır da zor zahmet gider okula.
Hayvancılıkta yapılmaz burada,ya bakarsın iki tavuğa ya da gidersin maktaya. Eve acil bir şey mi lazım köy bakkalı da
bulunmaz buralarda. Her Salı günü sabah saat 07:00’den 08:00’e kadar temel ürünlerden oluşan 2-3 tezgahla kurulur köy
pazarı. Bu yüzden zordur köyde yaşam ama idaresini de bilir köyde yaşayan her insan.
Bir köy kahvesi vardır köyün tam meydanında. Ne düğünlere şahitlik etmiştir bu meydan. Düğün demişken öyle
sıradan değildir düğün dernek işleri. Davetiye ile cemiyete çağırılmaz köyün sakinleri. Yaparsın gelin telini pişirirsin şekerli
ekmeğini kapı kapı gezersin de çağırısın tüm misafirini. Kahvenin hemen yanında bir de köy çeşmesi vardır. Köy halkı için
orası bir pınardır. Bu çeşme köylü için öyle önemlidir ki zaten köy adını da buradan alır.
Zamanın birinde zengin mi zengin bir bey yaşarmış. Bu bey her gün pınara gelir yemeğini bu pınarda tek başına
yermiş. Öyle ya gel zaman git zaman bu pınarın adı ‘Beyin Pınarı’ olarak anılmaya başlanmış. Köy halkı tabi bu öyle uzun
uzadıya olmaz deyip köyün adını ‘Beypınar’ olarak benimsemiş. O vakitten sonra da bu köyün adı ‘Beypınar’ olarak kabul
edilmiş.
Yıllar geçse de bu pınar köy halkının su ihtiyacını karşılayan en önemli kaynak olmuş. Su kavgasıyla uğraşan halk
için bu pınar veli nimet sayılmış. Buz gibi akan su kimine şifa kimine geçim kaynağı sağlamış. Kimi aşıkların da en uğrak
buluşma noktası olmuş.
Köy meydanının biraz ilerisinde eski, küçük bir cami vardır. Ezan vakti geldi mi kalmaz köy kahvesinde
kimsecikler. Camiye gitmeyen yok denecek kadar azdır. Ya hasta ya da yatalaktır. E tabi köy yaşlı kesimden oluşunca 1-2 saf
anca olur da kılarlar namazlarını. Namaz bitti mi haydi herkes evine, yemek yemeğe. Kimi evde sabah kırağısıyla toplanan
mantar kimisinde ise çömlekte pişen kuru fasulye yenir.
Sabah 06:00’da kalkıp erkenden yapınca kahvaltını öğle vakti gelince hemen acıkır karınlar. Orman havası da
acıktırır adamı. Öğleden sonra şekerleme yaparsın, bir kahveye uğrarsın akşam vakti geldi mi yine oturursun sofra başına. Ee
yatma vakti gelir tabi. Öyle sabah erkenden güne başlayınca duramazsın çok divanda. Kıvrılıverirsin peçkanın ışığı
karşısında. Çıtır çıtır yanan kuru odunların sesinin yanında dalarsın hemencecik uykuya.
Peçka yaz kış demeden gürül gürül yanar bu köyde. Ağustos sıcağı demez aratır sıcacık odaları, yaktırır toprak
peçkayı. Gündüz iyi de akşam oldu mu toplar tüm aileyi bir araya. Patatesler atılınca peçkaya yanına çay koydun mu bayram
havası yaşatır insana. Uyumak istemeyen çocuklar, tuvalet sırası bekleyen kadınlar…Öyle içerde de değildir helalar.
Diyeceksiniz ki Milattan Önceki dönemde mi yaşıyorsunuz siz bu köyde. Tabi tuvaletin dışarda olmasının yanında bir de her
istediğinizi arayıp soramazsınız. Telefon çekmez bu köyde. Ne sandınız ormanda bir köy dedik ya!
Köy meydanından yukarı doğru uzanan bayırdan ulaşırsın tüm yakınlarına. Günün telaşından aklına bile gelmez
arayan da soran da. Ya telefonla konuşmaya ya da arnavutbiberi toplamaya çıkarsın akşamüstü bu bayıra. Amma da değişik
kelimeler dediğinizi duyar gibiyim. Öyle demeyin köylü Bulgaristan’dan göçüp buraya yerleşince türemiş kelimelerin en
garipleri.Yaz geldi mi her yer yeşillenince kokmaya başlar arnavutbiberleri. Toplarsın demet demet, peçkanın üstüne asarsın
da kurusun diye beklersin. Bir çeşit baharat olarak kullanılır çoğu yemekte. Belki siz kekik dersiniz bizim bu arnavutbiberine.
Kim bilir.
Kızaran köy biberleri de kurutulur peçkanın diğer tarafında. Mısırlar, nohutlar da olunca taş değirmenler dönmeye
başlar bir çatı altında. Elle çevirirsin taş değirmeni. Tüm gün öğütürsün nohutunu, mısırını, biberini güzelce. Köy ekmeği
pişti mi bir evde sürersin tereyağını dilimine, serpersin mısırlı biberi üzerine.
Ahh bir anlatabilsem kokusunu sizlere…
Yazar: Mine Akyol
Geçmişten günümüze insan ilişkilerinin yaşandığı ortamlarda insanları bir düşünceye, duruma ya da olaya ikna etmeye yönelik birçok yöntem geliştirilmiştir. Birey diğer kişilerle iletişim neticesinde etkileşim yaşamaktadır. İkna edilmenin ve ikna etmenin toplumsal, ruhsal, kültürel ve iktisadi açıdan birçok işlevi bulunmaktadır. İnsanların manevi dünyalarına yönelerek yardım amaçlı küçük hediyelere yüklü miktarda ücretler vermelerinin, ilaç şirketlerinin kendi ilaçlarının tercih edilmesi için hekimlere sundukları imkânların, idman [spor] merkezlerinin talebi arttırmak için müşterilerine ücretsiz etkinlikler sunmasının tüketici üzerinde ruhsal etkiye sahip bir işlevi vardır. Bu hizmetler karşısında ikna süreci yani karşılık verme ile kanma süreci başlar.
Bireyin davranışları toplumsal ortamlarda şekillenirken aynı zamanda toplumsal ortamları da şekillendirir. Toplum tarafından tanınmış, toplumun güvenini kazanmış bir kişinin bir reklamda[!] ürün tanıtımı için yer alması da izleyicinin ürüne karşı talebini arttırmak için uygulanan bir yöntemdir. Tanıtılan ürünün yararlı ya da zararlı etkilerinin göz ardı edilebilmesinin arka tarafında reklam yüzüne karşı hissedilen güven ve reklam yüzünün toplumsal saygınlığı bulunmaktadır. Müşterileri ikna etmenin bir diğer yöntemi ise belli bir ürünün sınırlı sayıda ve kişiye özel satışa sunulduğuna yönelik algı yaratmaktır. Bu yöntemin temelinde “ürünün tükenme güdümü” diye tanımlayabileceğimiz bir kandırma şekli yer almaktadır. Basının kullandığı bu yöntem ile tüketicinin, kendisini “farklı” hissetmesine çalışılmakta ve böylece herkesin sahip olamayacağını düşündüğü bir ürüne sahip olmanın getirdiği mutluluğu yaşaması amaçlanmaktadır.
Hayatın doğasında var olan gece-gündüz, iyi-kötü gibi zıtlıklardan hareketle tüketim alanı da zıttı ile yaşayabilmektedir. Önce kötüyü bir sorun gibi göstermek ve ardından çözüm yolunu sunmak her an yaşamımızı çepeçevre saran reklamların kurtarıcı olduklarına inandırma işlevi de vardır. Bunun yanında “kanıtlarla inandırma” sanatı da konuşarak ikna etme yöntemlerinde sıkça kullanılmaktadır ve inanmanın, inanmaya yönelik niteliklerin varlığı güven duygusunu da beraberinde getirir.
İnsanların toplumsal simgelerinde fiziksel ve içtimai ihtiyaçları olduğu bilinmektedir. Hayatta kalmak için karşıladığı temel ihtiyaçlarının yanında özellikle insani ilişkilerin sürdürülmesinde birtakım görevlerin öğrenilmesi ve geleceğe aktarılması söz konusudur. “Tüketim, sahip olma isteği, hediye alıp verme, gündelik alışkanlıklar, kültür, inanç, değerler” ve benzeri gibi konular bağlamında “hedef kitle davranışlarını daha iyi anlayabilme açısından” reklam ile insan bilimi arasında derin bir bağ bulunduğu görülmektedir. İletişimin yüz yüze sağlanarak, ikna etme yöntemlerinin uygulanmasının yanında kitle iletişim araçlarından özelikle görsel basın aracılığıyla ikna etme daha kolay gerçekleşmektedir. Toplumsal, ruhsal, kültürel ve iktisadi açıdan birçok işleve sahip ikna durumu hayatın her evresinde yer almaktadır.
Ayartma kavramı bir lanettir. Toplumun tüketim davranışlarını yönlendirecek Özsever [narsist] davranışın asli bir parçası, “ayartma”: tamamen çıkarcı bir yaklaşım izleyen tüketimin sürekliliğini sağlayacak unsurların arasında yer almaktadır. Bu açıdan bakıldığında baştan çıkarma, ayartma gibi ifade edilebilecek kandırma-kandırılma olgusunun nasıl gerçekleştiği, izlenen yöntemler, görsel basın ve reklam gibi unsurların görevleri tüketimin bir ihtiyaca dönüşümü düşüncesinin irdelenmesi gerekmektedir.
“Hem üretip hem de tükettiğimizi ifade etmek için 20. yy. sonları ve 21. yy. başlarında tüketimin egemenliğini ilan ettiği bir döneme girdiğimiz” ifade edilmektedir. Tüketilen ürünlerin üretildiği ve üretilenin de tüketildiği bir sarmal sürecin varlığından söz edilmektedir. Kültürlerin tarihinde ve zihinlerinin bir köşesinde var olan ilkel evreler kılık değiştirerek zamanla dönüşüm yaşamıştır. İnsanlar hayatını idame ettirmek için tarih boyunca farklı çağlarda avcılık, toplayıcılık, yerleşik hayat tarzı ile üretime geçmiştir. Bu süreçlerin her birinde tüketim zaruri olduğu için avlanma, bulma ya da üretme süreçleri yaşanmıştır. Çağcıl ve dindar çevrelere yönelik yeni düzenler, büyük markaların[!] insanların hayat görüşü ve yaşam biçimine yönelik ürettikleri malların düzenlemesi üretilirken çok hızlı bir biçimde tüketmeye yönelik bir yöntemdir.
