Ehm! ehm!
Pek sevgili ve değerli dergi okuyucularımız, merhabalar efendim. Öncelikle hepiniz dergimizin on yedinci sayısına hoş geldiniz! Bendeniz Elif. Efendim ben dergi yazılarımda ekseriyetle -takip edenler bilir- sayı üst başlıklarının anlamlarını, sayı üst başlıklarının kelime kökenlerini inceler, bazen de kendimce tahliller yapar, sonra da benden sonrası tufan deyip geçer kendi hâlimde dergi tasarımını tamamlarım. Sıkı durun! Çünkü bu sayıda da farklı bir şey yapacağım söylenemez. Yazının ilerleyen kısımlarında yine önceki sayılardaki gibi yeni sayı üst başlığımızı, küreselleşme kavramını, enine boyuna tartışacağız. Efendim “Ee bu sayıda ne oldu da sen bu yazıyı bizimle konuşur gibi yazıyorsun?” dediğinizi de duyuyor gibiyim. Hiç kulak arkası etmeden cevaplayayım. Yahu biz muhabbete aç, karşılıklı iki lafın belini kıramayan insanlar hâline geldik. Yazılarımda da pat pat konuşup bilgileri inci gibi dizip köşeme çekilmek artık içime sinmedi. Zaten artık birbirimize yabancı da değiliz. İlk sayımız çıktığından beri geçmiş koskoca kırk sekiz ay. Yabancılık dediğimiz üçüncü sayıyla birlikte geçti, gitti.
Evet, konumuza gelirsek, efendim bazı kelimelerin dilimize ne zaman ve nerden geldiği o kadar açıktır ki bunu tartışmaya gerek dahi duymayız. Örneğin “televizyon” [!] kelimesi. Bu kelime mutlak televizyon icat edildikten sonra geldi dilimize ve mutlak icat edenlerin dilinden geldi. Ancak soyut kavramların dilimize geliş zamanlarını saptamak televizyon örneğindeki kadar kolay değildir. Her kelime, kaşifinden, kelimenin kullanıldığı kültürden izler taşıyacaktır. Bizim buna itirazımız yok. Bizim derdimiz, bu topraklarda yıllarca kullanılmış sözcükleri beğenmeyip de başka kültürlerin kelimelerine özenenlerle. Neyse konuya geri dönersek; örneğin daha yeni kullanmışken “kültür” kelimesini konuşalım. “Kültür” kelimesi dilimize Fransızcadan girmiştir, kelime kendi memleketinde “ekip biçmek” kökünden gelmektedir. Ziya Gökalp konuyu ele almış ve Durkheim’in toplum bilimi anlayışıyla tanıştıktan sonra “Kültürümüzü muhafaza edelim ama Batı’nın ilminden de mahrum kalmayalım.” derken kültür kelimesi yerine “hars” kelimesini kullanmıştır. Söylenişi kulağa pek ince gelmediğinden midir bilinmez bilahare öz Türkçecilik akımının tesiri ile kültür kelimesinin Türkçe karşılığına “ekin” kelimesi teklif edilmiştir. Aslında anlaşıldığı üzere türetilen Türkçe karşılık doğrudan kültür kelimesinin Fransızca kökeninden alınmıştır.
Cemil Meriç ise “Kültürden İrfana” adlı kitabında kültür kelimesini şöyle değerlendirmiştir. “Kültür, dilimize iki kaynaktan gelmiştir: Fransızcadan, Amerikancadan. Fransızcada kültürün Türkçe karşılığı irfan, Amerikancada kültürün karşılığı medeniyettir.” Demek ki Fransızcada kültürden kastedilen manevi birikim ekindir, irfandır; Amerikanca da ise kültürden anlaşılan Ziya Gökalp’in deyimiyle maddi birikim, medeniyettir. Çünkü Gökalp, “Hars millidir, medeniyet ise beynelmileldir.” Demiş, farklı kavramlar olduğunu kabul ederek ve genellikle hars kelimesini tercih ederek yazmıştır.
“İrfan” kelimesi “kültür” kelimesine en güzel karşılık gibi geliyor bana çünkü irfan kelimesi bilmek, öze hâkim kalmak, “ülkü”cü düşüncelerle hareket etmek anlamlarına gelmektedir ancak günümüzde Batı’nın ve küreselleşmenin hayatımızdaki etkisi yüzünden bahsi geçen hars, ekin, irfan kelimeleri kullanılmıyor. Kültür kelimesine karşılık bu topraklardan en doğru kelimeyi seçelim derken günün sonunda yine kültür kelimesine kalmışız iyi mi?
Kanımca küreselleşme de böyle bir kelime. Hatta küreselleşme kulağımızda tanıdık bir kelimeyken şimdilerde dönüştürülmeye çalışılıyor. Globalleşme, [!] lokalleşme, [!] glokalleşme[!] gibi birkaç kelime sıklıkla işitiliyor. Şimdi lahana gibi kat kat, sorunlu bir kelimemiz var.
Küreselleşme kelimesinin kökü “küre” kelimesidir. Yabancı karşılığı globalleşmenin kökeni ise Latincedir. “Globe” kökü, bütün dünyayı kapsayan anlamında kullanılırken aynı zamanda top, küre anlamında da kullanılmaktadır. Türkçeye doğrudan bir çeviri görüyoruz aslında.
Efendim, küreselleşme ürünlerin, fikirlerin, kültürlerin ve dünya görüşlerinin alışverişinden doğan bir uluslararası bütünleşme sürecidir. Küreselleşmenin ne zaman başladığı ise bambaşka bir tartışma konusudur. Bu konuda üç farklı görüşten bahsetmek mümkündür. Birinci görüş küreselleşmenin tarihin başlangıcı itibarıyla doğduğunu iddia eder. İkinci görüş ise küreselleşmenin çağcıllaşma [modernizm] ve anamalcılık [kapitalizm] akımları ile ortaya çıktığını savunur. Üçüncü görüşe göre ise küreselleşme sanayi sonrası toplum ile meydana gelmiştir. Her ne kadar küreselleşme kavramı 1980’li yıllardan sonra bütün dünyada yoğun bir şekilde ele alınsa da kavramın ortaya çıkışı çok daha eski dönemlere dayanmaktadır. Tarihte ilk saptanan küreselleşme etkisi 1490 yılında ticaret ile başlamış, sömürgecilikle sonuçlanmıştır. İkinci küreselleşme etkisi ise 1890 yılında sanayileşme ile başlamış ve sanayileşmenin getirdiği yenilikler sonucunda büyük savaşlar yaşanmıştır. Üçüncü küreselleşme etkisi ise 1970 yılında çok uluslu şirketlerin doğması, 1980 yılında iletişim devrinin başlaması ve 1990 yılında SSCB’nin yıkılması ve Batının rakibinin zayıflamasıyla başlamıştır.
