Şehrin sisli havasında hızlı adımlarla yürüyorum. Yollar engebeli, ayakkabımın altı delik ve şakır şakır yağmur yağıyor. Sahi yağmur da yağacak günü buldu. Oysa dün hava güneşliydi. Zaten her şey beni bulur. Ben bir iş yapacaksam o gün dünyada daha önce yaşanmamış tüm felaketler yaşanır. Neden diye sormayın bilmiyorum. Hay Allah otobüsü[!] kaçırdım. O son çöreği [poğaça] almak için on beş dakika fırının önünde bekledim. İnanabiliyor musunuz on beş dakika, on beş, on beş… Aslında otobüsün hareket saatine daha vardı. Sürücü bugün otobüsü erken kaldırmış. Şimdi burada suçlu ben miyim? Söyleyebilir misiniz? Bekliyorum acele etmeyin. Bir çörek için on beş dakika beklemişim sizin cevabınızı mı beklemeyeceğim. Hem ben zaten alışkınım beklemeye. Hayatı beklerim, mutluluğu beklerim, maaşı beklerim, arkadaşlarımı beklerim bir de sizin cevabınızı bekleyeyim nedir yani. Tamam kızmayın. Haklıyım, biliyorum. Ne için haklıyım? Allah Allah ne sormuştum ben? Son zamanlarda da huy oldu bende. Konuştuğum her şeyi unutuyorum. Bir hekime görünsem iyi olacak. Geçen gün bizim çocuklarla mahallenin kıraathanesinde oturuyoruz. Laf lafı açtı, az çok tanıdınız beni konuşmayı seviyorum. Başladım anlatmaya ve şöyle dedim: “Hekim hastayı görmeden ilaç yazmıyormuş babam için ilaç yazdıracaktım ama gitmemle gelmem bir oldu.” Masadaki arkadaşların hepsi suratıma baktılar. Sağ tarafımda Hasan oturuyordu. Kıkır kıkır gülmeye başladı. On beş (İşte yine on beş çıktı karşıma. Bunda da vardır bir alamet.) yıllık çocukluk arkadaşım Hasan, canım kardeşim vallahi bu kadar güldüğünü hatırlamıyorum. Sözümün bitmesini mancınığın ucundaki sopa gibi bekledi ve benim aradan çekilmemle lafını bir sopa gibi fırlattı: “Ah benim canım sen eski Türk filmlerine[!] bu ara çok sardın herhalde. Hekimler, andaçlar, abeceler havada uçuşuyor. Bence sen yakın zamanda bir doktora[!] görün. Ay affedersin, hekim diyecektim.” Gülüşme sesleri devam eder ve perde kapanır. Tabii bir şey diyemedim. Ben ilaç diyorum o bana Türk filmi diyor. Diğerlerinin de hiç umurunda olmadım. Ne demiştim size ben hep “beklerim”. O gün en yakın arkadaşlarımın bana soru sormalarını bekledim ama kimseden ses çıkmadı. İçimden şiddetli bir şekilde: “Evet, bir hekime görünsem iyi olacak çünkü unutmaya başlıyorum. Sevdiğim yemeklerin adını, annemin ezbere bildiğim telefon[!] numarasını, [!] bazen de yaptığım işi unutuyorum.” Anlatıcı zihninde hayâl kurar cümleler boşluklarda kendine yer arar.
Hasan’ın sözleri zihnimden uzun bir süre gitmedi. Bana niye öyle davrandı anlamış değilim. O gün masada sadece o yoktu lakin Hasan benim canımdı. Benimle nasıl böyle konuşurdu. İğneleyici bakışlar, sadece dalga geçilmek için ortalığa savrulan sinsi gülüşler… Ben bunu hak ettim mi diye günlerce kendimi suçladım. Ne kadar üzülsem de gidip onunla konuşamadım. İşte bu olayın üstü de kapandı. Ah, ne kolay değil mi bir şeylerin üzerini kapatmak? Kapatmak demişken ne geldi aklıma. Durun döneceğim otobüs mevzusuna. Burada eğlenceli bir hikâye var! Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri annemin sandığından çıkardığı yorganları üst üste koyup saatlerce yorganların üzerinde yatmaktı. Nasıl da naftalin[!] kokardı o yorganlar. Yine bir hüzün çöktü üstüme ama buna fırsat vermemem lazım. Lakin fıtratımda var duramıyorum. Ne demiştim Hasan, kapatmak, sandık ve buldum yorgan! Üst üste koyduğum yorganların ağırlığı da bir zaman sonra fazla gelirdi. Ya sıkılırdım ya da sırtımda büyük bir acı hissederdim. Acaba yorganların yünlerinden mi diye düşünürdüm. Nihayetinde anlarız zanaat işinden. Ne yünden ne de sıkılmaktan değildi o acı. Hepsinin üst üste durmasıydı beni yoran. Yahu yorgan nasıl yorsun bizi? Yorar işte hepsini üst üste koyarsan yorar. Hem annem ne güzel sandığa saklamış. Ne diye ısrar edip durdum acaba. Al sana yorgan, al sana naftalin. Hadi o zaman yorganları bir sandığın içine koyup ortadan kaldırırdık. Şimdi Hasan’ı ve tüm dertlerimi bir sandığa mı kilitleyeyim? Zamanı gelince çıkartırım çok da zor değildir. Yok yok bu hiç mantıklı değil, en az on beş dakika sıra beklemek kadar mantıksız.