Bir ürünün ihtiyacı karşılamasından çok o ürünün yenisini almaya yönelik kazandırılan davranışlar tüketmenin daha ilerisine geçerek yok etmek eylemine dönüşmüştür. Dolayısıyla yeniye sahip olma arzusu tüketim ihtirasını tetiklemekte ve sürekli canlı tutmaktadır. Sonuç itibariyle tüketmeye yönelik bir uğraşın varlığından söz edebiliriz ancak ihtiyaç için üretmek ve tüketmek ile tüketilmeye yönlendirilmek arasında büyük farklar olduğu da unutulmamalıdır. Dolayısıyla tüketimin doğal bir hareket olmaktan çıkıp farklı amaçlar ve işlevlere sahip bir kültür haline gelmesinde birçok etken vardır. Bilim alanındaki gelişmeler, uygulayım biliminin inanılmaz bir şekilde gelişmesi ve yayılması, kitle iletişim araçları, yaşam ölçünleri gibi olgular bu etkenler arasında yer almaktadır. Kültürel etkileşimin yalnızca yüz yüze iletişim süreci ile değil aynı zamanda sanal ortam aracılığıyla yeni basın üzerinden de mümkün olduğu bir dönem yaşanmaktadır. Bu durumda kültür farklılıkları olduğu gibi tüketim farklılıkları da olması kaçınılmazdır.
Bunun yanında insanların üst, orta ya da alt gelir seviyelerine sahip olması tüketmenin doğası için engel değildir. Her gelir düzeyine göre harcamanın yapılabileceği yaymacalarla dayatılmaktadır. Yaşanan felaketlerden sonra bile mevcut düzenin asıl istediği dönen çarkın bir parçası olmaya devam etmemizdir. Örneğin ABD’de gerçekleşen ikiz kule saldırısından sonra Başkan George W. Bush’un halka gönderdiği ilk ileti neydi? “Alışverişinize geri dönün.” Bu iletinin hayata dönüş çağrısı gibi anlaşılması isteniyordu. Düşman saldırısından önce Amerikalılar, alışverişin her tür acıyı dindirmenin ve her tür aksaklığı gidermenin bir yolu olduğuna zaten ikna edilmişlerdi.
Tüketim yöntemleri sadece ürünlerin satın alınmasına yönelik değil aynı zamanda insanların sağlıklı birer birey olmasına yönelik izlenceler, reklamlar ile de uygulanmaktadır. Kitleler halinde sorgulamadan gerçekleşen hareketlerin temelinde yenilik olgusu yerine öğretilmiş davranışlar bağlamında dayatılan yenilik algısı yer almaktadır. Dolayısıyla tüketici için tüketim düzeninin dışına çıkmadan doğal toplumsal bir tepkiymiş algısına inandırılarak tüketim bir kültür ve kitle hareketi haline getirilmektedir. Tüketim ile görüntü yaratma, mevki kazanma gibi toplumsal kimliklerin oluşumuna yönelik tüketicilerin ikna siyasetini benimseyerek fiilî koşullandıkları ve bu olgunun bir yaşam tarzına dönüştüğü görülmüştür. Her ihtiyaca daha kolay ve hızlı erişimin bireylerin yeni basın üzerinden kendi bireysel dünyalarını yarattıkları ve kendine özgü tüketim dünyası kurabildiği görülmektedir. Geçmişten günümüze insanların toplumsal, kültürel, ruhsal, iktisadi, birçok ihtiyaca yönelik hamleleri kendinde bulundurabilen basın iletişim araçları sayesinde reklam alanı kullandığı etkili ve işlevsel unsurla tüketiciyi daha kolay etkileyebilmektedir. Sonuçta ayartma bir yöntem gibi kullanıldığı ve neticesinde kan(dırıl)ma olgusunun ortaya çıktığı süreçte, reklamlarda sunulan ürünlerin insan bedeninin en başta gelen ihtiyaçları olduğuna yönelik bir hikâye içerisinde sunulmasının tüketimi dayatılan ürünlerin meşru hale getirme çabası olduğunun göstergesidir.
Yazar: Elif Küçük
Küçük kız çocuğu oyuncağını kenara koydu, ninesine bakmaya başladı.
Ninesi “Ne bakıp durursun, çok mu yaşlanmışım kara kızım, yaşlanınca elbet güzelliği gider suratın, ona mı bakıp durursun?” diye sordu.
Oysaki küçük kız ninesinin kırışan yüzüne bakıp büyünce ben de mi bu kadar bilge olacağım, benim de mi suratıma yaşanmışlıkların hırçın izleri düşecek diye düşünmüştü.
Bir şey diyemedi, neden desin ki, azar mı işitsin? Bu diyarda saçına ak düşmemişin söz hakkı yoktur. Küçük kız sessiz doğmuştu ve bilmiyordu ki sessiz ölecekti. O kimseye kendini anlatmamıştı, kendini tanıtmamıştı. İnsan kendini nasıl tanıtırdı ki, insan bir başkasını kendi kendine tanımalı diye düşünürdü hep. Sustu, bu yüzden hep sustu, ona “Dilsiz” dediler, “Sesi çıkmaz, bir şey bilmez, yaşı küçük.” dediler, “Hayatı öğrenememiş nasıl bilsin.” dediler.
Ama bilmiyorlardı ki küçük kız biliyordu, doğruyu bilmese bile doğru yolu biliyordu. Renkli resimlerin oynadığı kutuda görmüştü, eğer ninesini hekime götürseler öksürmezdi, belki onunla oyun bile oynardı. Neden oynamasın ki renkli resimli kutudaki küçük resimlerdekiler hep torunlarıyla oynuyorlardı, onlara masal anlatıyorlardı. Onun ninesi de öksürmeseydi onunla oynardı, biliyordu küçük kız bunu en çok bunu biliyordu. Ama dinleyeceklerdi onu, götüreceklerdi onu hemşirelerin sus işaretli resimleriyle dolu beyaz duvarlara, turp gibi olacaktı ninesi. Kimse yapmazsa büyüyecekti ve o götürecekti, hem biraz boyu uzasa, biraz da kilo[!] alsa dinlerlerdi onun sözünü.
Bildiği çok şey vardı ancak bunda yanılıyordu, kimse onu dinlemeyecekti, ninesi onunla oyun oynamayacaktı çünkü küçük kızın boyu uzamayacak; kilo almayacak, saçlarına ak düşmeyecekti.
Sıcak bir sonbahardı, üşümeye başlamayı bırak daha sinekleri evlerinden kovamamışlardı bile. Hiç sevmezdi küçük kız sinekleri. Biri bunu duysa “Aman kim sever ki?” derdi fakat küçük kızın sinekleri sevmemesinin nedeni çok başkaydı. Babasından ilk azarını sinek nedeniyle işitmişti küçük kız. Yemek yerken sinek konmuştu yemeğinin üstüne, kovmak istemişti ancak babasının sözleriyle duraksamıştı.
Babası:
“Sinekler bizleri ısırır, yemeğimize konarsa yemeği kirletir; o yemek yenilmez. Sineği gördüğün yerde terlikle öldür, konmasın yemeğimize, ısırmasın bizi.”
Küçük kız şaşırmıştı oysa babası dünyanın en merhametli insanıydı, o keçilerle, koyunlarla her gün ilgilenir, onları beslerdi. O hiçbir canlıya kıyamazdı ki, atın ayağı kırılınca vurmamıştı onu, anası “Vur!” demişti. Babası “Baytara göstermeli, mutlaka tedavisi vardır. Dünya gelişti, devir ilim devri, hanım!” demişti. O gün tüm köy bu sözle dalga geçmişti, “İlim hangi gelenekten, hangi gerçekten üstün gelebilir?” demişlerdi. Öğretmen bey duyunca önce hafif tebessüm etmiş sonra da “İlimin amacı üstünlük değildir. İlim bir şeyleri silmek için değil, geliştirmek; değiştirmek için kullanılır. İyi olan bir şeyi kim neden değiştirsin? insanlar iyi olanın değil kötü olanın üzerine kafa yorarlar. Gelenekler yeterli olsaydı bu köyde kimse hastalanmazdı, kimse erkenden göçmezdi.” demişti.
“Kimse inanmadı, kimse inanmadı ama gerçekler inanan sayısına göre değişmezdi, öyle değil mi?” böyle demişti, öğretmen. “Kimse inanmadı, kimse inanmadı ama gerçekler inanan sayısına göre değişmezdi, öyle değil mi? O yüzden sizin fikirleriniz benim doğrularımı etkilemiyor. Benim doğrularım, başkalarının hata kabul etmez davranışlarından değil bildiklerimden ve bilmediklerimden doğuyor.” demişti köyün muhtarına. Muhtar ise tebessüm etmemişti, kızgın bakmıştı. Korkmuştu küçük kız. Oysa öğretmeni ne söylenirse tebessüm ediyordu. “Öğretmen ne yapıyorsa ne diyorsa ona uyacaksınız.” demişlerdi başlarda. Sonra bu kuralı ilk onlar çiğnememişler miydi, ilk onlar hayır demediler mi doğruya? Şehirden gelmiş olması, büyük büyük binalarda yaşlılardan ders alması bizden farklı yapar mıydı onu, oysa gelenekler de yaşlılardan gelmiyor muydu? O zaman ninem de mi yanlıştı, öğretmenimin hocası yalan söylüyorsa, onlara yanlış anlatıyorlarsa, köyün büyükleri de mi cahildi?