Son devirde küreselleşme, daha çok iktisadi gelişmelerle anılmaktadır. Küreselleşme ülkelere iktisadi açıdan gelişmeyi, büyümeyi vaat eder. Bununla birlikte büyük ülkelerin ekmeğine yağ süren küreselleşme, gelişmekte olan ülkelerin iktisadını bir miktar dalgalandıracaktır.
Küreselleşmek kötüdür ya da iyidir gibi kesin yargılarda bulunmak istemem. Her akım gibi küreselleşmenin de mutlak iyi yönleri ve aşırıya kaçtığında kötü yönleri görülecektir. Nasıl ki çağcıllaşma süreci dünya üzerinde kaçınılmaz bir şekilde etkiler bırakmışsa küreselleşme evreleri de iktisattan siyasete kadar birçok alanda izler bırakacaktır. Bu nedenle küreselleşme iyidir ya da kötüdür demek sürecin gidişatını pek etkilemeyecek ve değişim bütün hızıyla devam edecektir. Sanki ebediyete kadar sürecek gibi gelen gelişme sürecimizde yapabileceğimiz en iyi şey fikrimce, içinde bulunduğumuz durumu anlamak ve mütemadiyen çalışmaktır. Küreselleşme nedir, bizdeki etkileri nelerdir gibi konuları daha yeni yeni konuşurken aynı dünyada yaşadığımız pek değerli diğer ülkeler Üsküdar’ı geçmiş durumda ama ne demişler, balık da denizdedir ama deniz nedir bilmez. Sevgiyle kalın.
Yazar: Elif Küçük
Küreselleşme uluslararası bir bütünleşme süreci olarak görülmektedir. Daha açıklayıcı bir tanımla küreselleşme, dünyadaki tüm toplumların karşılıklı etkileşimlerinden doğan bir süreçtir. Bu süreç sonucunda dünya adeta büyük bir köy hâlini alacaktır. Küreselleşme kavramı günümüzde daha çok parasal kaynaklar açısından tartışma konusudur ancak toplumsal açıdan birçok etkisi bulunan küreselleşmeyi bu açıdan da ele almak gerekmektedir.
Kültür, bir toplumun içinde yaşayan insanlar tarafından geçmişten bugüne bir dine, bir dile, bir geleneğe, göreneğe değer atfederek hayatı anlamlandırma çabası üzerine inşa edilmiş bir yapıdır. Bu sebeple kültür, toplumlara has özellikleri içinde barındırır. Küreselleşen dünyada bahsi geçen “toplumlara has özellikleri” korumak ve bu özellikleri geleceğe aktarmak mümkün müdür?
Toplumsal değişme, küreselleşmenin nihai sonucu görülmektedir. Toplum bilimine göre toplum hem kendini koruyan hem de değişen veya değişmek zorunda kalan ikili bir yapıya sahiptir. Bu sebeple toplumsal değişme toplumlar için doğal bir süreç kabul edilmektedir. Değişmeye açık bir yapı olan kültür, toplumsal değişmeyle birlikte değişime açık hâle gelebilmektedir. Küreselleşen dünyada bu değişimin hızını arttıran bir etkendir ancak unutulmamalıdır ki kültür; temelde insanların bir dile, bir dine, bir geleneğe, göreneğe değer atfetme eylemi sonucu meydana gelen bir yapıdır. İnsan ise bu değerleri kolay kaybetmeyen bir varlıktır. Bir başka deyişle küreselleşmenin kültürel değişmeye etkisi büyüktür; fakat kültürün değerler üzerine inşa edilmesi bu değişimi engelleyebilmektedir. Kültürel değerleri korumak ve geleceğe aktarmak küreselleşen dünyada zor da olsa mümkündür. Kültürel değerleri korumak ve aktarmak için izlenecek yol nedir?
Küreselleşme bireyselleşmeyi beraberinde getirmektedir. Bireyselleşmeye karşı ise toplumsal bilinç oluşturulmalıdır. Toplumsal bilinç, toplumların önceki nesillerden miras aldığı ortak değerleri kendi nesline uygun eklemeler yaparak devam ettirmesidir. Bu bilinç doğumdan ölüme kadar devam edecek öğrenme süreciyle oluşur. Ancak eğitimle gerçekleşecek toplumsal bilinç için iki önemli kurum vardır: Aile ve okul.
Aile, bireyin öğrenme sürecinin başlangıç noktasıdır, bu süreç birey okula başlayana kadar devam etmektedir. Küreselleşme nedeniyle yaşanan bireyselleşme aile kurumunda olabildiğince engellenmeli ve bu dönemde bireylere ebeveynler aracılığıyla kültürel değerler aktarılmalıdır.
Okul süreci ise birey için toplumsallaşma sürecinin başlangıcıdır. Bu dönemde bireylere, kültürel değerler geçmişte yaşanan olaylarla birlikte anlatılmalıdır. Toplumsallaşma sürecindeki birey kültürel değerleri anlamaya ve deneyimlemeye açıktır. Bahsedilen bu iki kurumun iş birliğiyle kültürel değerleri korumak ve aktarmak mümkündür. Unutulmamalıdır ki:
“Kültür zeminle orantılıdır. O zemin milletin seciyesidir. Kültür; okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, ders almak, düşünmek ve zekayı geliştirmektir.”
Mustafa Kemal Atatürk
Yazar: Esra Öğretici
Ayşe küçükken Ahu’nun eşyalarına heves eder ve Ahu’nun annesinden isteyerek onları alırdı. Ahu bir seferinde “Halam geldiğinde daha güzel oyuncaklar getirir, daha güzel oyuncaklarım olur. Eski bebek varsın onun olsun, Ayşe İstanbullu bebekleriyle oynasın dursun ben Avrupalı bebeklerle oynayacağım. Ama bu sefer vermem ona, annem ne derse desin. O da haklı Almanya’dan gelen bebek daha önemli olmalı. Sonuçta aynı bebek İstanbul’da yapılsa yarı fiyatına satılıyor.” Bunları hırsla söylerken babası onu duymuş ve ona çok kızmıştı. Birisi hakkında böyle düşünmenin ve başkalarının eşyalarından bu şekilde bahsetmenin hiç hoş olmadığını söylemişti. “Kızım bir eşyanın değerini biçen insanlardır. Bu bebeğin halanın getirdiğinden ne farkı var? Sadece arkadaşların bu bebek Avrupa’dan geldi, kıymetli dediği için daha çok değer gösteriyorsun. Başkalarının söyledikleriyle, değerleriyle kendine kıymet çizgisi oluşturma. Başkaları onu seviyor, onu istiyor diye sen de onu beğenme.” demişti.
