1) Günümüz Türkiye’sinde mimarlık anlayışını ve bu anlayışın değişimini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu soru kapsam ve ölçeği biraz daha daraltılmış kavramlar üzerinden sorulmalı sanki. Günümüz Türkiye’sinin üzerine konuşulacak bir mimarlık anlayışı olduğunu düşünmüyorum. Mimarlık anlayışı değil de inşaat faaliyetleri gibi daha somut bir meseleden bahsedeceksek o ayrı. Yani yurdumuzda son zamanlarda icra edilen inşai faaliyetler ve de yapı üretimleri hakkında konuşabiliriz. Zira kavram olarak “Mimarlık”ı şuan konuşmaya çalışmak beyhude bir çaba olacaktır.
Sanayi Devrimi sonrası tüm dünyada açığa çıkan ölçek sorununu bizler de derinden yaşadık. İnsan ölçeğinde yapılan yapılar, hayvan ölçeğinde yapılan yollar birden Sanayi Devrimi etkisi ile sanayi ürünleri olan makineler[!] için yapılmaya başlandı. Nispet kaçtı. Yollar araçlar için, şehir ve evler yeni nesil düzeneksel [mekanik] nizamın devamlılığı için yapılmaya başlandı. Bu Sanayi Devrimi’nde başlayan savrulmayı bazı Avrupa ve Amerika ülkeleri kısmen atlatabildi. İnsan merkezli işler yapmaya tekrar başlandı. Lakin Rönesansını[!] ve Sanayi İnkılabı’nı tam yaşayamayan bizim gibi ülkelerde bu savrulma halen devam etmektedir. Araçlara göre yollar, yollara göre şehirler kurgulamaya devam ediyoruz. İnsan, bitki, hayvan gibi girdi başlıkları neredeyse bu tasarım kararlarının hiçbir yerinde yok.
2) Türkiye’de ve dünyada sizi en çok etkileyen mimari yapı hangisidir? Sizce Türk mimarlık tarihinin başyapıtı hangi eserdir?
Bu tür sorular biraz tehlikeli geliyor bana. Hatta soru olarak da değil sadece. En çok, en iyi, en büyük gibi iddia içeren söylemler biraz sorunlu. Nicel bir durumu öne çıkartarak niteliği arkaya itiyor gibi. Anamalcı [kapitalist] ve seküler[!] bir söylem. Aslında benim, Türklerin yaptığı en iyi şey, hatta yaptıkları en iyi ikinci şey gibi cümlelerim oluyor ama bunlar biraz işe renk katmak için. Şöyle bir kabulde bulunalım. Türkiye’de ve dünyada beni etkisi altına alıp hayranlık ve hayret uyandırmış yapılardan bahsedelim. Biraz da renk katalım; Türklerin yaptığı en iyi şey bence Topkapı Sarayı. Hem dönemsel yapım süreci, hem farklı akım ve kültürlerin[!] devamlılığı hem işlev açısından zenginliği gibi pek çok meseleden ötürüdür ki Topkapı Sarayı muazzam bir eserdir. Yapının başlı başına kendisi bir müzedir.[!] İçeriğindeki bütün işler de bu müzede sergilenen eserlerdir diyebiliriz. Hatta konu ile koşut [paralel] olarak Türklerin yaptığı en iyi ikinci şey olarak da Süleymaniye Külliyesi’ni söylemişimdir hep. O da muazzamdır. Her defasında ayrı etkiler sizi.
Dünya üzerinde ise bu en iyi meselesi konuşulacak olursa bence El Hamra Sarayı’ndan mutlaka söz etmek lazım gelir. Sadece İslam Sanatlarının bir icrası bir başyapıtı olarak değil, tüm insanlık tarihinin belki de ürettiği en iyi iştir. Gittiğimde, ilk gördüğümde, deneyimlediğimde, içerisinde vakit geçirdiğimde bana en çok tesir eden yapı El Hamra Sarayı olmuştur. Sadece yapının kendisi de değil, tüm o İspanya alt Endülüs bölgesi gerçekten muhteşem şaşırtılar [sürpriz] barındırıyor. Granada olsun Cordoba, Sevilla olsun o denli etkisi altına alıyor ki sizi sanki bu dünyadan olmayan bir tarih öncesi döneme gidiyorsunuz. Muazzam. O vakit “En” haklarımı uluslararası olarak El Hamra Sarayı ve ulusal olarak da Topkapı Sarayı olarak kullanmış olayım.