Yağmur biraz dinmeye başlamıştı. Benim de anlatacak hikâyem kalmamıştı. Çörek, börek derken unuttuğum her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya daha doğrusu kendime hatırlatmaya başladım. Dünyada en çok sevdiğim şeylerden biri kendime soru sormaktır. Yeni yeni konuşmaya başlayan bebeklere anne ve babaları sürekli soru sorar ya bendeki de o hesap. Diğer otobüs gelene kadar kendim ile mülakatım başladı. Hayat sınavından geçtim ama ya kendi mülakatımdan kalırsam? Demeyeyim dedim ama yine duramıyorum. Hasan bu sözlerimi duysa: “Edebiyat yapma kardeşim, on beş dakika sıra beklemişsin, otobüsü kaçırmışsın, bunlar yetmemiş ayakkabının altı delik sen hâlâ soru peşindesin. Biraz çık şu hâyâl dünyasından.” derdi. Hasan der demesine de ben onu dinlemem ki, sorarım sorularımı bakarım yoluma. Evet, başlıyoruz. En sevdiğin kitap? Marcel Proust- Albertine Kayıp. Çocukken yemeyi en çok sevdiğin tatlı? Erimiş dondurma. Lisedeki[!] en iyi arkadaşın? Hasan (bundan emin misin? Evet.) Uyuyakaldığın için kaçırdığın sınav? ÖSS.
Son soruyu cevaplarken diğer otobüs geldi. En ön sırada ben varım. İstediğim yere oturabilirim. Aman Allah’ım ne büyük mutluluk! Günler, haftalar hatta aylar sonra beklediğim bir şey karşılığını buldu. En azından sıkış tıkış otobüste ayakta gitmekten kurtuldum. Telefonumu açtım ve hangi durakta ineceğime baktım. On beş durak sonra. Ne on beşmiş arkadaş, bırakmadı peşimi. Neyse tadımı daha fazla kaçırmayım. Bugünün en büyük mutluluğu bu an. Soru sormayı, düşünmeyi bırak ve on beş durak sonra in.
Yağmur biraz dinmeye başlamıştı demiştim ya yine çoğaldı. Alıştık artık, hızlı hızlı yürürüm ne yapayım. Cebimde ayakkabı alacak kadar para yok. Hem bugün hafta sonu dükkanların açılmasına daha var. Önce şu otobüsten ineyim de bakarım bir çaresine. Yağmurlu günlerde tıpkı o yorganların ağırlığı gibi içime bir ağırlık çöküyor. Evden çıkmayı hiç sevmiyorum. Fakat bugün zorunluluktan çıktım. Ev işini iyice ertelemiştim. Korktuğumdan, endişe duyduğumdan belki de hayata devam etmeyi bir vazife saydığımdan. Vazife demişken bizim mahallede bir terzi var, geçen gün birkaç parça kumaş götürdüm ve bana ceket[!] dikmesini söyledim. “Çok çabalıyorsun ama zorlama oğlum.” dedi. Birkaç kere görüşmüştük ama anladı hemen beni. On beş yıllık arkadaşım Hasan bile bu kadar içten konuşmamıştı benimle. Ufak bir tebessüm ettim ve hemen başımı sıvazladı. Bir sevgi kırıntısına ne kadar muhtaçmışım diye düşündüm. Dükkânda daha fazla kalırsam ağlayacağımı anladığımda “Borcum ne kadar?” dedim. “15 TL versen yeter oğlum.” dedi.
Otobüsten indim, kulağımda bir uğultu. Beynimim içi dönüyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Belki de açlıktandır. Bir su içip kendime geleyim dedim fakat birdenbire yere kapaklandım. Gözlerim kapanmadan saatime baktım ve “08.15” …
Ne oldu şimdi her şey bitti mi? Daha evi tutamadım, dükkânımı açamadım. Her şeyden önemlisi babama ilacını bile alamadım. Allah Allah ölüyorum galiba. İnsan ölürken bunları mı düşünür ne tuhaf adamım. Peki ya saatin 08.15’i göstermesi. Yoksa ben bugün sabahtan beri kendi ölümüme mi hazırlanıyordum? Bu sefer tek bir soru ile kaldım ve gözlerim kapanıyor. Evimden on beş durak uzakta, insanlar başıma gelsin ve beni kurtarsınlar diye bekliyorum. Sahi Hasan da gelir mi? Yine en çok onu düşünüyorum. Midem yanıyor. Sıcak çörek sanki bedenimde yeniden yoğruluyor. Nefesim kesiliyor ve annemin ruhuna sarılıyorum. Hayat sınavını geçtim ama mülakatımın sonucunu öğrenemedim ve iyi ki o çöreği yedim.