Halasının Almanya’dan getirdiği ve Ahu’nun kıyıp giyemediği elbiseyi Ayşe isteyip annesi de ona verdiğinde kıyametler koparmıştı. Ahu, elbiseyi halası aldı diye; Ayşe ise elbise Avrupa’dan geldi diye giyinmek istiyordu. Geri almak için direndi ama ne fayda misafire hürmet evlerinin ana kurallarından biriydi, bu yüzden misafirler ne isterse hemen yerine getirilir ve bu kural değiştirilemezdi. Babası Türkleri, Türk yapan şeylerden birinin de misafire hürmet olduğunu söylemişti; Ahu bunu duyunca Ayşe’ye sinirlenmeyi bıraktı. Ayşe, elbiseyi beğenmemişti ama Almanya’dan geldiği için arkadaşlarına gösterip takdir toplayabilirdi. Ayşe’nin arkadaşları “Avrupa” lafını duydu mu dikkat kesilir, oradan getirilen şeyleri saatler boyu övüp dururdu.
Ahu bunu saçma bulur “Burada üretilen elbiseden ne farkı var ki?” diye düşünürdü. Ahu’ya göre Bursa ipeği elinde olsa, Avrupa havası solumadı diye kıymet bilmeyecek insanlar, burada üretilen sıradan bir ürün Avrupa pazarına girip oradan satın alınıp Ahu’nun eline gelince paha biçilemez bir şeymiş gibi davranıyorlardı.
Bu anıyı hatırlayıp sinirlendikten birkaç saniye sonra Ahu onu mutlu edecek bir şeyi, köyü düşünmeye başladı. Toprağın, insanın tüm derdini alıp götürmesini, insanı bu dünyada koşulsuz kabul eden tek şeyin toprak olduğunu bilmek, atalarının topraklarına saygılarını, canlarından öteye koyduklarını öğrenmek onu daha da çok bağlamıştı toprağa. Babası “Bizim memleketimiz, toprağımız farklı kızım. Bizim bu topraklarla geçmişimiz var. Biz bu topraklara sevdiklerimizi emanet etmişiz, sevdiklerimiz topraklarımız başkaları tarafından kirletilmesin diye kendilerini feda etmişler. Bu saatten sonra ne Türk milleti toprağından ne de toprağı Türk milletinden vazgeçer. Bu yüzdendir ki Türk milleti şifayı da dermanı da toprakta bulur. Aç mı kaldı, evsiz mi kaldı, toprağına koşar; toprak vefalıdır, ne derdin varsa ona derman olur.” demişti.
Birden açılan kapıyla Ahu irkildi, annesi sinirli bir şekilde odadan çıkıyordu. Pervin Hanım, elindeki elbiseleri büyük bir çantaya doldurmak için kapıyı açtı. Tam içeri giriyordu ki, Ahu’yu fark etti.
“Seni fark edemedim, ne zaman geldin kızım?”,
“Anahtarla açtım kapıyı anneciğim, duymamışsındır. Çilek reçeli yapacak mıyız?”
“Kızım kaç kere daha söylemem lazım? Çilek reçeli değil, çilek marmelatı.[!] Birinin yanında söyleyip de kendini gülünç duruma sokma sakın.”
“Babam ‘Tek fark içindeki meyvelerin boyutudur.’ diyor, meyve boyutundan dolayı reçelin adını değiştirmeye gerek var mı? Hem babaannemin yaptığı gibi yapıyoruz, o reçel diyorsa aynı şekilde yapıldığı için bunun adının da reçel olması gerekmez mi?”
“Ahucuğum kaç kere konuştuk? Babaannenin kullandığı kelimelerle değil, İstanbul’da kullanılan kelimelerle konuşacağız. Hem marmelat daha yeni bir kelime, reçel eskide kalmış. Eski kelimeler, yeni çağa uyar mu hiç? Eski kelimelerle çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşabilir miyiz hiç?”
“Anneciğim reçel eski bir kelime mi sanki, bir dükkâna girdiğinde reçel isteyince anlayabiliyorlar. Peki, marmelat var mı desen; reçel olduğunu bilmediklerinden ‘Yok.’ derler. Kimsenin anlamadığı kelimeleri kullanarak ve dilimize, dilimizin yapısına uymayan kelimelerle hangi çağa ayak uydurabiliriz?”
“Baban ve çağ dışı fikirleri, artık seni de etki altına almaya başladı. Gerçekten sıkıldım artık.”
“Anneciğim çağ dışı fikir dediğin; bize ait olan şeyi, bize ait olmayan bir kelimeyle mi tanıtmamız? Avrupa’yı bizden üstün sanıyoruz oysa yalnızca fikir dayatma yöntemleri üstün.”
Annesi Ahu’ya derdini daha fazla anlatmak istemedi. Marmelat konusu ne ara medeniyete, değerlere gelmişti sanki? Ancak Pervin Hanım’ın fark etmediği bir şey vardı, medeniyetimize, dilimize, benliğimize en çok bu şekilde zarar veriliyordu. Bir şeyi ifade ederken Türkçe kelimeleri değil, yabancı kökenli kelimeleri kullanmak ya da sırf Avrupa’dan geliyor diye yabancı ürünlere Türk ürünlerinden daha fazla değer vermek; önemsiz bir tutum gibi gözükse de değerlerimizi, medeniyetimizi yok ediyordu.
Yazar: Ceren Nisa Akkurt
Dünya Ekonomik Forumu’nun hazırladığı 2024 küresel tehlikeler yazanağı [rapor] yayımlandı. Bu yazanağa göre zararlı bilgi, [dezenformasyon] kısa vadede -2 yıl içinde- en önemli tehlike, uzun vadede -gelecek 10 yılda- ise en büyük 5. tehdit olarak görülüyor. Kısa vadede en önemli tehlike ilan edilmesi hasebiyle yanlış bilgi konusunu masaya yatırmak istedim. Aldığım iklim haberciliğine giriş ve bilgi güvenilirliği eğitimi ve yeni basın okuryazarlığı dersi kapsamında yanlış bilgi türlerini ve yanlış bilgiyle mücadele yöntemlerini anlatmaya çalışacağım.
Yanlış bilgi türleri temelde üç farklı kavram altında özetleniyor: Zararlı bilgi, bilinçsiz bilgi ve kirli bilgi.
Zararlı Bilgi, * Bir kişiye, topluluğa, kuruma, örgüte veya devlete zarar vermek amacıyla kasıtlı ve bilinçli şekilde yanlış bilgi üretilmesi ve yayılmasıdır. Tamamen veya kısmen üretilmiş ya da yönlendirerek [manipüle] kullanılan görsel, işitsel içerikler aracılığıyla zararlı bilgi oluşturulabilmektedir. Bu yanlış bilgi türü, iç veya dış siyasette nüfuz elde etmek, para kazanmak veya herhangi bir sorun yaratmak şeklinde üç temel güdü ile yayılmaktadır.