3) “Sezar’ın Hakkını Prag’a Verecek Tokat’ın Hakkını Dans Eden Ev’e Vermeyeceğiz” başlıklı yazınızdan hareketle, Frank Gehry’nin Dans Eden Ev’i kadar şöhret bulamamış Anadolu konaklarının hakkını sizce nasıl vereceğiz?
Şu an öyle derin bir konu açtınız ki; üzerine saatlerce konuşulsa bile dibine varılamaz, netice alınamaz. Bu farkındalık ve mimarlık meselelerini içeren bir dergide aylık düzenli yazılar yazıyorum. Öyle ki daha meseleye girizgahta bulunur bulunmaz bana ayrılan o iki sayfalık yer bitmiş oluyor. Bu farkındalık konusunu çok önemsiyorum. Hatta bu ülke insanlarınca ilk halledilmesi gerekli alan gibi geliyor bana. Sadece mimarlık ve sanat alanı için de değil tüm ülke insanımız hangi meslekle iştigal, hangi alanda üretim yapıyor olursa olsun bu meseleyi aşmış olmalı. En azından bu farkındalığı yakalamış olmalı diye düşünüyorum.
Bu coğrafya insanı bilerek ya da bilmeyerek bir aşağılık ruh karmaşasına [kompleks] kapıldı. Bu biraz eğitimsizlik biraz da Batı seviciliğinin getirdiği bir hastalıktan oluştu. Evet, ilk adım bu ruh karmaşası meselesindeki farkındalığın açığa çıkması olmalı.
Mimarlık lisans[!] eğitimi yıllarında bu konu her zaman derdim oldu. Mimarlık ve sanat tarihi derslerinde Roma, Grek, Rönesans gibi Batı’nın meseleleri anlatılırken; İslam öncesi erken dönem, ilk İslam yılları, Selçukiler, Beylikler hatta Osmanlı gibi Doğu merkezli kim varsa sanat ve mimarlık alanlarının pek dikkate değer bulunmadığını gördük. Bu Doğuyu “tu kaka” gösterip, Batı’yı güzelleme tepkesi [refleks] bir garip geldi bana. Bunun mimarlık ve sanat kavramlarının da üzerinde bir mesele olduğuna inandım. Bir profesör[!] mimarlık tarihçimiz hayatında hiç Bursa’ya gitmediğini söyledi. İstanbul’da yaşayan bir hocanın Bursa gibi bir değeri mesleki olarak deneyimlememiş veya kültür gezgini [turist] olarak ziyaret etmeyişi bir ilginçse bunu utanmadan, sıkılmadan öğrencilerine söylüyor oluşu iki kere ilginç.
Dediğim gibi bu dertli ve derin bir mesele. O yazı özelinde toparlayacak olursak; mimarlık lisans derslerimden birisinde ödev olarak Frank Gehry’nin Prag’daki meşhur Dans Eden Ev’i verilmişti. Araştırdığımda çok garipsemiştim bu denli nitelikten uzak bir yapı nasıl sevilen, tutulan mimarlığın zirvesine oturur diye. İlk Prag ziyaretimde de gidip yapıyı yerinde deneyimledim. Gitmeden bende oluşan algının ne kadar doğru olduğuna tekrar karar vermiş oldum. Prag gibi harika bir şehirde belki de vakit geçirilecek en son yer orası. Vakit israfı. Yani o süreyi şehirde Kafka’nın evinde geçirebilir, Çekya’nın meşhur Trdelnik Tatlısı’ndan yiyebilir veya sokaklarda yürüyebilirsiniz. Burada konu çok basit. Batı medeniyeti pazarlama meselesinin merkezi. Yani bir işi kendisi üretse ya da üretmese fark etmez; iyi pazarlar. Bu onların mahir oldukları bir alandır. Hatta bu pazarlama onların kendi malıdır. Futbol[!] gibi. Batı’nın kendi oyunu olan futbolda nasıl ki hiçbir zaman daha iyi olamayacağız; bu pazarlama konusunda da hep geride kalacağız. Biz milyon yıllık medeniyetlere, kültürel miraslara, Tokat gibi kadim değerlere sahip de olsak bilinirlik olarak hiçbir zaman niteliksiz bir Frank Gehry yapısı kadar dahi değer kazanamayacağız. Elbette bu ruh karmaşası ve farkındalık meselelerini çözemediğimiz sürece…
4) İnsan, doğayı tahrip ettiği kadar mimari yapıyı da tahrip ediyor. Tarihi bir çeşme üzerine kazınmış isimler veya define bulmak için yok edilen mimari yapı unsurları… Dergimizin ana konusu şiddet olduğu için size şunu sormak istiyoruz: İnsan, tarihi yapıyı neden tahrip eder ve bunun saldırganlık dürtüsü ile ilişkisi nedir?