Bir seferinde demişti ki öğretmeni “Büyüklerin sözünü dinleyin, en çok onları dinleyin ama dediklerini yapmayın!” Sıra arkadaşı sormuştu öğretmenine “Ama öğretmenim, büyükler ne derse doğru değil midir? Sizin de büyük öğretmeniniz varmış, öyle demiştiniz bize. Siz onların dediklerini yapmadınız mı, hani onlar demişlerdi size buraya gelmenizi; bize bakmanızı. ‘Gidip çocukları okutun.’ diye.” Öğretmenin küçük bir gülümsemeyle cevapladı. “Evet, onlar böyle dedi ama ben kendi fikrimi gerçekleştirdim. Fikriniz olmadan başkalarını dinlemeniz, yönlendirilmeniz demektir.” ve devam etti “Atlı arabada yolcu mu yolu seçiyor yoksa arabacı mı?” hepimiz arabacı demiştik o gün. “Siz de istediğiniz yere gitmek istiyorsanız, kendi arabanız olsun; istediğiniz yere gidin, başkalarının arabasına binmek kolay diye başkasının arabasına binmeyin, yoksa sizin değil başkalarının istediği bir yere gidersiniz. Yani size söylenileni düşünün, taşının sonra söylenen eğer güzelse, doğruysa söyleneni yerine getirin. Yoksa başkasının fikri, sizi ancak bu dünyada yolcu yapar. Siz kalıcı olun, düşünür olun.”
Bunları ninesine anlatmıştı küçük kız ama ninesi kızmıştı. “Bu öğretmen de fazla olmaya başladı, büyükler ne derse doğrudur kızım. Bak bana anam ne dedi ise onu yaptım, senin annen de ben ne dediysem… Şimdi sen de annenin dediğini yapacaksın.” itiraz etti küçük kız “Ama ben annem değilim, annem de sen nine… Annemin zamanında radyo[!] vardı, şimdi renkli resimli kutu var. Bu yeni, sen bunun nasıl kullanılacağını hâlâ bilmezsin ki annem de bilmezdi, ben söyledim; ben öğrettim ona.” Ninesi kızgınca “Ne ayıp, küçük büyüğe akıl mı verirmiş, biz bilmeyiz öyle gavur işlerini; sen de bilme, iyi değil. Söylemiştim ‘Ne radyo ne de o kutu mudur nedir? O bizi aşar, buraların huzurunu bozar. Kendimizi korumalıyız, bak küçükler başımıza çıkacak şimdi.’ Ah çok şımardın sen de!” dedi. Yine susmuştu küçük kız.
Düşündü. Bilmenin yaşı olur mu, arkadaşının ninesinden küçük babaannesine sormuşlardı neyin nereye ekileceğini. Onun da suratında kırışıklık vardı ama ninesininki kadar fazla değildi. Kimin daha çok bildiğine nasıl karar verecekti, birinin her konuda söylediği doğru olur muydu? Hocası bir keresinde “Herkes bir gün yanlış bir kelam eder, sadece ne zaman olduğunu bilmez. Birini ikna ederse, mutlu olur. Bu mutluluk onu zehirler ve doğruluğunu sorgulamayı bırakır. Daha sorgulamaz, çünkü sorgulamak zordur. Sorgulamadan da doğrular oluyorsa, neden çetrefilli yolu seçsin ki insan?” demişti.
Ninesi de bırakmış mıydı?
“Düşünmeyi bilmeyenler, bir kişiyi bile ikna ediyorsa dediğinin doğru olduğunu sanarlar. İşte en büyük suç da buradadır. Çünkü onun yanlışı başka bir doğrunun doğmasına engel olur, doğruyu karartır.” diye devam etmişti hocası.
Şimdi anlamaya başlamıştı küçük kız, ninesi düşünmemişti; ona ne denildiyse onu yapmıştı. Çünkü düşünmek öğretilmemişti, düşünmek suçtu. Küçükler düşünemezdi çünkü bilmezlerdi. Peki bilmek için büyük olmak değil düşünmek gerekmez miydi?
Bunları düşünürken yoldaki taşı görmeyip takılıp düşmüştü küçük kız. Başı biraz acıyıp geçmişti; fakat saatler sonra tekrar ağrımaya başlamıştı. Ninesine göre şişi inmişti, morarmamıştı. Bu muhakkak ki şımarıklıktı. Babasına demişti ki “Başım acıyor, beni beyaz duvarlı, hemşireli binaya götürür müsün babacım?”
Ninesi “Gerek yok, şımarıklık. Çok şımartmaya gelmez çocuk kısmını.” demişti. Babası da “Şehre götürmenin zor olacağını, onu yoracağını, birazdan geçeceğini söylemişti.” Ama babası hekim, hemşire değildi. Bu sözlerin sahiplerinin hiçbiri bilgili değildi. Ama hayat onlara, sabah olunca, birçok şey öğretti. Birçok acı, birçok gerçek…
Yazar: Ceren Nisa Akkurt
Peki, sınavlar bittikten sonra ne oluyor? Öğrenciler aslında yenilik yapabilecekleri, fikirlerini yaşatabilecekleri yere geldikleri zaman işe yaramaz mezuniyet belgeleri ile henüz hiçbir yetkinliğe sahip değilken pazara giriş yapmak zorunda kalıyorlar. Haliyle yaratıcılık ve gelişim yaşanmıyor. Oysa anlaşılan o ki dünyanın yaratıcı önderlere ihtiyacı var.
Bir hikâye, bir masal ve bir kış günü…
Soğuktan donmuş ellerini annesinin sıcak avuçlarına dokunarak ısıtmak istiyordu. Üşüyordu ve onu ısıtacak tek şeyin bir anne sıcaklığı olduğunu biliyordu. Dışardan gelen rüzgârın uğultusu, içindeki korkuları daha da arttırıyordu. Etrafın karanlığından değil de yaşayacağı karanlık günlerden korkuyordu.
Yeni yıl gelirken herkes gibi o da çok heyecanlanırdı. Acılar, kederler sanki bir mum gibi erir yerini mutluluklara bırakırdı. Düşler kurar ve bu düşlerin peşinden gitmeyi çok severdi. Ayva tatlısı yiyip içeceği ıhlamuru hayâl ederdi. Onun düşlerinde dışarıda her zaman kar yağardı. Odasına vuran sokak lambasının sarı ışığını hep çok severdi. Penceresinin kenarına koyduğu mor menekşeleri seyretmeye bayılırdı. Ağaçların dallarına yuva kuran kuşları izler, onların küçüklüğü ile kendini kıyaslardı. Ceviz ağacının kokusunu içine çeker, ağacın dalına kendisi için bir salıncak kurardı.
Karanlık günler demiştik, hangi karanlık günler? Elbette ki ölümün getireceği karanlık günleri hissediyordu. Geleceği için kurduğu o güzel düşler yavaş yavaş azalmaya başlayacaktı. Kurduğu hayâlleri kimseye anlatamadığı için suya konuşmaya başlamıştı. Bir saadet mümkün mü diye düşünürken sevdiklerine kavuşacağı günün mutluluğunu düşünüyordu. Onun kaygılı, hüzünlü hatta ağlamaklı hâli dünya için pek bir şey ifade etmiyordu. Çünkü onun gibi binlerce insan vardı. Üzülen, kırılan, yaşamak zorunda kalan ve annesinin sıcak ellerinden ısınmak isteyen birçok insan… O, düşlerine varamayıp yolları geri dönmek zorunda kalan insanlardan sadece biriydi. Zamanla içtiği ıhlamur acı gelmeye başlamıştı. Düşlerindeki karlar yerini fırtınalı yağmurlara bırakmıştı. Ayva tatlısı çok şekerli gelince o eski tadını kaybetmişti. Sahi tadını kaybeden tek şey “ayva tatlısı” mı? Erik ağacından ceplerine doldurduğu erikler bile eski tadını vermiyordu artık. Bunun sebebini kendisi de biliyordu. Bir ölümdü tüm mutlulukları azaltan ve bir doğumdu hayatını tekrar canlandıran. İçindeki düşler azalsa da düşünmeye her zaman devam ediyordu. Okumak ve konuşmak ona çok iyi gelirdi. En son okuduğu kitapta aklında kalan en önemli alıntı şu idi: “Bu dünyada iki mühim hadisenin oyuncağıyız. Doğum, ölüm…” Gerçekten de öyleydi, kaybettiği herkes için üzülürken hayatı parmak ucunda yaşadığının farkına vardı. Eskiden olsa gökyüzündeki fırtınayı abartırdı fakat artık içindeki fırtınaları abartmaya başlamıştı. Dünyaya nerden bakmalı diye düşündü. Artık büyümüştü. Sahi büyümek de neydi? İnsan bir sabah uyandığında “Evet, büyüdüm.” diyebilir mi? Elbette diyemez ama büyüdüğünü anlar insan. Nasıl mı? Üşüdüğünde annesinin ellerindeki sıcaklığı bulamadığında, kuşların küçüklüğü ona hüzün verdiğinde, heyecanla toplamaya gittiği erikleri yiyemediğinde insan büyüdüğünü anlar.
Yeni yıl demiştik değil mi? Çikolatalar, [!] renkli çoraplar, annesinin yaptığı havuçlu tarçınlı keki[!] iştahla yiyen o çocuk yeni yılda tüm bu mutluluğu hisseder. Kasetten[!]çalan bir şarkıyı dinleyerek hiç gitmediği diyarlara gider. İnsan çocukken çoğu zaman başka evlerde, başka insanlarla yaşadığını düşler. Başka biri olsaydım acaba nasıl olurdu diye düşünür, sadece hayâli bile insana iyi gelir. Sonra başını kaldırır, avuçlarında bir toprak yığınını görür, içine öfke dolar ve dünyanın bir yolculuk olduğunu anlar. Hayâli evlerin ve insanların uzaklarda bir yerlerde yaşadığının farkına varır. Onların hikâyeleri, masalları ve kışları farklıdır. Onun tek gerçeği sokakta gördüğü yavru bir kedi, içtiği kireçli su ve burnun direğini sızlatan ölüm soğukluğudur. Okuduğu bir şiir gelir gözünün önüne: “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği.”
Turgut Uyar’ın bu dizesini okuduğunda hayatı daha anlamlı hâle gelir. Her şeyi ama her şeyi düzeltmeye çalışırken birdenbire yok olur tüm dünyası. İşte insan bazen düzeltmemeyi, belki de büyümemeyi bilmelidir. Küçükken boya kalemleri ile boyadığı ormanların yeşiline gözleriyle şahitlik eder. Düşlediği her şeyi suyun kenarına bırakır ve gerçeklerle ağı ağır yürümeye başlar.