*Yanlış bilginin zarar verme kastıyla yayılmasını temsil ettiği için “zararlı bilgi” karşılığını öneriyorum.
Genelde sahte kullanıcılar, yapay hesaplar, [bot] sahte haber sayfaları, şüphe kuramcıları, [komplo teorisyeni] taraflı basın, siyasetçiler ve yabancı hükümetler zararlı bilgi yaymaktadır.
Bilinçsiz / Şuursuz Bilgi, * [Mezenformasyon] Kullanıcıların karşılaştıkları bilgilerdeki yanlışlığın farkına varmadan ve teyit etmeden diğer kullanıcılar ile bilgi paylaşmasıdır. Kullanıcıların paylaşma eylemlerinin altında genellikle yardım etme ya da dikkat çekme amacı yatar fakat paylaşımlarda beğeni ve tıklama alma hırsı da etken olabilmektedir. Bu yanlış bilgi türünde paylaşımcıların kasıtlı zarar verme istekleri yoktur. İnsanlar, tanıdıklarının paylaşması ya da kendi dünya görüşlerine uyumluluğu sebebiyle karşılaştıkları yanlış bilgiyi, güvenilirliğini sorgulamadan paylaşırlar.
*İnsanlar, yanlış bilgiyi bilinçsizce yaydıkları için “bilinçsiz ve şuursuz bilgi” karşılıklarını öneriyorum.
(1) Zararlı bilgi dolaşıma sokulduğunda, genellikle bilinçsiz bilgiye dönüşür.
Kirli Bilgi, * [Malenformasyon] Bir kurum veya kişiye zarar vermek amacıyla doğru ya da doğruluk payına sahip özel bilgilerin yayımlanmasıdır. Kirli bilgi türünde gizli bilgiler, kamu yararı için değil şahıs veya şirket çıkarları için ortaya atılır. Bu bilgi türünde bilgilerin bağlamlarını değiştirmek ve belirli kısımları düzenleyerek yayımlamak başlıca yöntemlerdir.
*Kirli çamaşırlarını ortaya dökmek deyiminden yola çıkarak “kirli bilgi” önerisinde bulunuyorum.
Yukarıda yanlış bilginin görece daha küçük çaplı boyutunu ele aldım. Peki yanlış bilgiler çığırından çıkarsa neye dönüşür?
Geleneksel basının aksine yeni basında okuyucular sadece alıcı konumunda değildirler. Elde ettikleri bilgileri tek bir düğmeye basarak tüm çevreleri ile paylaşabilme imkanına sahiptirler. Bu sayede okuyucular aynı zamanda dağıtıcı konumundadırlar. Dağıtımı kolaylaştıran bu özellik yanlış bilginin hızla yayılabilmesine de neden olabilmektedir. Topluma fayda sağlaması gereken paylaşma yeteneği bilgi salgınları yaratarak toplumsal facialara sebep olabilmektedir.
Bilgi Salgını, [İnfodemi] Doğru veya yanlış aşırı miktarda bilginin adeta bir salgın gibi denetimsiz ve hızlı şekilde yayılmasıdır. Bu durum, insanların güvenilir ve doğru bilgiye erişmesini zorlaştırır, yanlış bilgilerin her yerde dolaşmasına yol açar. Bilgi salgınları genellikle hastalık, doğal afet veya yıldırı [terör] saldırıları gibi buhran dönemlerinde ortaya çıkar. Böyle zamanlarda insanlar endişeli, telaş hâlinde ve bilgiye açtırlar. Bu durum, yanlış bilgi üreten ve yayan kişiler için mükemmel bir ortam sağlar.
Bilgi salgını, ıstılahsal [terim] anlamda doğru bilgileri de kapsamaktadır fakat neredeyse her zaman yanlış veya saptırılmış bilgileri içermektedir.
Bilgi Salgınının Yol Açabileceği Tehlikeler;
Bilgi kirliliği: Doğru ve yanlış bilgilerin birbirine karıştığı bir ortam yaratır. Ortaya çıkan bu karmaşık ortam insanların karar verme yeteneğini zayıflatabilir.
Toplumsal huzurun bozulması: Farklı görüşlere sahip insanların birbirlerinden uzaklaşmasına neden olabilmektedir. Dolayısıyla toplumsal kutuplaşmayı ve çatışmayı körüklemektedir.
El erkinin [demokrasi] zayıflaması: Örnek ile açıklamak gerekirse bir seçim sürecinde ortaya atılacak “oy sayımında hile yapılacak” iddiası tüm seçmenlerin el erkine duyduğu güveni sarsacaktır.
Sağlık sorunları: “Plandemi” örneğindeki gibi yanlış bilgiler yüzünden toplumda aşı ve ilaç karşıtlığı ortaya çıkabilir. Yanlış bilginin paylaşımı ile başlayan bu durum birçok insanın ölümü ile sonuçlanabilir.
*Plandemi: Covid-19 salgını hakkında yanıltıcı bilgileri teşvik eden, şüphe kuramlarına [komplo teorisi] dayalı film[!] üçlemesidir.
Yanlış Bilgilerle Mücadele Yöntemleri
Bireysel Yöntemler
Toplumsal Yöntemler
Bir bilgi nasıl teyit edilir?
⦁ Bilgiyi aldığınız kaynağı ve geçmişini sorgulayın. Kaynak, geçmişte kasıtlı yanlış paylaşımlarda bulunmuş mu gözden geçirin.
⦁ Google görsel arama aracını kullanarak şüpheli oynatı ve görsellerin çıkış noktalarını bulabilirsiniz.
⦁ Bilgiyi destekleyen kanıtların ve kaynakların olup olmadığına bakın.