İnsan özünde yaratılış hikayesi olarak bir masum yolun yolcusu olarak doğuyor. Çevre, aile, toplum derken eğitim veya eğitimsizlik onda ciddi tesirler bırakıyor. Vandallık de maalesef bu şekilde eğitimsizlik, niteliksizlik gibi yaratılıştan beri devamlılığı olan bir sorun. Bir insanı iki şey eğitir, yetiştirir, dizginler. İlki evrensel ahlak kurallarıdır, ikincisi din ve onun uzantısı olarak geleneklerdir. Günümüz insanı din, kültür, gelenek gibi kadim kavramları hep öteliyor, erteliyor. Hatta beğenmeyip hafife alıyor. Ve kaçınılmaz olarak da ne dinden, ne kültürden, ne medeniyetten bir olumlu tesir, bir eğitim alamıyor. Evrensel ahlak kuralları da gerek suni gündem, gerek kurgu, gerek siyaset derken hiçbir zaman temiz kalamıyor. Ve de her sunduğu kıyafet, her insana uymuyor. Ben gerek insana, gerek tabiata, gerekse de bir yapıya zarar veren bireyin asıl sorununun nitelik problemi olduğunu düşünüyorum. Niteliksiz eğitim, niteliksiz toplum derken niteliksiz birey de kaçınılmaz olarak karşımıza çıkıveriyor. Niteliksiz insan da bu dünyanın en tehlikeli canavarıdır ve her türlü kötülük gizil gücüne [potansiyel] sahiptir.
5) Tarihi yapıların tahribatını önlemek için kurumlar, aileler ve bireylere düşen görevler nelerdir?
Gerek kurum, gerek aile, gerekse de bireylerden böyle bir beklenti içerisine girilebilmesi için muhatapta şuur aramak lazımdır. Şuur bizim hem inanışımızda hem de geleneğimizde farzdır. Yani şuur olmadan yaratıcı da toplum da bireyi muhatap kabul etmiyor. İyi bir birey ya da iyi bir vatansever olmak için ille cepheye giderek şehit düşmek gerekmiyor. İyi vatandaş olmak yere tükürmemekle, seyrüsefer [trafik] kurallarına uymakla, sokak hayvanlarına iyi davranmakla başlıyor. Bu kademe kademe yukarı doğru çıkan ahlak basamaklarını da oluşturuyor. İşte bu basamaklardan birisi de tarihi yapıya, eski çevreye zarar vermemek, onlar ile aidiyetlik bağı kurmaktan geçiyor. Faydadan da ziyade önce sizden dünyaya, insanlığa, eski esere artık neyden söz ediliyorsa ona bir zararın gitmiyor olması esas. Fayda ise daha sonra konuşulacak bir basamağın konusu.
6) Mimar Sinan ismi uluslararası bir üne kavuşmuş olsa da daha pek çok değerli mimarımızın ismi ne yazık ki hak ettiği ilgiyi göremiyor. Peki, sizce Türk mimarların adını uluslararası düzeyde yeteri kadar duyuramamış olmalarının sebebi nedir?
Maalesef öyle. Bu hem yakın tarihimizin mimarları hem de geleneksel dönemin emektarları için geçerli bir durum. Elbette Sinan, geleneksel Osmanlı mimarlığımızın en büyük temsilcisidir. Lakin sadece bir kişiye indirgemek o akımı, medeniyet icrasını hafifletmektir. O yapıların yapılabilmesi için muhakkak arkasında büyük bir medeniyet gizil gücü [potansiyeli] vardı. O medeniyet iyi yapı ürettiği gibi; iyi musiki, iyi sanat, iyi edebiyat da üretiyordu. Müşterek bir durum söz konusu idi. Koca Sinan kadar, Muslihiddin Ağa, Hacı İvaz, Acem Ali, Mehmet Ağa’lar gibi pek çok eski dönem mimarlarımız da mevcuttu. Biraz daha yakın tarihte Mimar Kemalettin gibiler daha da yakınlarda Sedad Hakkı Eldem, Turgut Cansever gibi isimler oldu. Değil uluslararası bir değer, bir karşılık bulma; ulus içinde mimarlık camiasında dahi bir bilinirlikleri olamadı. Günümüz dünyasında da halen yaşayan, iş üreten çok güzel mimarlarımız var ama kimse bilmiyor. Bu biraz da bu ülke için mimarlık kavramının halen bir gösteriş olması ile de alakalı.
