Güneş, gücü yetebildiği her karanlığı aydınlatmıştı. Ne var ki Zefhane bundan bihaberdi. Taş duvarlı yapı, içine güneş ışınlarını sokmak istemezcesine bütün pencere ve kapılarını kapatmıştı. Sanki duvarlar arasında bir fare deliği kadar boşluk bulunsa içindeki sır dışarı taşacak ve dünyanın ahengini sağlamakla görevli çarkın dişlilerinden biri bozulacaktı. İşte tam bu esnada sırra vakıf bulunan Zefge, Zefhane’nin içine yaptırdığı özel odasında, çalışma masasının başucundaydı. Biz hikayeyi anlatırken masa çekmecesinden hafif şakırtılar duyulmaktaydı.
“Otuz yedi, otuz sekiz, otuz dokuz…” Zefge’nin sayma işlemi kapının iki kez tıklatılmasıyla kesildi.
“Sayın Zefge…”
İbadethanenin sorumlusu, yaptığı işe oldukça yoğunlaşmış olmalı ki duyduğu bu sesle irkildi, yerinden sıçrayıp bir çırpıda masasının gözünü kapadı. Yuvalarından çıkmak istermişçesine açılan gözleri çukurlarına geri kaçtı. Kapının arkasındaki misafire cevap verdi kısık gözlerle.
“Gelin.”
Kapının açılmasıyla içeriye ürkek adımlarla genç bir kadın giriverdi. Zefhane pencerelerinden biri açılmış olmalıydı zira genç hanım beraberinde bir tutam gün ışığı da getirmişti. “Sayın Zefge, özür dilerim efendim. Sizi rahatsız etmek istememiştim…”
“Hayır çocuk, rahatsız etmedin. Arzun nedir?”
“Sayın Zefge, biliyorsunuz ki bugün aybaşı…” Genç, sözünü devam ettirmedi. Bu açıklamanın yeterli olacağı kanaatindeydi.
“Bildiğim kadarıyla evet.”
Zefge’nin anlamazdan gelmesi karşısında genç kadın odanın içine doğru birkaç adım atıp üsteledi. “Efendim, muhtaçlar için düzenlenecek aylık yemek dağıtımını yapmak üzere ayrılan bütçeyi[!] almaya geldim.”
“Ah, demek öyle.” dedi karşısındaki bıktırıcı bir yavaşlıkta.
“Evet. Aslında dün, yani geçen ayın sonunda almam gerekiyordu efendim. Fakat inzivadan yeni çıktığınız ve çok meşgul olduğunuz söylendi…”
“Anlıyorum, anlıyorum.” dedi masasına doğru ilerleyen Zefge.
Tek gözlü masanın çekmecesini dikkatlice açtı ve bedenini masanın önüne bir duvar gibi ördü. Onluk ve yirmilik gümüşlerin arasından küçük bir kese çıkardı. Zefge, para dolu keseyi kadına uzatırken, masa gözünden gelen gümüşî şıngırtıları duyan genç hanımefendi gözlerini çekmeceye dikmiş haldeydi. Masa ile birkaç saniyelik bakışmadan sonra kendisine uzatılan torbayı gülümseyerek aldı. Fakat torbanın hafifliğinden rahatsız olmuştu. Davetsiz misafir oracıkta parayı saymaya karar verdi. Bağı çözülen torbadan avucuna dört adet beşlik gümüş dökülüverdi. “Fakat geçen ay bunun iki katı bütçe ayrılmıştı.” diyerek bakışlarını Zefge’ye yöneltti.
“Biliyorsunuz ki bütçe daraldı… Şey yüzünden…” İki çatık kaşın kendisine dikildiğini gören Zefge güçlü bir bahane bulması gerektiğinin farkındaydı. Çukurlarından geri çıkan gözleri odayı taramaya başladı. Bir saniyelik taramanın sonucunda genç kadının neredeyse kopacak kadar ince beli ona aradığı şeyi fısıldadı. “Kıtlık. Evet, kıtlık!”
Genç hanım odanın içine doğru ilerlerken “Sayın Zefge, bu para yeterli değil.” dedi. Gerekli bütçeyi almadan dışarı çıkmayacağını göstermeye çalışır gibiydi.
Bunun üzerine Zefge, hanımefendiyi ikna etmeye koyuldu. “Genç hanım. Az ile yetinmek bir erdemdir… Ayrıca kıtlık yüzünden yapılan bağış miktarı da, bütçe de azaldı.”
“Haddimi aşıyorum, özür dilerim Sayın Zefge ama masanızın gözünden gümüş şıkırtıları duydum. En azından gerekli miktarın yarısını siz karşılayamaz mısınız?”
Bu sözler üzerine az evvelki ikna etmeyi amaçlayan mülayim ses gürleşti. “Genç Hanım, gözlerinize ve kulaklarınıza hakim olmalısınız! Ayrıca kıtlığın sorumlusu ben değilim. Hem siz…”
Genç hanımı paylamaya başlayacaktı ki Zefge’nin sözü odanın içine kafasını uzatan bir erkek çocuk tarafından kesildi. “Sayın Zefge, bir müşteri, affedersiniz, bir Zefirgeldi. Dünkü sözleşmeyi duymuş efendim.” Müşteri lafını duyan Zefge çocuğa dönerek daha sakin bir şekilde cevap verdi. “Anladım, anladım. Söyle beklesin.”
“Ama efendim, torbasının hayli ağır olduğunu belirtmeliyim.” dedi çocuk pis bir sırıtışla.
“Hay aksi kader, o halde derhal içeri al. Yüküne ortak olalım.” Ardından Zefge’nin sinirleri iyice gevşedi ve kesik kesik güldü.