Yukarıdaki hikâyenin bir baş kahramanı yok çünkü onda çoğumuzdan parçalar var. Kişinin adı yok çünkü adımız bizim için sadece bir yük. Yaptığımız tüm eylemlerden mesul kabul edileceğimiz bir yük. Bence çoğumuz zamanında çok fazla düş kurduk, belki de hâlâ kuruyoruz ama içimizde bir yerlerde hep bir burukluk var. Her birimizin yaşamı birbirinden çok farklı hikâyelere sahip. Kimimiz kendi masallarımızı kendimiz okuduk, kimimiz bir günde büyüdüğümüzü anladık. İşte insan olmak da bu değil mi? Yaşadığımız farklı olaylar bizi birbirimizden ayırsa da bir “olay” yaşamamız bizi birleştiriyor. Bir bakış açısı hikâyemizi kökten değiştirebilir. Bu noktada yukarıdaki hikâyede özellikle vurguladığım bir husus var: “Ölüm…” Uzun zamandır (yaklaşık bir yıldır) okuduğum çoğu romanda[!] en çok dikkatimi çeken kavram ölüm ve insan kavramı oluyor. Uzun uzun düşünüyorum, acaba çocukluğumda da ölümü bu kadar düşündüm mü diye. Fakat fark ettim ki düşünememişim. Çünkü çocukluğum hep hayâl kurmakla geçti. Otobüsle[!] sahil kenarından geçerken evleri seyretmeye bayılırdım. O evlerin içinde yaşayan kadın ve erkeklere isimler verirdim. Onlarla sohbet eder, çikolatalı pastalar[!] yerdim. Evin en küçük kızının en değerli oyuncakları bana hediye edilirdi. Gece olduğu zaman o evden sahile bakacağımı düşünür ve sahilden geçen gemilerin içindeki kaptanların[!] yerine koyardım kendimi. Tabii bunların hepsini o kasvetli otobüste yapardım. Benim için hayâl kurmak dışarıda gerçekleştirilecek bir eylemdi. Çünkü ev demek gerçeklik demekti. Kurduğum bu düşleri zaman zaman hatırladıktan sonra nihayet sorumun cevabını aldım. İnsan bu kadar düşün içinde ölümü nasıl düşünsün ki?
Meşrutiyet Dönemi’nde özellikle Abdülhamid dönemindeki baskının ortadan kalkması sayesinde Latin Abecesi tartışılmaya başlanmış ve böylece yazımızın düzeltilmesi için Arap Abecesinin ıslahı dışında başka bir yol daha bulunduğu dile getirilmiştir. Bu dönemde görüşler keskinleştiği ve tasarıların uygulanabilir halleri belirginleştirildiği için aydınlar arasındaki tartışmalar daha alevli bir hale gelmiştir. Dönemin nispeten özgür düşünce ortamında harf inkılâbının düşünsel temellerinin atıldığını söylemek mümkündür.
Meşrutiyet Dönemi abece tartışmaları Tanzimat Dönemi’ndeki gibi kişilerin fikirleri etrafında değil, fikir akımlarının tasarıları çevresinde şekillenmiştir. Bu nedenle Meşrutiyet Dönemi’nde olgunlaşan fikir akımlarının abece meselesine yaklaşımlarını incelemek faydalı olacaktır.
Meşrutiyet Dönemi’nde halkı yönlendiren dört temel fikir akımı; Osmanlıcılık, Türkçülük, İslamcılık ve Batıcılık fikir hareketleri ilkeleri kapsamında abece meselesine baktığımızda; bu hareketlerin Arap Abecesi hakkında tamamen farklı görüşlere sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Osmanlıcılık fikrini benimseyen aydınlar Arap Abecesini, teşekkül ettirmeyi hedefledikleri Osmanlı milletini meydana getirecek bağdaştırıcı bir araç gibi düşünmüşlerdir. Dolayısıyla bu abecenin kullanılmaya devam edilmesi gerektiğin savunmuşlardır. Osmanlıcılar, abece değişikliğini gerekli görmedikleri için yapılan abece tartışmalarıyla ilgilenmemiş ve bu konuda ileriye fikir sürmemişlerdir. Bu aydınlar Latin Abecesinin kabulü gibi inkılâpçı bir anlayıştan da uzak durmuşlardır.
İslam Birliği fikrini de savunan İslamcıların Birinci Dünya Savaşı sırasında Arapların tutumu nedeniyle hem siyaseten hem de harf konusunda ellerinin zayıfladığı ve bu nedenle bu görüşün daha sonraki dönemde cılızlaştığı unutulmamalıdır. Aslında İslamcıların fikirlerinin ne denli gerçek dışı olduğu bugün daha iyi anlaşılır durumdadır. Arap Abecesini kullanmaya devam eden Araplar arasında hâlâ bir birlik kurulamadığı gibi öteden beri aynı abeceyi kullanan Avrupa halkları arasında da bir siyasi birlik sağlanabilmiş değildir. Anlaşılan odur ki devletler arasında abece birliği teşekkül edilmesi herhangi bir uluslararası siyasi bir birlik sağlayamamaktadır.
1911 yılında Selanik’te Ali Canip, Ömer Seyfettin ve birkaç arkadaşı genç kalemler dergisini çıkarmaya başlamıştır. Türkçülük ilkelerine önemli katkılar sağlayan bu dergi, özellikle dil işini bir milli dava şeklinde ele almıştır. Ülkenin kalem erbabına yönelttiği şu yedi soru ile ise bir bakıma aşağıda izah edilecek Türkçülerin abece ve dil konularındaki görüşlerini ortaya koymuştur. Derginin aydınlara yönelttiği sorular şunlardır;
7- Halk tarafından kullanılan menekşe, heybe, kavga, kalabalık gibi aslına göre doğru olmayan sözlerin bu şeklini tercih etmek daha iyi değil midir?
Türkçülerin diğer eserlerinden de toplanan bilgiler ile bu fikir hareketinin yazı ve dil ile ilgili düşüncesi maddelenebilir. Buna göre;
6- İnsan isimlerinde Arapçalar ve Acemceler yerine Alp, Gökalp, Oğuz, Turgud, Ertuğrul, Gündüz gibi Türk adları tercih edilecektir.
Batıcılara göre ise abecede ıslahatla uğraşmaya gerek yoktur. Tek bir çözüm vardır o da Arap harflerini atarak yerine Latin abecesini kabul etmektir. Bunun dışındaki çözüm arayışları zaman kaybıdır.
Batıcılar Latin abecesi alınması gerektiği fikrini izlenceli bir hâle getirmiş ve bu gerekliliğin nedenlerini maddelemişlerdir.
4- Az çok tahsil edenlerimiz bile bir makaleyi yanlışsız okuyamıyorlar.
Tanzimat Dönemi’nden itibaren eğitim ve abece konusunda doğrudan fikir belirten veya üzerinde çalışmalar yapan bazı encümen veya cemiyetler kurulmuştur. Bu toplulukların isimleri sırasıyla şu şekildedir;
10- Islah-ı huruf encümeni 1912
Bu cemiyetlerden ıslah-ı huruf cemiyeti Recaizade Mahmud’un öncülüğünde kurulmuştur. Abece ve harfler konusunda yarı resmi sayılacak çalışmalar yapmayı amaçlayan cemiyet adından da anlaşıldığı gibi abecenin bir ıslahata tabi tutulması anlayışı ve yaklaşımı içindedir. Cemiyet tarafından konuyla ilgili yayımlanan bildiride, “Arap elifbasının yazılış ve öğrenilişindeki güçlükten söz edilerek bu müşküllerin ilmi surette en önce düşünülecek bir emr-i ehem” olduğuna dikkat çekilmiştir. Diğer bir cemiyet, ıslah-ı huruf encümeni ise 1912 yılında müşir gazi Ahmed Muhtar Paşa tarafından kurulmuştur. Cemiyetin amacı abece sorununa çare bulmak ve bu kapsamda abecede bir ıslahat yapmaktır. Encümen üyeleri yapılacak ıslahatla ilgili; özellikle Türkçe kelimelerin yazımında sesli harflerin kullanılması gerektiği görüşünü savunmuşlardır. Encümenin abece sorununu tartışmak ve bir çözüm bulmak için gerçekleştirdiği en önemli faaliyetlerden biri 3 Şubat 1912 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde düzenlediği toplantıdır. Cemiyet bu faaliyetin sonunda yayımladığı bildiride Arap elifbasının yazılış ve öğrenilişindeki güçlükten söz ederek ıslah-ı huruf cemiyeti gibi; “bu müşküllerin de ilmi surette en önce düşünülecek bir emr-i ehem” olduğuna dikkat çekilmiştir.
Yazar: Gürcan Sağlam
Hayatın gidişatında karamsarlığa kapılmak ve üzgün olmak, mutlu olmaktan daha kolay gelir kimine. Kimi ise ne olursa olsun yüzünden gülüşünü eksik etmez. Peki, bir gülüp on ağladığımız şu hayatta daha uzun ve sürdürülebilir bir mutluluğa kavuşmak sanıldığı kadar zor mu gerçekten?
Değiştiremediğimiz fakat maruz kalmak da istemediğimiz şeyler ile hayatımızı sürdürürüz. Görünüşümüz, ebeveynlerimiz, okuduğumuz okullar, yaşadığımız semt, hastalıklarımız ya da fiziki engellerimiz gibi… Fakat değiştiremediğimiz şeyler yüzünden günlerimizi, haftalarımızı, aylarımızı kısacası ömrümüzü karamsarlıkla geçirirsek ve mutlu olmak için hayalimizdeki şeylere sahip olacağımız o günü bekleyerek yaşarsak, gerçekten yaşıyoruz diyebilir miyiz?
Mutluluk bir hedef ya da bir ödül değildir zira mutluluk hak edilmesi, kazanılması gereken bir şey değil; bir duygudur. Hayatımızı mutlu olmaya çalışarak, mutluluğu arayarak yaşarız. Oysaki hayatta her zaman mutlu olamayız. Mutluluk kalıcı değildir, hayatın akışında hissettiğimiz pek çok duygudan yalnızca biridir. İnsan birçok duyguyu deneyimleme imkânı bulunan bir varlıktır lakin her zaman güzel duygular tecrübe edemez, ki bu da yaşamın kaçınılmaz bir parçasıdır.