⦁ Teyit uygulamalarını kullanarak bilgiyi denetleyin. Örneğin: Teyit.org, FactCheck.org, Snopes.com, Malumatfuruş.org
Kaynakça
⦁ POLAT, B., & SÜTCÜ, C. (2022). #Plandemi Enfodemisinin Anatomisi: Covıd-19 Pandemisi Döneminde Yanlış Bilginin Yayılımı Üzerine Bir Vaka Analizi. Türkiye İletişim Araştırmaları Dergisi(40), 376-393. https://doi.org/10.17829/turcom.1050723
⦁ ERDOĞAN, Emre vd. İnfodemi ve Bilgi Düzensizlikleri: Kavramlar, Nedenler ve Çözümler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2022
⦁ http://infodemiegitimi.org/bilgi-duzensizligini-anlamak/ (Erişim tarihi:21.02.2024)
⦁ https://teyit.org/teyitpedia/teyit-sozluk-dezenformasyon-nedir (Erişim tarihi:21.02.2024)
⦁ https://www.aa.com.tr/tr/teyithatti/aktuel/infodemi-nedir/1815447 (Erişim tarihi:21.02.2024)
⦁ https://www.aa.com.tr/tr/teyithatti/blog/dunya-ekonomik-forumu-en-buyuk-kuresel-risk-dezenformasyon/1817239 (Erişim tarihi:21.02.2024)
Şehrin sisli havasında hızlı adımlarla yürüyorum. Yollar engebeli, ayakkabımın altı delik ve şakır şakır yağmur yağıyor. Sahi yağmur da yağacak günü buldu. Oysa dün hava güneşliydi. Zaten her şey beni bulur. Ben bir iş yapacaksam o gün dünyada daha önce yaşanmamış tüm felaketler yaşanır. Neden diye sormayın bilmiyorum. Hay Allah otobüsü[!] kaçırdım. O son çöreği [poğaça] almak için on beş dakika fırının önünde bekledim. İnanabiliyor musunuz on beş dakika, on beş, on beş… Aslında otobüsün hareket saatine daha vardı. Sürücü bugün otobüsü erken kaldırmış. Şimdi burada suçlu ben miyim? Söyleyebilir misiniz? Bekliyorum acele etmeyin. Bir çörek için on beş dakika beklemişim sizin cevabınızı mı beklemeyeceğim. Hem ben zaten alışkınım beklemeye. Hayatı beklerim, mutluluğu beklerim, maaşı beklerim, arkadaşlarımı beklerim bir de sizin cevabınızı bekleyeyim nedir yani. Tamam kızmayın. Haklıyım, biliyorum. Ne için haklıyım? Allah Allah ne sormuştum ben? Son zamanlarda da huy oldu bende. Konuştuğum her şeyi unutuyorum. Bir hekime görünsem iyi olacak. Geçen gün bizim çocuklarla mahallenin kıraathanesinde oturuyoruz. Laf lafı açtı, az çok tanıdınız beni konuşmayı seviyorum. Başladım anlatmaya ve şöyle dedim: “Hekim hastayı görmeden ilaç yazmıyormuş babam için ilaç yazdıracaktım ama gitmemle gelmem bir oldu.” Masadaki arkadaşların hepsi suratıma baktılar. Sağ tarafımda Hasan oturuyordu. Kıkır kıkır gülmeye başladı. On beş (İşte yine on beş çıktı karşıma. Bunda da vardır bir alamet.) yıllık çocukluk arkadaşım Hasan, canım kardeşim vallahi bu kadar güldüğünü hatırlamıyorum. Sözümün bitmesini mancınığın ucundaki sopa gibi bekledi ve benim aradan çekilmemle lafını bir sopa gibi fırlattı: “Ah benim canım sen eski Türk filmlerine[!] bu ara çok sardın herhalde. Hekimler, andaçlar, abeceler havada uçuşuyor. Bence sen yakın zamanda bir doktora[!] görün. Ay affedersin, hekim diyecektim.” Gülüşme sesleri devam eder ve perde kapanır. Tabii bir şey diyemedim. Ben ilaç diyorum o bana Türk filmi diyor. Diğerlerinin de hiç umurunda olmadım. Ne demiştim size ben hep “beklerim”. O gün en yakın arkadaşlarımın bana soru sormalarını bekledim ama kimseden ses çıkmadı. İçimden şiddetli bir şekilde: “Evet, bir hekime görünsem iyi olacak çünkü unutmaya başlıyorum. Sevdiğim yemeklerin adını, annemin ezbere bildiğim telefon[!] numarasını, [!] bazen de yaptığım işi unutuyorum.” Anlatıcı zihninde hayâl kurar cümleler boşluklarda kendine yer arar.
Hasan’ın sözleri zihnimden uzun bir süre gitmedi. Bana niye öyle davrandı anlamış değilim. O gün masada sadece o yoktu lakin Hasan benim canımdı. Benimle nasıl böyle konuşurdu. İğneleyici bakışlar, sadece dalga geçilmek için ortalığa savrulan sinsi gülüşler… Ben bunu hak ettim mi diye günlerce kendimi suçladım. Ne kadar üzülsem de gidip onunla konuşamadım. İşte bu olayın üstü de kapandı. Ah, ne kolay değil mi bir şeylerin üzerini kapatmak? Kapatmak demişken ne geldi aklıma. Durun döneceğim otobüs mevzusuna. Burada eğlenceli bir hikâye var! Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri annemin sandığından çıkardığı yorganları üst üste koyup saatlerce yorganların üzerinde yatmaktı. Nasıl da naftalin[!] kokardı o yorganlar. Yine bir hüzün çöktü üstüme ama buna fırsat vermemem lazım. Lakin fıtratımda var duramıyorum. Ne demiştim Hasan, kapatmak, sandık ve buldum yorgan! Üst üste koyduğum yorganların ağırlığı da bir zaman sonra fazla gelirdi. Ya sıkılırdım ya da sırtımda büyük bir acı hissederdim. Acaba yorganların yünlerinden mi diye düşünürdüm. Nihayetinde anlarız zanaat işinden. Ne yünden ne de sıkılmaktan değildi o acı. Hepsinin üst üste durmasıydı beni yoran. Yahu yorgan nasıl yorsun bizi? Yorar işte hepsini üst üste koyarsan yorar. Hem annem ne güzel sandığa saklamış. Ne diye ısrar edip durdum acaba. Al sana yorgan, al sana naftalin. Hadi o zaman yorganları bir sandığın içine koyup ortadan kaldırırdık. Şimdi Hasan’ı ve tüm dertlerimi bir sandığa mı kilitleyeyim? Zamanı gelince çıkartırım çok da zor değildir. Yok yok bu hiç mantıklı değil, en az on beş dakika sıra beklemek kadar mantıksız.
Yağmur biraz dinmeye başlamıştı. Benim de anlatacak hikâyem kalmamıştı. Çörek, börek derken unuttuğum her şeyi yavaş yavaş hatırlamaya daha doğrusu kendime hatırlatmaya başladım. Dünyada en çok sevdiğim şeylerden biri kendime soru sormaktır. Yeni yeni konuşmaya başlayan bebeklere anne ve babaları sürekli soru sorar ya bendeki de o hesap. Diğer otobüs gelene kadar kendim ile mülakatım başladı. Hayat sınavından geçtim ama ya kendi mülakatımdan kalırsam? Demeyeyim dedim ama yine duramıyorum. Hasan bu sözlerimi duysa: “Edebiyat yapma kardeşim, on beş dakika sıra beklemişsin, otobüsü kaçırmışsın, bunlar yetmemiş ayakkabının altı delik sen hâlâ soru peşindesin. Biraz çık şu hâyâl dünyasından.” derdi. Hasan der demesine de ben onu dinlemem ki, sorarım sorularımı bakarım yoluma. Evet, başlıyoruz. En sevdiğin kitap? Marcel Proust- Albertine Kayıp. Çocukken yemeyi en çok sevdiğin tatlı? Erimiş dondurma. Lisedeki[!] en iyi arkadaşın? Hasan (bundan emin misin? Evet.) Uyuyakaldığın için kaçırdığın sınav? ÖSS.