7) Bir mimar olarak gelecekte nasıl bir yapılaşma olacağını öngörüyorsunuz? Sizce yapay zekâ, mimarlığın gelecekteki üretim biçimlerini ne yönde etkileyecek?
Bu soruya gerçekçi bir zeminde mi yoksa duygusal bir duruşla mı cevap vermeli bilemiyorum. Gönül geleceğin mimarlık anlayışı insan merkezli olsun istiyor. Lakin gidişata bakılırsa mevzu ettiğiniz yapay zeka gibi kavramlar çok tesir edeceğe benziyor. Yolun sonu aydınlık görünmüyor olmasa da bizlere ümitvar olmak düşer diyelim. Yüzyıllarca ilmek ilmek dokuduğumuz şehirlerimiz; çağcıllaşma, küreselleşme gibi pek çok canavarın kıskacına düştü. İleride bizleri ne bekliyor kim bilebilir?
8) İçinde bulunduğumuz salgın dönemi tüm insanlara doğayla iç içe yaşamanın bir zaruriyet olduğunu kabul ettirdi. Sizce salgın, mimari açıdan bir dönüşümü de beraberinde getirecek mi?
Elbette tesirleri olacak. Ama uzun soluklu olur mu bilemedim. Salgın, dünyanın gündemi olmaktan da öte artık gerçekliği oldu. Öyle de görünüyor ki daha uzun süre hayatımızın bir rengi olacağa benzer. Bu ister küresel odakların yeni köşeler kapması için birer oyunları olsun isterse de doğal bir sağlık sorunu olsun biz artık eskisi değiliz ve dünümüz de artık geleceğimize yol gösteremez.
Salgının en çok etkilediği şehirler elbette ve maalesef ana kentler [metropol] oldu. Tüm dünyanın büyük şehirleri, sağlıksız büyümüş yerleşkeleri tehdit altına girdi. Öyle ki sadece New York neredeyse tüm dünya ile tek başına sayıtım [istatistik] yarışında. New York’ta morglar[!] doldu, cesetler çuvallara kondu ve üst üste yığınlar halinde iş makineleriyle açılmış devasa çukurlara tıkılıp gömülmeye başlandı. Aynı sorunun sadece birkaç gömlek küçüğü artık bizim de gündemimiz. Türkiye’de de tıpkı Amerika’da olduğu gibi vakaların ve de ölümlerin çoğu canımız şehrimize yığıldı. Çiçeği altın yaldız, suyu telli pullu olan bu şehre ne oldu ki bir hastalık ve de ölüm düzeneğine dönüştü. Ne insani ne de İslami olabilecek bu tavır bizim kadim şehrimizi nasıl ele geçirdi.
Düstur şudur ki; haddini aşan her şey zıddına döner. Bu şehir ve şehirleşme için de geçerlidir. Mevzu edilen dönüm noktasından beridir bu coğrafyada tasarım kararları da değişmiştir. İnsanı değil arabayı merkeze alıp önce ona uygun geniş kara yolları, kavşaklar, duraklar yapan ve daha sonra etrafına hiç bir insani, mimari kaynak almaksızın yaşam alanları serpiştirenler bizlere sağlıksız bir şehir verdiler. Ulaşım ve etkileşim meseleleri de dahil olunca salgın en çok en kalabalık şehirlerimizi vurdu.
Yanlış işler yapan bizlere bu salgın gelecekte ne getirecek buna dair bir öngörüde bulunamayız. Ama bizler kadim inanışın getirdiği kemalât ve medeniyetin kazandırdığı keyfiyetin düsturu mucibince şunu söyleyebiliriz; çıkmaz sokakta geri adım atmak ilerlemektir.
Ebubekir Şimşek
08.09.2020
Üsküdar