Hayatı hayalini kurduğumuz şeylerin gerçekleşeceği günü bekleyerek yaşarsak içinde bulunduğumuz anı kaçırırız. Geriye dönüp baktığımızda da mutluluğu beklemekten mutlu olmaya vakit bulamamış kendimizi görürüz. Eğer sahip olduklarımıza karşı minnet duymaya başlarsak minnet duygusuyla birlikte “mutluluğu bekleme” sorununu da çözebiliriz; çünkü minnet duymak sahip olduklarımızın kıymetini bilmemizi sağlar. Çalışmalar gösteriyor ki “minnettar” insanlar hayatlarında daha mutlu ve memnunlardır, insanlarla daha iyi ilişkiler kurarlar ve daha kolay arkadaş edinirler; ruhsal bunalım, [depresyon] bağımlılık ve tükenmişlikten daha az muzdariplerdir. Minnettar ve dolayısıyla daha mutlu bir insan olabilmek için ise “minnettarlık Günlüğü” tutulması önerilmektedir. Bu günlüğe haftada bir veya üç kere birkaç dakikalığına minnet duyduğumuz şeyleri yazarak sahip olduklarımızın ve bunların öneminin farkına varabiliriz.
Camila Mendes, Oprah Winfrey ve Emma Watson minnettarlığın önemini kavrayan ünlü isimlerden bazılarıdır. Harry Potter filmlerinden “Hermione Granger” adıyla tanıdığımız Emma Watson, minnettarlığın kendi hayatındaki etkisini şöyle anlatıyor: “Güne minnettar olduğum üç şeyi yazarak başlama fikrini ve gün içinde meydana gelen üç muhteşem şeyi düşünerek yatağa gitmeyi seviyorum. Benim, minnettarlığın dönüştürücü etkisine büyük bir inancım var.”
Tabii bütün bunların dışında bazen hayatın pek de hoş olmayan yanlarıyla karşılaşırız. Bazı şeylerin değerini de bu tatsız zamanlarda fark ederiz. Hasta olana dek sağlığımızın kıymetini anlayamamamız gibi… Şunu da bilmeliyiz ki mutluluk ne kadar geçici ise üzüntü, öfke, hayal kırıklıkları yani bu hoş olmayan anlar da o kadar geçicidir. Geçmişe takılı kalarak yaşamak bizi mutlu olmaktan alıkoyan yegâne şeylerden biridir.
İnsan bazen kendine acıyarak kendisine iyilik yaptığını zannedebilir. Hâlbuki bu bakış açısı pek de doğru sayılmaz. Hayatımızı, dışarıdan biri gelip kurtarmayacak, kimsenin böyle bir sorumluluğu da yok zaten. Beyaz atlı kahramanlar yalnızca olağanüstü masallarda olur. Fakat bütün masallar olağanüstü olayları ve kahramanları anlatmaz. Bazı masallar, kendileri için sorumluluk alan kahramanları da anlatır. Bir yan kahraman olmaktansa ana kahraman olmayı seçmeliyiz, kendi hikâyemizin başkahramanı olmayı…
“Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.” der ünlü yazar Oscar Wilde. Belki “Yaşamak” için yapmamız gereken şey mutluluğu beklemek yerine bakış açımızı değiştirmektir. Belki de bakıp da görmeyi başaramadığımız şeyleri fark edersek kendimizden çok uzaklarda sandığımız mutluluğun kapıları açılır önümüze.
Yazar: İrem Nişancı
30 Ekim 1918, Mondros Mütarekesi.
Boğazlar İtilaf Devletleri’ne açılacak. Karadeniz’e giriş serbest olacak ve İtilaf Devletleri donanmalarını konuşlandırabilecek. Türk Devleti’nin orduları terhis edilecek; ordunun taşıt, araç, gereç, silah ve cephanelerine el konulacak. Osmanlı’da tutuklu bulunan bütün Ermeniler serbest kalacak ancak İtilaf Devletleri’nin esir aldığı Türkler tutuklu kalacak. Tüm rıhtım ve tersaneler denetim altında zapt edilecek. Osmanlı içerisinde güvenlik tehdidi hissedilen her nokta ve Vilayet-i Sitte herhangi bir olayda işgal altına alınacak… Mondros Mütarekesi, Türk’ün devletini işgal etmenin tasarısıdır. Ancak Türkistan’dan doğan o güneş dünyaya nizam getirdi. Nice fırtınayla büyüdü, güçlendi. Onun yurdunu işgale gelenlerin fark etmek arzusu taşımadıkları bir gerçek vardı ki o da Türk’ün esir olmayacağıydı.
Türk halkının evleri yağmalanıyor, karınları süngülerle deşiliyor, kökleri filizlenip serpildiği topraktan sökülmek isteniyordu. Yurdun dört yanından işgal sesleri yükselmesi üzerine Sivas halkı fener alayı tertip edip işgal karşıtı gösterilerde bulundu. “Kahrolsun işgal.” cümlesi kulakları dolduruyor, yüreklerdeki inanç ateşini körüklüyordu. Sivas’ta yayımlanan İrade-i Milliye gazetesi, işgal karşıtı gösteriyi tüm gerçekliğiyle yazdı. Dâhiliye Nazırı Damat Şerif Paşa, gazetenin haberlerine dayanarak, Sivas’a tebliğde bulundu: “Kahrolsun işgal şeklindeki yazılar hükümetimizin bugünkü siyasetine uymamaktadır.” Tebliğden de anlaşılacağı üzere, İstanbul Hükümeti düşmanların yurdu işgal siyasetini suç saymıyordu. “Kahrolsun işgal.” demek, yurdun işgalini mi hızlandıracaktı? Halk, yabancı postalların çiğnediği kutsallarına karşı sessiz ve sakin kalıp işgalden etkilenmemiş gibi mi yapmalıydı? İşte bu münasebetle 12 Ekim 1919 tarihinde Mustafa Kemal, dönemin Harbiye Nazırı Cemal Paşa’ya telgraf[!] çekti: “Vatanın bir kısmının boşaltıldığını gören milletin, bu şekilde, hatta daha da belirgin bir şekilde, duygularını açığa vurmasını pek uygun ve yerinde gördüğümüzü ve milletin karşı çıkarak yapılanların düzeltilmesini isteyeceğini beklemekteyiz.” Ulu önder Mustafa Kemal’e, 18 Ekim 1919’da İstanbul’dan gelen yanıt ise içler acısıdır: “Milli dava çerçevesi içinde işleri yürütme sorumluluğunu yüklenen İstanbul Hükümeti, tutumunda ve işlerinde siyasi mecburiyetleri kollamak, yabancılara karşı daha konuksever ve yumuşak hareket etmek zorundadır.” Milli dava, süngülerini milletin kalbine saplayan işgalcileri misafir saymak ve konuksever davranmak mıdır? Saltanatla yönetilen ülkelerde millet adına en tehlikeli durum, sultanın ve çevresindekilerin düşmanlar lehine hükümler vermesi ve baskılanmasıdır. Çoğu kez kolaylıkla sağlanan bu durum millet adına ölümden farksızdır. Meclislerle yönetilen memleketlerde de milletvekillerinin yabancılarca satın alınıp milli duygulara düşmanlaşması halk adına ölümcüldür. Milletin meclisine kadar girebilen amansız hastalık [kanser] hücrelerini temizlemek yine milletin görevidir. Geçmişte Osmanlı hükümetini saran hastalıklı dimağlar da tıpkı işgalci devletler ve onların atacağı kemiği bekleyen ayrılıkçı azınlıklar gibi tarihin sesine karşı kulağını tıkıyordu. Türk esir olmaz!
Atatürk’e göre, hâkimiyet kayıtsız şartsız Türk halkınındı. Egemenlik, hiçbir anlamda, hiçbir şekilde, hiçbir rehberlikte ortaklık kabul etmez. Binlerce yıllık tarihimiz ve geleneğimiz bunu apaçık şekilde ortaya koymuştur. Milli dava, topraklarımızın tek hâkimi halkımız uğruna savunulmalıdır. İlkemiz ve ülkümüz Türk’ü yükseltmektir. El erki [demokrasi] esasına dayanan hükümetlerde, hâkimiyet halka ve çoğunluğa aittir. El erki, Türk milletine geleceğini tayin hakkı vermiştir. Halkın hâkimiyetinin yalnızca cumhuriyetle sağlanabileceğini düşünen Atatürk, 28 Ekim 1923 akşamı Çankaya’da bir yemek düzenler. Nutuk’ta anlattığına göre yemek esnasında ayağa kalkarak, “Yarın cumhuriyeti ilan edeceğiz!” demiştir. Atatürk, o gecenin ardından cumhuriyet fikrini fırka genel kuruluna sunar. Daha sonra Abdurrahman Şeref Bey kürsüye çıkar ve “Hükümet şekillerinin teker teker sayılmasına gerek yoktur. Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir!” dedikten sonra, “Kime sorarsanız sorunuz, bu cumhuriyettir. Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad, bazılarına hoş gelmezmiş, varsın gelmesin!” diyerek konuşmasını sonlandırır. Cumhuriyet Türk milletinin yeniden dirilişinin adı olmuştur.
Atatürk, cumhuriyetin ilanını 29 Ekim’e denk gelecek şekilde tasarlamıştı. Takvim yapraklarının 29 Ekim’i gösterişi, onun siyasi zekâsının ürünüdür. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’ne misilleme yapan Atatürk, Türk milletini tarihten silmek isteyen iç ve dış odaklara tarihin en eşsiz tokadını atmıştır. Mütarekenin ardından hükümet teslimiyeti kabul etmiş, saray itilaf devletlerinin himayesine girmişti. Ulu Atatürk ve arkadaşları teslimiyeti kabul etmemiş, Türk’ün esir olmayacağını bir kez daha dünyaya göstermiştir. Onların, bu uğurda çektikleri acı ve sıkıntıların mükâfatı cumhuriyetimizdir. Türk gençliği, cumhuriyeti yükseltmek adına çalışacak ve gerekirse müdafaa etmek uğruna da ölecektir. İhtiyaç duyduğumuz gençlik, riyakârlıktan uzak, Türk kimliğinin anlamını kavramış şuurlu bir gençliktir.
“Deyiniz ki bu, tarihten silinmek istenen bir milletin öcüdür.”
(Mustafa Kemal ATATÜRK)
Yazar: Kadir Kadakal
Gazetecilik mesleğinin temel ilkelerinden biri tarafsızlıktır. Gazeteciler, haberleri nesnel bir şekilde sunmakla ve herhangi bir çıkar topluluğuna veya siyasi görüşe bağlı kalmamakla yükümlüdür.