Son soruyu cevaplarken diğer otobüs geldi. En ön sırada ben varım. İstediğim yere oturabilirim. Aman Allah’ım ne büyük mutluluk! Günler, haftalar hatta aylar sonra beklediğim bir şey karşılığını buldu. En azından sıkış tıkış otobüste ayakta gitmekten kurtuldum. Telefonumu açtım ve hangi durakta ineceğime baktım. On beş durak sonra. Ne on beşmiş arkadaş, bırakmadı peşimi. Neyse tadımı daha fazla kaçırmayım. Bugünün en büyük mutluluğu bu an. Soru sormayı, düşünmeyi bırak ve on beş durak sonra in.
Yağmur biraz dinmeye başlamıştı demiştim ya yine çoğaldı. Alıştık artık, hızlı hızlı yürürüm ne yapayım. Cebimde ayakkabı alacak kadar para yok. Hem bugün hafta sonu dükkanların açılmasına daha var. Önce şu otobüsten ineyim de bakarım bir çaresine. Yağmurlu günlerde tıpkı o yorganların ağırlığı gibi içime bir ağırlık çöküyor. Evden çıkmayı hiç sevmiyorum. Fakat bugün zorunluluktan çıktım. Ev işini iyice ertelemiştim. Korktuğumdan, endişe duyduğumdan belki de hayata devam etmeyi bir vazife saydığımdan. Vazife demişken bizim mahallede bir terzi var, geçen gün birkaç parça kumaş götürdüm ve bana ceket[!] dikmesini söyledim. “Çok çabalıyorsun ama zorlama oğlum.” dedi. Birkaç kere görüşmüştük ama anladı hemen beni. On beş yıllık arkadaşım Hasan bile bu kadar içten konuşmamıştı benimle. Ufak bir tebessüm ettim ve hemen başımı sıvazladı. Bir sevgi kırıntısına ne kadar muhtaçmışım diye düşündüm. Dükkânda daha fazla kalırsam ağlayacağımı anladığımda “Borcum ne kadar?” dedim. “15 TL versen yeter oğlum.” dedi.
Otobüsten indim, kulağımda bir uğultu. Beynimim içi dönüyor ve ben hiçbir şey yapamıyorum. Belki de açlıktandır. Bir su içip kendime geleyim dedim fakat birdenbire yere kapaklandım. Gözlerim kapanmadan saatime baktım ve “08.15” …
“Ilıman bir ilkbahar akşamıydı. Gökyüzü, soluk mavi tonlarından[!] altın rengine dönüşüyordu, gün batımının nazik dokunuşuyla. Havanın içinde hafif bir esinti vardı; o esinti, taze çiçek kokularını taşıyarak etrafa yayılıyordu. Yolda yürüyüşe başladığımda, toprak hafif nemliydi ve yeni yeşermiş çimenler ayaklarımın altında nazikçe eğiliyordu. Fakat her adımda, toprak bana baharın uyanışını, doğanın canlanışını hissettiriyordu. Ağaçların dalları, hafif rüzgârın etkisiyle nazlı nazlı sallanıyor, kuşlar ezgili şarkılarıyla ağaçların tepelerinde raks [dans] ediyordu. Yürüdükçe, kuşların ötüşleri ve hafif rüzgârın şarkısı kulaklarımda bir çalgı topluluğuyla [orkestra] buluşuyordu. Güneşin son ışıkları, gökyüzünde raks eden kuş tüylerini altın rengine boyuyordu. Uzaklarda, dağlar ve tepeler, gün batımının altında yumuşak bir mora bürünmüştü. Manzara, doğanın zarafetinin resmini çiziyordu. Yolda ilerledikçe, çiçeklerin rengârenk paleti[!] göz kamaştırıcıydı. Mor, sarı, pembe ve beyaz renkli çiçekler bir arada, doğanın cömertliğini ve canlılığını sergiliyordu. Her bir çiçek, güneşin son ışıklarında parlıyordu. Yürüyüşüm boyunca, etraftaki sessizlik içsel bir huzur yaratıyordu. Doğanın ezgisi, içsel gürültülerimi sakinleştirmeme yardımcı oluyordu. Ilıman bir rüzgârın yanı sıra, doğanın sessizliği de konuşuyor, ruhumu yeniliyordu. Ilıman ilkbahar akşamında yapılan bu yürüyüş, doğanın uyanışının, huzurun ve güzelliğin bir kutlaması gibiydi. Her adım, yeni bir başlangıcın ve umudun simgesiydi, çiçeklerin, kuşların ve doğanın bir araya gelerek yarattığı eşsiz bir sanat eseriydi.”
Ben de size, kuşların ve doğanın bir araya gelerek yarattığı değil, insanların bir araya gelerek yarattığı eşsiz bir sanat eserinden bahsetmek istiyorum. ChatGPT… ve az önce okuduğunuz kısa deneme onun eşsiz sanat eseri. Size, “Bana ilkbahar akşamında yapılan bir yürüyüşü edebi bir dille tasvir eder misin?” desem saniyeler içerisinde az önce okuduğumuz gibi bir yazı yazabilir misiniz? Bir insanın saniyeler içerisinde böyle bir yazı yazması mümkün mü değil mi bilmiyorum ancak ChatGPT sorumu sorduktan birkaç saniye sonra benim için bu yazıyı üretebiliyor.
İnsan aklının ortaya koyduğu yapay zekâ uygulayım biliminin [teknoloji] yapabildiklerine inanabiliyor musunuz? İlkbahar akşamında yapılan bir yürüyüşün edebi bir dille tasvir edilmesi için rastgele on kişi seçilse ve hatta herhangi bir süre verilmese dahi seçilen on kişinin çoğu böyle bir tasvir kaleme alamayabilir. Ancak ChatGPT kendisine yüklenen milyonlarca[!] belge, makale, kitap, ağ sayfası ve daha fazlasını içeren geniş bir metin verisi ile yeni eserler, yeni metinler üretebiliyor.