Genç adamın odadan çıkıp yanında bir beyefendi ile içeri girmesi yarım dakika sürdü. Bu süre zarfında Zefge odadaki genç hanımın varlığını unutmuş, yükünü hafifleteceği Zefir’i düşünmeye başlamıştı. Genç kadın ise sesini çıkartmadan kaşları çatık oracıkta bekliyordu. Az sonra, bahsi geçen Zefir salınarak odaya girdi. Kemerine bağladığı para kesesinden gümüşî şıngırtılar duyuluyordu. İçeri girer girmez Zefge’yi selamlamak üzere başını hafifçe eğdi. “Sevgili Zefge. iyi sabahlar dilerim. Hayırlı bir iş için geldim.” Zefge, beyefendinin her cümlesinden sonra gaipten gelen şıngırtı sesleri duyuyordu. Gümüş renkli şıngırtılar…
“Ne büyük bir torba, yani şeref… Ne büyük bir şeref aziz dostum. Hoş geldiniz!” Gözlerini yeni gelen adamın kemerinde belli bir noktaya diken Zefge ellerini istemsizce ovuşturdu. Sonrasında bu hareketinin hoş karşılanmayacağını düşündü. Karşısındaki ellerinin para hırsıyla kaşındığını fark etmeden hızla arkasını döndü. O sırada odanın köşesindeki genç kadınla göz göze gelen Zefge şıngırtılar saçan beyefendiyi odaya getiren torba düşkünü genç adama seslendi. “Bay Torbacıbaşı!”
Kapı ağzında dikilen Torbacıbaşı, Zefge’nin dibinde bitiverdi. “Evet efendim.”
“Hanımefendiye kapıya kadar eşlik edin, lütfen.” Bu sözdeki mana çok açıktı. Hanımefendi elindekini de kaybetmek istemiyorsa gitse iyi ederdi. Torbacıbaşı, genç kadına yolu göstermek adına kibarca(!) onu kolundan tuttu ve her beyefendinin yapacağı üzere Zefhane’den çıkana kadar hanımefendiye eşlik etti. Bir deri bir kemik genç kadın ise kolunu saran bu zehirli sarmaşığa teslim oldu.
Torbacıbaşı ve hanımefendinin odadan çıkmasıyla birlikte Zefir ve Zefge arasında geçen birkaç hal hatır soruşturması yerini az sonra asıl konuya bıraktı. Şu Bay Falanca’nın dün Yüce Yaratıcı ile yaptığı sözleşme de neyin nesiydi? Nasıl yapılıyordu? Peki ya gerçeklik payı var mıydı?
“Ah beyefendi. Bu soruyu sormadınız varsayıyorum. Zira bu sözleşmeyi sorgulamak yüce yaratıcının sözünü sorgulamak manasına gelir.”
“Öyle bir niyetim yoktu Sevgili Zefge. Görüyorsunuz ya, sözleşmenin yapılabilmesi için ne yapmam gerektiğini merak ediyorum. Hem… Bay Falanca’nın dediğine göre manzaralı bir yer de alınabiliyormuş.”
Gülümsemesi tüm suratına yayılan Zefge işte bu sefer büyük bir vurgun yapıyoruz, diye geçirdi içinden.
“Evet Sevgili dostum. Dediğiniz mümkündür. Gelin şöyle masa başına geçelim ve sizinle Yaratıcı arasında bir sözleşme hazırlayalım. Manzaralı bir yer istiyordunuz değil mi?”
Birkaç adım attıktan sonra Zefir kendisine gösterilen sandalyeye oturdu. Kemerindeki ağırlığı belinden çözdü ve sanki tartıyormuşçasına elinde salladı. Zefge’nin gözleri büsbütün açılmış bir halde, beyefendinin elinde evirip çevirdiği ve daha sonra masaya bıraktığı para torbasına kilitlenmişti.
Genç hanımı kapı dışarı eden Torbacıbaşı geri dönüp Zefge’nin odasına girmek için izin istemek üzereyken iş çoktan hallolmuştu. Gerekli fedakarlık yapılmış ve imzalar atılmıştı. Sevgili Zefir, Yaratıcının makamından ayrıcalıklı bir yer satın almıştı. Herkesin payına böylesi düşmezdi.
“Doğrusu, Bay Falanca’nın yaptığı fedakârlıktan daha büyük bir fedakarlık oldu benimkisi.”
“Ah Beyefendi. Bu dünyada yapılan fedakârlıklar diğer dünyada büyük kazançlara vesile olacaktır. Ayrıca, nefis bir köşe seçtiniz. Pişman olmayacaksınız.”
Zefir, sözleşmesini cebine koymak için katlayıp dini görevli ile el sıkıştıktan sonra yüküne ortak olunmuş ve hafiflemiş bir şekilde odadan çıktı. Kapı önünde bekleyen Torbacıbaşı ise bu fırsattan istifade Zefge’nin yanına sıvıştı. Ardından kapıyı sıkıca kapattı. Bunun üzerine Zefge torbadan bir gümüş onluk çıkarıp Torbacıbaşı’na doğru fırlattı.
“Ulu yaratıcıya sözleşmede payına düşen miktarı nasıl ulaştırıyorsunuz Sayın Zefge?” diye sordu Torbacıbaşı gümüşü parmakları arasında incelerken.
“Ah, çok basit sevgili oğlum. O’na ulaşması için gümüşleri havaya fırlatıyorum. Ulu Yaratıcı kendi payını aldıktan sonra birkaç saniye bekliyorum ve yere düşen artıkları kendim için topluyorum.”
(Derginin Beşinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)