Yukarıda topluma en faydalı gazetecilik anlayışına yer verdim. Peki tamamen tarafsızlık mümkün müdür? Sonuçta gazeteci bir insandır ve insanların tarafsızlığını etkileyen; milliyet, kültür, bakış açısı, ön yargı gibi birçok unsur vardır.
Haber yazma, bir olayın veya gelişmenin kısa, öz ve doğru bir şekilde anlatılması sürecidir. Bu öz anlatım nedeniyle muhabirin takdirine ve bakış açısına göre haber içeriğinde kırpma, eleme yapılır. Hatta bazı ilişkiler sebebiyle olay görmezden bile gelinebilir. Dolayısıyla gazetecilikte taraflılık, haber yazım sürecinden önce bile başlayabilir.
Haber yazma süreci dört aşamadan meydana gelir. İlk aşama düşünme aşamasıdır. Bu aşamada muhabir, olayı “haber değeri” süzgecinden geçirir. İkinci aşama bilgi toplama aşamasıdır. Bu aşamada bilginin hangi kaynaklardan elde edileceği muhabirin tercihine bağlıdır. Tarafları bulunan bir olayın haberleştirilmesi esnasında muhabir, kendine yakın bulduğu taraftan daha çok bilgi alarak yanlı bir tutum sergileyebilir. Üçüncü aşama haber metni yazma aşamasıdır. Önceki aşamadaki gibi bu aşamada da karşıt görüşlere az veya hiç yer verilmeyebilir. Taraflı kelimeler, sıfatlar kullanılabilir ve teyitsiz iddialarda bulunulabilir. Son aşama ise denetim ve doğrulama aşamasıdır. Bu aşama haberi bir an önce yayımlama ve daha çarpıcı hâle getirme isteği gibi sebeplerle en çok atlanan aşamadır.
Özetlemek gerekirse, ticari ve siyasi ilişkiler, kültürel ve fikirsel etkenler, haberle ilgili tüm taraflara ve gerekli verilere tam anlamıyla ulaşılamaması, haberi baskıya yetiştirebilme kaygısı veya ilk paylaşma arzusu, haberi ilginçleştirme çabası, diğer gazetecilerle rekabet ve haberleri mümkün olduğunca ucuz ve zahmetsiz bir şekilde toplama (oturduğu yerden haber yapma) isteği tarafsız haberciliğin önündeki başlıca engellerdir.
Yukarıda da bahsettiğim üzere gazetecilikte tam bir tarafsızlık mümkün değildir fakat mecburi gibi görünen taraflılık nedeniyle hazırlanan haberlerde hiçbir niteliği umursamamak tamamen yanlıştır. Bir gazeteci her ne olursa olsun nesnelliğe azami seviyede yaklaşmaya çalışmalıdır. Bu onun kamu görevidir.
Peki bunu nasıl yapmalıdır? Kısa bir cevap ile; bilge olmaya çalışarak diyebiliriz. Madde madde değinmek gerekirse gazetecinin, çağdaş eğitim almak, kültür düzeyini yükseltmek, yakın çevresiyle ilgilenmek, ülke sorunlarını kapsamlı bir şekilde araştırmak ve öğrenmek, uluslararası gelişmelerden haberdar olmak, vicdani ve ahlaki değerlere sahip olmak, olayları saptırmadan onlara duygulardan arınarak bakmak, özel bir amaca hizmet etmemek, yorum yapmaktan kaçınmak, aktaracağı metnin özünü bulmak, sahaya aşina olmak, ön yargılarını fark etmek, kanıtlara dayanmak, elde ettiği her bilgiyi bir kaynağa dayandırmak, sorgulamak ve bilgi gizlememek gibi sorumlulukları vardır. Bu sorumlulukları yüklenmek gazeteciyi taraf olmaktan alıkoyacaktır.
Anlaşılacağı üzere gazetecilerin tarafsız bir tutum sergilemek amacıyla yüklenecekleri sorumluluklar onları âdeta bir “Atlas’a” benzetmektedir. Bununla birlikte yerine getirilen bu görevler sayesinde iyi ile kötü, nitelikli ile niteliksiz gazeteci birbirinden ayrılmakta, kamu hizmeti layıkıyla yerine getirilmektedir.
Sonuçta tamamen tarafsız bir tutum sergilemek %100 mümkün değildir fakat gazetecinin yapması gereken 99’a ulaşmaya çalışmaktır.
Yazar: Sezer Aydın
Dizimizin 2. yazısında 1939 Erzincan Depremi’ni, soğuk kış şartlarından olumsuz etkilenen insanları, depremin yarattığı tahribatı, büyük bir yıkımın ve kayıpların yaşandığı bu dönemdeki gazetelerin başlıklarını, mimarların yazılarını ve makalelerini kaleme almıştık.
1939 Erzincan Depremi Ardından Türküler
Türküler vardı. Bir de gidenlerin, hiç gelmeyeceklerin ardından yazılan türküler. Siz hiç Tahir Bey Türküsü’ nü duydunuz mu? Araştırma yaparken karşılaştığım Tahir Bey türküsü beni çok etkiledi. Erzincan Depremi’nde yaşadığı talihsiz olay ile ilgili, karşılaştığım bazı kaynaklar Tahir Bey’in (Tahir TÜFEKÇİ) ilçede uzun yıllar belediye başkanlığı yaptığından ve son derece hatırı sayılır bir kişi olduğundan bahsetmektedir. Ayrıca yine karşılaştığım kaynaklarda Tahir Bey’in bu depremde karısı ve oğlu Aydın’la hayatını yitirdiği; bu acı olayın ise, türkülere konu olarak belleklerden hiç silinmediğine yer verilmiştir. (1)
Tahir Bey Türküsü içinde geçen kelimeleri ve kelimelerin tekrar sayısını aşağıdaki gibi görselleştirmek mümkündür. (Görsel 1)
Görsel 1: Tahir Bey Türküsü içinde geçen kelimeleri tekrar sayılarına göre görselleştirme. (Metin görselleştirmesi için https://wordsift.org/ ağ sayfasından yararlanılmıştır.)
1939 Erzincan Depremi Ardından Şiirler
Erzincan hâfızalarda onarılmaz, silinmez izler ve acılar bıraktı. Bu acıları tarif etmeye bir de şiirler eşlik etti. Nazım Hikmet böylesi tarifsiz ve anlatılması güç bir felâketi, sanki depremi bizzat yaşamış ve hayatta kalabilmiş gibi kaleme alıp “Kara Haber” isimli kederli şiirini yazdı. Bu şiiri mısralara dökerken “Kesemde verecek şeyim yok, yüreğimden verdim.” cümlesini ekler ve elinden gelen sadece bu olduğundan Erzincan halkı için bu şiiri kaleme alır.
(Görsel 2)
Kesemden verecek şeyim yok; yüreğimden verdim.
Görsel 2: Nazım Hikmet’in Kara Haber Şiiri (2)
Erzincan Depremi’nden Sonra Uygulanan Tasarı ve Mimari Yöntemler
Kaynaklarda Erzincan Depremi’nin 52 saniye sürdüğü belirtilmektedir. (3)
Dizimizin 2. yazısında Erzincan’da yaşanan deprem ardından, mimarların Erzincan’daki depremzedeler için düşündüğü mesken fikirlerinden bahsetmiş lakin bu fikirlerin bazı gerekçeler nedeniyle uygulanmadığına değinmiştik. Peki, Erzincan’da yaşayan deprem mağdurları nasıl toparlanabildi?
Yaptığım araştırmalarda depremzedelerin ilk aşamada çevre illere gönderilmeleri dikkatimi çekti. Erzincan’a yakın Sivas, Erzurum gibi çevre illere gönderilen bir depremzede topluluğunun ardından, 15-20 gün sonra soğuktan etkilenen deprem mağdurları Hatay, Antep, Adana, Kayseri, Malatya, Eskişehir, Konya, Bursa gibi sıcak bölgelerin de içinde bulunduğu illere gönderilmişlerdir.
Erzincan’da kalanların barınma ihtiyacı ise, kentte ayakta kalmayı başaran tek bina özelliğine sahip Erzincan Tren Garı, (4), Kızılay tarafından gönderilen çadırlar ve alelacele yapılmış eğreti yapılar ile karşılanmaya çalışılmıştır.
Görsel 3:1939 Depremi’nden Sonra Erzincan’da Kurulan Çadır Yerleşmeleri (5)
1939 Depremi’nden sonra Erzincan’da ölçülü konutların ilk örnekleri, Kızılay tarafından “pavyon[!] evler” olarak nitelendirilip inşa edilmeye başlanmıştır.
Orhan (2019), “Depremlerin Şehir ve Mesken Mimarisine Olan Etkilerine Coğrafi Bir Bakış: 1939 Erzincan Depremi Örneği” başlıklı yazısında “O dönemde yapılan resmi yazışmalar ile TBMM görüşme tutanaklarına göre, Kızılay tarafından 90 adet pavyon evin yapıldığı anlaşılmaktadır. (TBMM, 1948, 849). Ancak bunlar, ön ve arka cephelerinde altışar odası bulunan 12 odalı yapılar şeklinde tasarlanmıştır. Bir başka ifadeyle her bir pavyon ev, müstakil yapı şeklinde olmayıp, bitişik nizamda ve tek çatı altında inşa edilmiştir.” (Orhan 2019, sf. 348) ifadelerini kullanmıştır.
Görsel 4:
Bitişik nizamda yapılan on iki odalı pavyon ev tasarımı (Orhan, 2019)
Bu süreçten sonra yerleşik ve düzenli kurma ev tasarımları ile yola çıkan hükümet depremden yaklaşık 9 yıl sonra (kaynaklara göre 22.07.1948 tarihinde) Avusturya’dan kurma ev alınmasına karar vermiştir.
Yavuz (2017), “1939 Depremi (Erzincan ve Bölgeye Etkisi)” isimli kitabında Avusturya’dan gelen kurma evler ile ilgili “1949’un Nisan ayında ilk kurma evler Erzincan’a getirilmiş ve kurulmaya başlanmıştır. 5 Mayıs 1949 tarihinde ise resmi temel atma töreni düzenlenmiştir. Evlerin inşa edilme süreci yaklaşık 5-6 ay sürmüş ve hak sahiplerine 1949’un Ekim ayında teslim edilmiştir.” (Yavuz, 2017, s. 116-117), ifadelerini kullanmıştır.
Okuduğum makalelerden elde edindiğim bilgilere göre yaşanan depremlerin Erzincan için tek olumlu yanı, ölçülü bir şehir yapısının ortaya çıkmasıdır.