ChatGPT, OpenAI tarafından geliştirilen ve karşılıklı konuşma konusunda uzmanlaşmış bir yapay zekâ sohbet robotudur. [!] “Yapay zekâ” kavramının yaratıcısı, “Makineler[!] düşünebilir mi?” sorusunu ortaya atarak makine zekâsını tartışmaya açan Alan Mathison Turing’dir. Alan Mathison Turing, İngiliz riyaziyeci [matematikçi] ve bilgisayar bilimcisidir. Hatta bilgisayar biliminin kurucusu sayılır.
Peki, siz ne düşünüyorsunuz? Makineler düşünebilir mi? Makineler bir insan gibi yeni eserler ortaya koyabilir mi? Belki de içimde tedirginlik hissi uyandıran, bir şeylerin doğru gitmediğini söyleyen şey ChatGPT’nin yeni metinler üretebilmesi değil de insanların ChatGPT’yi kötü niyetlerle kullanabilme ihtimalidir. Örneğin az önce okuduğumuz metnin ChatGPT’ye ait olduğunu söylemeseydim ve kendi yazımmış gibi davransaydım kim aksini iddia edebilirdi? Hadi bakalım, ahlakı olmayan bir zekânın bize nasıl iş ahlakı öğretmeye çalıştığını görelim. “ChatGPT, senin yazılarını kendi yazılarım gibi paylaşmak yanlış olur mu?”
ChatGPT: “Evet, yanlış olur. Benim gibi bir yapay zekâ tarafından üretilen metinler genellikle genel bilgi ve rehberlik amacıyla üretilir. Ancak, bu metinlerin telif hakkı sahibi OpenAI’dir ve kullanımı genellikle belirli sınırlamalara tabidir. Bu nedenle, benim ürettiğim metinleri kendi yazınız gibi paylaşmak veya ticari amaçlarla kullanmak telif hakkı ihlali kabul edilebilir. Özgün içerik üretmek ve paylaşmak her zaman en iyisidir. Kendi düşüncelerinizi, araştırmalarınızı ve deneyimlerinizi paylaşmak, hem ahlaki [etik] açıdan doğru bir davranıştır hem de kişisel gelişiminize katkı sağlar. Başkalarının çalışmalarına saygı göstermek ve telif haklarına uygun davranmak önemlidir.”
Peki, yapay zekâ uygulayım bilimi bu kadar nitelikli işler üretebilirken biz ne yapabiliriz? Birçok alanda yeni şeyler üretilebilmesi için insanların uzun mesai saatlerinde çaba harcamaları gerekmektedir. Gelişen yapay zekâ uygulayım bilimi sayesinde daha az insan gücüyle çok daha verimli sonuçlar alınabilmektedir. Örneğin eskiden bir mimar için yaptığı el çizimleri çok kıymetliydi. Günümüzde ise el çiziminden ziyade bir fare ve birkaç harf ile verilen komutlar aracılığıyla bilgisayar ekranlarında[!] çizimler yapıyoruz. Çizimler sanal ortamda yapılsa dahi mekâna uygun tasarımlar yapabilmek için kafa patlatıyoruz. Belki de artık kafa patlatmamıza gerek yoktur ya da bir mimara ihtiyaç yoktur. Yapay zekâya gerekli bilgileri verin ve bırakın. Size olabilecek yerleşim tasarımı [plan] seçeneklerini sunsun. Peki, o zaman insanlara ne olacak? Uşaklara, bahçıvanlara, tasarımcılara, hekimlere, öğretmenlere ne olacak? Yüzlerce insanla uğraşmak yerine çok daha verimli çalışan cihazlar, yapay zekâlar üretilebilirken biz insanlara ne olacak?
Yapay zekâ insanların yerini alabilir mi? Bir insan kendinden daha akıllı yeni bir şey, yeni bir tür yaratabilir mi? Bir insanın ChatGPT gibi her konuda bilgili olması mümkün mü? Sorduğum sorulara kendim cevap bulamadım ya da “Hayır, ne kadar uğraşırsan uğraş, okursan oku, araştırırsan araştır, hiçbir zaman ChatGPT kadar bilgili olamazsın.” demeyi adil bulmadım. Sanırım, bizim icat ettiğimiz bir şeyin bizden nitelikli olmasını kabullenemedim ve yine ChatGPT’ye sordum. “Bir insanın senin kadar bilgili olabilmesi mümkün mü?”
ChatGPT: “Şu anki uygulayım bilimsel [teknolojik] seviyede, bir insanın benzer bir bilgi düzeyine ulaşabilmesi oldukça zor ve zaman alıcı olabilir. Ben, OpenAI tarafından geliştirilen GPT-3.5 tabanlı bir yapay zekâ dil modeliyim ve geniş bir metin verisi kümesinde eğitildim. Milyonlarca kitap, makale, ağ sayfası ve daha fazlasındaki bilgileri içselleştirdim. Ancak, insanlar ve yapay zekâ arasındaki temel farklar devam ediyor. Ben, metin verileri üzerinden öğreniyorum ve cevaplarımı bu verilere dayandırıyorum, ancak duygulara, deneyimlere ve insan içgüdülerine sahip değilim. Ayrıca, benim bilgi seviyem, 2022 yılına kadar olan bilgilerle sınırlıdır ve güncellemelerden haberdar değilim. İnsanlar; karmaşık, duygusal, ahlaki ve yaratıcı kararlar alabilme yeteneğine sahiptir. Ayrıca, geniş bir deneyim yelpazesi ve öğrenme süreçleriyle öne çıkarlar. İnsanların sahip olduğu bu özel yetenekler, şu anki uygulayım bilimsel gelişmelerle henüz tam taklit edilememiştir. Bir insanın benzer bir bilgi düzeyine ulaşabilmesi, geniş bir bilgi birikimi, deneyim kazanımı ve sürekli öğrenme gerektirir. Ancak insan ve yapay zekâ arasındaki farkları anlamak ve birbirlerini tamamlayıcı şekillerde kullanmak, daha etkili sonuçlar elde etmeye yardımcı olabilir.”
Evet, insanı diğer canlılardan ayıran en belirgin özellik aklını, duygularını kullanarak düşünme yetisidir. Peki, bizi diğer canlılardan ayıran en önemli yetimizi yavaş yavaş kaybediyorsak… Hissettiğimiz duygularımızı kaybedersek bir insandan geriye ne kalır ki? Herkesin birbirine benzemeye başladığını ve daha duygusuz olduğumuzu zaman zaman sizde hissetmiyor musunuz? Ya yeni bir evrimleşme süreci içerisindeysek? Ya insan ırkı yok olursa ya da bizi insan yapan özelliklerimizi kaybediyorsak? Gelecek yüzyıllarda ne yaşayacağımızı kim bilebilir? Yine cevabını bilmediğim ve bulamadığım onlarca soruyla boğuşurken kendimi ChatGPT ile konuşurken buldum. “Yapay zekâ insanları öldürebilir mi?”