Mimarlık gündeminde Erzincan Depremi’nin nasıl yer aldığına ve bu sarsıcı depremin akabinde mimarların hangi önemli noktalara değindiğine dair araştırmaya devam ettiğim sırada Arkitekt dergisinde “Zelzele Karşısında Yapı” (Ünsal (1939)) başlıklı bir yazı ile karşılaştım.
Dönemin mimarlarından Behçet Ünsal Erzincan Depremi ardından, Ankara Radyosu’nda deprem tahribatını önleyecek veya hafifletecek inşaat şekilleri nasıl olmalı, deprem her yapıya zarar verir mi (tahrip veya yıkım), hangi malzeme depreme karşı daha dayanıklıdır, betonarme[!] kullanmaya devam etmeli veya yeni bir inşa şekli mi aramalıyız gibi birçok soru ve kararsızlıklara cevap vermeye çalışmıştır. Arkitekt dergisi ise Ünsal’ın bu konuşmasını “Zelzele Karşısında Yapı” adı altında bizlere aktarmıştır.
Öncelikle binalarda kullanılan malzemelerin önemli olduğunu ifade eden Ünsal; bununla birlikte depremlerde hasarın esasen bilgisizlikten, yöntemsizlikten ve işçilik, tatbik, denetim hatalarından kaynaklandığını belirtmiştir. Ünsal ayrıca konuyu daha belirgin açıklayabilmek adına bu etmenleri 4 madde altında inceleniştir:
• İnşaat tarzı; kusur ve noksanlar ve iptidai usul ve malzeme ile duvar, çatı ve dam inşası
• Temelin oturacağı zeminin cinsi ve temel tarzı
• Şehrin kurulduğu arazinin yer bilimsel [jeolojik] vaziyeti
• Şehircilik taleplerinin noksanlığı, bina aralıkları ve bina irtifalarının tayini
Konuşmasında bu maddeleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan Ünsal ilk maddede çamurlu kerpiç ile yapı yapmanın tehlike arz ettiğine ve Kırşehir, Dikili ve Bergama’da bu tür yapıların bulunduğuna dikkat çekmiştir. Depreme karşı iyi mukavemet gösteren ahşap yapılı binalar için ise dikkat edilmesi gerekilen noktanın bu yapıları yangına karşı korumak olduğuna ve bunun için evlerin aralıklı inşa etmenin, bahçeler içinde kurmanın ve sokaklardan uzak yapmanın gerekli olduğuna değinmiştir.
Ünsal konuşmasında, 1 Eylül 1923 tarihinde Büyük Kanto Depremi (6) diye adlandırılan depremden de söz etmektedir. Depremin öğle saatlerinde gerçekleşmesi ve insanların evlerinde yemek yapmak için gazlarını[!] açması ve ateş yakmaya başlaması depremin hemen ardından Büyük Tokyo Yangını şeklinde nitelendirilen facianın meydana gelmesine neden olmuştur. Kaynaklarda ölü sayısı çeşitlilik göstermekle birlikte ulaşabildiğim bilgiye göre ahşap yapılarda çıkan bu yangınlarda ölenlerin sayısı depremde ölenlerin sayısından kat kat daha fazladır.
Ünsal konuşmasının ilerleyen safhalarında “Bizdeki betonarme binalara bir şey olmadığı gibi Japonya’da da betonarme binaların zelzeleye karşı en iyi mukavemeti gösterdiği görülmüştür.” ifadesini kullanmıştır.
Konuşmasının birinci oturumuna devam ederken Ünsal, deprem alanlarındaki yapıların inşa malzemesi ve inşa şekillerine dair bilgi verip Erzincan’daki yapıları ve bunlara ait gözlemlerini iletmiştir. Buna göre Japonya, İtalya, Amerika gibi deprem ülkelerinin kendi geliştirdiği yapı şahsiyeti ve inşa özelliklerini almamız konusunda, bizim kendi sanayi durumumuz ve yaşama şeklimiz de göz önünde bulundurulması gerektiğini ve başka ülkelerin tarz ve şekillerini almanın mümkün ve faydalı olmayacağını belirtmiştir.
Ünsal konuşmasını “yurtta bu kabil felâketlerin tekerrür etmemesi temennisinde bulunarak sözlerime nihayet verirken Cumhur Reisinin zelzele akabinde Erzincan Valisine çektiği telgrafın[!] şu veciz sözlerini hatırlatmak istiyorum. Cumhuriyet Hükümeti felâketin ıstıraplarımı hafifletmek için acil tedbirler almıştır. En ziyade ıstıraplarımızı mucip olan nüfusça uğradığımız pek acı zayiattır. Diğer tahribatı milletimiz pek az zamanda kâmilen tamir ve telâfi edecek ve bugünkü enkaz içinden memleketin güzel bir mamuresi çıkarılacaktır.” sözleriyle tamamlamıştır.
Hâl böyleyken ve 1939’da yaşanan deprem felaketi tarafımca araştırma yazısı olarak derleniyorken, 6 Şubat 2023’te, merkez üssü Gaziantep’in Şehitkamil ilçesi olan 7,8 Mw (± 0,1) büyüklüğünde ve 9 saat sonrasında ise merkez üssü Kahramanmaraş’ın Ekinözü ilçesi olan 7,5 Mw büyüklüğünde iki deprem meydana geldi. Dizimizin 4. yazısında sizlere bu depremden bahsedeceğim. (7)
Yazar: Süheyla Turan
Ortaokul çağlarımda, evimize genel ağ bağlanmasından itibaren bilgisayar oyuncusuyum. İlk yıllarımda neredeyse her zaman Minecraft oynardım. Daha zevkli olduğu için çok oyunculu sunucular vazgeçilmezimdi. Tabii yazılı sohbet oyuncuları yavaşlatan bir şey olduğu için Skype uygulamasında sesli sohbet ederdik. Bunlardan bahsetme sebebim, o zamanlar zihnimi bazı soruların kurcalamaya başlamasıdır. Neden afk[!] kelimesini kullanıyoruz? Acaba burada bir yanlışlık olabilir mi? Ama hayır bir yanlışlık olamaz çünkü herkes bu kelimeyi kullanıyor. Peki ya hepimiz yanılıyorsak? Vesaire… Vesaire…
Geçen seneler boyunca çok tecrübe edindim ve seviye atladım. İzlediğinizi umarak, yukarıda bahsettiğim soruları hatta daha da fazlasını Youtube hesabımızda Gürcan Hocam ile cevaplamaya çalıştık. Yeri gelmişken söyleyeyim, iyi bir destek oyuncusuyumdur.
On altıncı sayımızın hazırlık aşamasında aklıma oyuncular üzerine bir araştırma fikri geldi. Bu araştırmada bilgisayar, telefon[!] veya konsol[!] oyuncularının, kelime dağarcığını ve yabancı kelime kullanım alışkanlıklarını ölçmeyi hedefledim ve bir sormaca [anket] hazırladım. Çoğunluğu ortaöğretim ve evrenkent öğrencilerinden oluşan 136 kişi sormacama iştirak etti. Elde ettiğim verileri aşağıda sizlerle paylaşacağım ve kendimce birkaç yorumda bulunacağım. Belirtmem gerekir ki bazı sorularda birden fazla seçeneği işaretlemek mümkündü.
Oyunları hangi tür cihaz ya da cihazlardan oynuyorsun?
Sonuçlardan da görebileceğimiz üzere, yaygınlaşmasıyla birlikte telefon oyunculuğunun %47 seviyelerine kadar ulaştığını, bilgisayar oyunculuğunun %42,4 seviyesinde kaldığını ve konsolların %11 ile pabucunun dama atıldığını söyleyebiliriz.
Çok oyunculu oyunları mı tercih edersin yoksa tek oyunculu mu?
Katılımcıların %61,8’i çok oyunculu oyunları tercih etmektedir.
Mağaza[!] uygulamalarını hangi dilde kullanıyorsun?
Ne mutlu, katılımcıların %72,1’i mağaza uygulamalarında Türkçeyi tercih ediyormuş.
Abecemizde olmayan q, w ve x harflerini ne sıklıkla kullanıyorsun?
Bu soruda katılımcıların q, w ve x harflerini ne sıklıkla kullandıklarını 0 ile 10 arasında değerlendirmelerini istedim. Katılımcıların %30,9’u tehlike noktası diye adlandırdığım 6 ile 10 arasında, yani sık ve çok sık şekilde abecemizde olmayan harfleri kullandıklarını belirttiler.
Bir sonraki soruda oyuncuların aşina olduğu ıstılahlardan yerlisi ile yabancısı arasında hangisini daha çok tercih ettiğini sordum.
%58,8 online, %41,2 çevrim içi
%88,2 oyun/oyuncu, %11,8 gaming
%87,6 ban, %12,4 yasak/yasakla
%69,9 mouse, %30,1 fare
Bu dört seçimden sonra, neden bu seçenekleri tercih ettiklerini sordum.
Oyunlar %32,5, Çevrem(aile, arkadaşlar vb.) %31,4, Yayın uygulamaları(Youtube, Instagram vb.) %29,4 ve diğer %6,7 sonucu ile bize her etkenin önemli olduğunu gösterdi.
Onuncu soruda daha da ayrıntıya inmek istedim. Katılımcılara, belirttiğim etkenlerin onları ne derece etkilediğini 0 ile 5 arasında seçmesini istedim. Sırasıyla;
Üç ile beş arasındaki oranlara göre katılımcılar en çok %50,7 ile Youtube, %47,6 ile Instagram ve %44,3 ile fiziksel[!] arkadaşlarından etkilenmektedirler.
En az ise %80,4 ile Facebook’tan, %61,3 ile Tiktok’tan ve %49,3 ile ailelerinden etkilenmektedirler.
Engellemek anlamına gelen kelimeyi nasıl yazıyorsun?
Bu soruda katılımcıların Türkçe bilincini yani yabancı kelimeleri olduğu gibi mi yoksa Türkçeye daha uygun hâle getirerek mi kullandıklarını ölçmek istedim.
Katılımcıların %48,9’u doğrudan “block” şeklinde, %35’i ise Türkçeye daha uygun hale getirerek “blok” şeklinde kullandığını belirtti. Ayrıca seçenekler arasında doğrudan belirtmeme rağmen katılımcıların %15,3’ü diğer kısmına engelle veya engellemek şeklinde yazdıklarını belirttiler. Bu kesimi canı gönülden tebrik ediyorum.
Yabancı kelime kullanmaktan ne derece rahatsız oluyorsun?
Bu soruda 0 ile 3 aralığını tehlike bölgesi belirledim. Verilere göre katılımcıların %53,6’sı tehlike bölgesinde yer alıyor. Yani yabancı kelime kullanmaktan neredeyse hiç rahatsız olmuyorlar.
Sonraki iki sorumda yabancı kelimeleri, Türkçe karşılığı bulunmadığını düşündükleri için mi yoksa diğer oyuncularla daha rahat iletişim kurmak için mi kullandıklarını sordum.
Açıkçası sonuçlar beni biraz şaşırttı. %64 hayır oranından anlaşılacağı üzere, oyuncular yabancı kelimelerin Türkçe karşılıklarının olup olmadığını pek umursamıyorlar. FF, scope, fake ve support[!] benzeri kelimeleri diğer oyuncularla daha rahat iletişim kurmak için kullanıyorlar.
Son kısımda katılımcılarla bir haber paylaştım ve etkilerini değerlendirdim.
Fransa’nın, İngilizce oyun kavramlarını yasakladığını biliyor muydun?
Fransa Kültür Bakanlığına göre İngilizce oyun kavramları düzenli oyun oynamayan insanlar için iletişim sorunlarına sebep olmakta ve dili yozlaştırmaktadır. Bu tür kelimeler yerine halkın daha kolay anlamlandırabileceği Fransızca kelimelerin kullanılması kararlaştırılmıştır.
Bu haber sonrası hiç etkilenmediğini belirterek sıfırı seçen %22,1’lik kesim beni biraz üzdü çünkü bu sormacayı hazırlamamın sebeplerinden biri de çabamızın ve ülkümüzün gereksiz olmadığını, dünyada benzer örneklerinin bulunduğunu daha çok insanla paylaşabilmekti.
136 katılımcıdan meydana gelen sormacamdan elde ettiğim veriler bu şekildeydi. “Düşmanımızı” tanımamıza yardım ettikleri için tüm katılımcılara çok teşekkür ediyorum. Katılımcıları sınırlamamak adına birçok soruya yorum kısmı eklemiştim. Tabii yorumlara burada değinemeyeceğim ama ilerleyen dönemde bazılarını Youtube hesabımızda sizlerle paylaşacağım.
Yazar: Sezer Aydın
Kişilik, bireyi diğer bireylerden ayıran kişinin doğuştan getirdiği ve sonradan kazandığı ve tutarlı bir biçimde sergilediği özelliklerin bütünüdür. Kişilik gelişimi kuramları, temelde bireylerin bu özelliklerini anlamlandırma çabasıdır. Freud ve Erikson bu konuda bazı noktalarda birbirinden ayrılan kuramlar ortaya koymuşlardır.
Freud kişilik gelişimi için üç kuram geliştirmiştir. Bu kuramlar; yerbetimsel [topoğrafik] kişilik kuramı, yapısal kişilik kuramı ve ruhsal cinsel [psikoseksüel] kişilik kuramıdır. Yerbetimsel kişilik kuramı, insanların bilinç düzeylerini ifade etmektedir. Freud bu kuramı açıklarken buzdağı benzetmesini kullanmış ve insan davranışlarının altında bilinç dışı etkenlerin yer aldığını belirtmiştir. Yapısal kişilik kuramına göre kişilik, alt benlik, [id] benlik [ego] ve üst benlikten [süperego] meydana gelmektedir ve bu üç yapı birbiriyle etkileşim kurarak bireyin davranışlarını yönlendirmektedir. Alt benlik, kişiliğin ilkel yanıdır. İnsanların sadece istek ve arzularıyla hareket etmesini sağlar. Benlik, gerçeklik ilkesine göre hareket eden kişiliğin, alt benliğe göre bilinçli yanıdır. Üst benlik ise, kişiliğin ahlaki yönünü temsil etmektedir. Ruhsal cinsel kişilik kuramına göre ise kişiliğin oluşumunda, insan hayatının ilk beş yılı önemli kabul edilir. İnsanın bu yıllarda yaşadığı olumlu ve olumsuz deneyimler kişilik gelişimde etkilidir. Freud bu kuramında kişilik gelişimini beş evrede incelemiştir. Bu evreler; Ağza ilişkin [oral] dönem, makata ilişkin [anal] dönem, cinsel uzva ilişkin [fallik] dönem, gizil dönem ve üreme uzvuna ilişkin [genital] dönemdir. Ağza ilişkin dönemde, bebeğin bir buçuk yaşına gelene kadar temel ihtiyacı ağız yoluyla alınan anne sütüdür. Bu sebeple bebek ağza ilişkin dönemde anneye bağımlıdır. Bu dönemde bebeğin anne sütünden çok erken ya da çok geç ayrılması yetişkinlikte aşırı yemek yeme gibi sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Makata ilişkin dönem, çocuğun boşaltım eğitimi ile ilgilidir. Bu eğitim verilirken baskıcı bir tutum sergilenmemelidir. Cinsel uzva ilişkin dönem, çocuğun cinsiyet kavramını anlamaya başladığı, bu konuyu daha iyi kavrayabilmek için yetişkinlere sorular yönelttiği dönemdir. Bu dönemde merakı giderilmeyen çocuk, yetişkinlikte aşırı çekingen tutum sergileyebilmektedir. Gizil dönem, çocuğun toplumsal hayatı öğrenme dönemidir. Bu dönemde oyun yoluyla öğrenmeye çalışan çocuk daha çok kendi cinsiyetinden çocuklarla oynamaya meyillidir. Üreme uzvuna ilişkin dönem, çocukluktan yetişkinliğe geçiş dönemidir. Bu dönemde geçmiş dönemlerde yaşanan olumsuz deneyimler bireyi ruhsal açıdan etkilemektedir.
Freud’un geliştirdiği kişilik kuramları, toplumsal deneyimleri eksik açıkladığı ve yetişkinlik dönemini kapsamadığı için Erikson tarafından eleştirilmiştir.
Erikson bu eksikliklere vurgu yaparak yeni bir kişilik gelişimi kuramı ortaya atmıştır. Erikson’a göre, kişi çevresiyle etkileşim içerisinde yaşar ve bu etkileşimini yaşamı boyunca sürdürür. Çevresi içinde birey anlayışına sahip Erikson, bu anlayış çerçevesinde kişilik gelişiminin sadece ruhsal boyutta incelenmemesi gerektiğini ifade ederek gelişimin hem ruhsal hem de toplumsal boyutta incelenmesi gerektiğini belirtir. Erikson kuramında, insan yaşamının sekiz evreden meydana geldiğini söyler ve bütün evrelerin birbiriyle etkileşim içinde devam ettiğini, bir önceki evrede yaşanan olumlu ya da olumsuz deneyimlerin mutlaka bir sonraki evreyi etkilediğine vurgu yapar. Kurama göre eğer birey bir önceki evrenin gelişim düzeyini tamamlamamış ya da eksik tamamlamışsa bir sonraki evrede kendisiyle ve çevresiyle çatışmalar yaşayabilmektedir. Bahsedilen evreler şunlardır:
1) Temel Güvene Karşı Temel Güvensizlik (0-1 yaş): Bebeğin kendisini güvende hissetmesi gereklidir. Temel bakımların dışında, sevgi ve ilgi ihtiyaçları giderilmeyen bebekler ileriki yaşlarında çevrelerine güvenmeme, kendilerini değersiz hissetme gibi sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.
2) Bağımsızlığa Karşı Kuşku ve Utanç (1-3 yaş): Çocuklar bu yaşlarda çevrelerini keşfetmeye ve merak etmeye başlarlar. Bu evrede çocukların meraklarını gidermek, kendilerini ifade etmelerine izin vermek önemlidir. Kendilerini ifade etmelerine izin verilmeyen çocuklar ileriki yaşlarında utanç duygusunu sıklıkla yaşarlar. Yine bu yaşlarda çevreleri ve kendileri hakkında merakları giderilemeyen çocukların ileriki yaşlarında çevrelerine ve kendilerine karşı kuşkucu bir tutum sergiledikleri görülür.
3) Girişimciliğe Karşı Suçluluk (3-6 yaş): Bu yaşlarda çocuklar fazla hareketlidirler. Bu yaşlarda düşünmeden yapılan hareketlere karşı çocuklara doğru ve yanlış hareketler anlatılmalıdır çünkü çocukları cezalandırarak sınırlamak ileriki yaşlarda kendilerine güvenmeyen, girişken değil çekingen kişilik yapısına sahip bireyler ortaya çıkarmaktadır.
4) Başarılılığa Karşı Yetersizlik (7-11 yaş): Okul çağına gelen çocuklar, bu dönemde kendilerini başkalarıyla kıyaslama sonucu yetersizlik duygusu hissetmektedirler. Çocuklar bu dönemde başarılarının takdir edilmesini isterler.
5) Kimlik Kazanmaya Karşı Kimlik Karmaşası (11-17 yaş): Ergenlik dönemidir. Bu evrede birey ben kimim sorusuna yanıt arayarak toplumdaki görevini ya da görevlerini belirlemeye çalışır.
6) Yakınlığa Karşı Yalıtılmışlık (17-30 yaş): Ergenlik döneminde kimliğini bulan birey bu dönemde daha fazla kişiyle etkileşim halindedir. Bu dönemde başkalarıyla dostluk gibi ilişkiler kurmakta zorluk çeken birey kendini toplumdan yalıtılmış görür. Bu durum bireyde ruhsal bunalımlara yol açabilmektedir.
7) Üretkenliğe Karşı Durgunluk (30-60 yaş): Orta yetişkinlik yıllarını kapsayan bu dönemde birey üretkendir. Bu evrede birey iş sahibi değilse verimsizlik duygusuna kapılabilmektedir.
8) Benlik Bütünlüğüne Karşı Umutsuzluk (60+ yaş): Yaşlılık yıllarını kapsayan bu dönemde birey ya benliğini oturtmuştur ya da benliğini oturtamayıp umutsuzluk duygusuna kapılmıştır. Geçmiş yaşamını verimli geçirdiğini düşünen birey doyuma ulaştığı için ölümü kabullenmekte zorlanmamaktadır.
Yazar: Esra Öğretici