ChatGPT: “Yapay zekâ, kendi başına bir varlık olarak insanları öldürme yeteneğine sahip değildir. Ancak, insanlar tarafından denetlenen ve izlencelenen [programlanan] yapay zekâ dizgelerinin [sistem] yanlış kullanımı, hataları veya kötü amaçlı saldırıları sonucunda insanlar zarar görebilir. Özellikle silahlı uçangöz [drone] düzenekleri [sistem] veya özişlerlikli [otomasyon] askeri düzenekler gibi uygulamalarda, yapay zekâ uygulayım biliminin yanlış kullanımı ciddi ahlak ve güvenlik endişelerine yol açabilir. Bu nedenle, yapay zekâ uygulamalarının ahlak ölçütlerine uygun bir şekilde tasarlanması, geliştirilmesi ve kullanılması önemlidir. Yapay zekâ düzenekleri, insanların yaşamını korumak ve toplumun güvenliğini sağlamak amacıyla güvenli, şeffaf ve hesap verebilir bir şekilde tasarlanmalıdır. Yapay zekâ uygulayım biliminin güvenli kullanımını ve ahlaki değerlere uygunluğunu sağlamak, bu tür olası tehlikeleri en aza indirmeye yardımcı olabilir.”
Sanki ChatGPT bile bana bu yeni dünya düzeninin insanlığa zarar vermediğini ya da vermeyeceğini söyleyemiyor gibi hissettim. Uygulayım bilimi her anlamda işimizi kolaylaştıran ve günlük hayatımızın vazgeçilemez bir parçası hâline gelmiştir. Ancak uygulayım biliminin getirdiği faydalar yanında birçok zararı olduğu da inkâr edilemez bir gerçektir. Her türlü savaşa karşı olan Albert Einstein öğecik [atom] bombası[!] ile binlerce insanın öldürüleceğini bilseydi yine de öğecikleri parçalar mıydı? Maalesef iyi niyetle geliştirilen uygulayım bilimi çalışmaları kötü ellerde çok tehlikeli olabiliyor. Belki de ChatGBT’ye yanlış bir soru sormuşumdur. Korkutucu olan ölmek ya da yok olmak değildir. Var olurken yozlaşmaktır, olmadığın birine dönüşmektir.
Dan Brown’un “Başlangıç” isimli kitabında, icat edilen bilgisayar ile “Nereden geldik?” sorusunun cevabı aranmaktadır. Ancak geçmiş geçmişte kalmıştır ve daha önemli bir şey vardır. Nereden geldiğimiz değil nereye gittiğimiz… Ardından “Nereye gidiyoruz?” sorusu bilgisayara sorulduğunda yapay ortamda beklenilmeyen bir şeyle karşılaşılır. İnsan ırkı yok olmayacak yeni bir türün yanında azınlık kalacaktır. İnsan ve robot karışımı yeni bir ırk ortaya çıkacaktır. Uzun zaman önce okuduğum bu kitap bugünlerde aklıma gelip duruyor.
Gelecekte bizleri neler bekliyor? İnsanoğlunun nereden geldiğini bilmiyorum ama bu dünyada böyle denetimsiz bir şekilde yaşadıkça iyiye gideceğimize de inanmıyorum. Sanki yaşadıklarımız birer tanıtım filmi[!] ve filmin devamı gelecek gibi hissediyorum. Ben çocuklarımıza daha güzel bir dünya bırakmak istiyorum. Buna mecburuz.
Yazar: Şadiye Sedef Keskin
İkinci Meşrutiyet Dönemi ele alındığında harf konusundaki tartışmaları ıslahat yanlıları ve Latin Abecesi taraftarları şeklinde iki farklı topluluğun görüşleri çerçevesinde incelemek mümkündür. Bu dönemde Latin Abecesi taraftarlarının güçlendiği göz önünde bulundurulduğunda ıslahatçıların kendi fikirlerini korumanın yanı sıra karşıtlarının iddialarını da çürütmek zorunda kaldıkları anlaşılmaktadır.
Islahat yanlılarının, Latin Abecesini isteyenlerin iddialarına karşı hazırladıkları cevaplar şu şekildedir;
1- Latin harflerinin alınmasını isteyenler “Yazımız güç öğreniliyor.” iddiasını ileri sürmektedirler. Bu iddia Latin harflerinin alınması için yeterli ve geçerli bir sebep değildir ve gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yazımız bugünkü usul ile iki üç ayda öğrenilebilmektedir. Latin harfleriyle okumak için hiç olmazsa bunun yarısı kadar bir zaman ihtiyaç vardır. Acaba çocukların bir iki ay önce okumalarıyla her zorluk hallolacak mıdır? Latin yazısına nispeten yazımızın öğrenirken yarı yarıya güç olmasına mukabil kullanırken yarısından fazla kolay olduğunu unutacak mıyız? Adeta kişilere benzeyen kelimelerimizle okuma ve yazmanın daha kolay ve iktisadi olduğu meydanda değil midir? Yazımız hızlı yazmanın [stenografi] temin ettiği kolaylığı kısmen ifa etmiyor mu? Harflerimizle bir satıra koyduğumuz bir cümleyi Latin harfleriyle en aşağı iki satıra yazmak ihtiyacında değil miyiz?
2- Latin abecesini savunanlar imlamız bir türlü yerleşemiyor görüşünü ileri sürmektedirler. Bununla ilgili cevabımız şudur: İmlamızın yerleşememesinde harflerimizin kabahati nedir? İlmi bir encümen başka yerlerde olduğu gibi bir şekil tespit etti mi? Her ses için bir şekil tayin olunarak okul kitaplarından itibaren neşriyatta bir imla ittihaz edilirse, imladan dolayı harflerimizin değişmesine ihtiyaç kalır mı?
3- Latin harflerinden yana olanlar abecemizi değiştirmemiz için bir başka gerekçe olarak yabancılar harflerin güçlüğünden dolayı dilimizi öğrenmeye rağbet etmiyorlar görüşünü ortaya atmışlardır. Yabancılar mecbur olur veya alaka duyarsa Mısır’da ve Suriye’de Arapça öğrendikleri gibi Arapçadan daha kolay dilimizi de öğrenmeyecekler midir? Dünyanın belki yarısı ya mecbur veya alakadar olduğu için yazısı ve imlası bizimkinden çok güç İngilizceyi nasıl öğreniyor? Acaba Arnavutların Latin harflerini kabul etmeleri üzerine kaç yabancı Arnavutça öğrenme ihtiyacı duymuştur?
4- Latin abecesini isteyenlerin dile getirdikleri bir diğer gerekçe “Az çok tahsil edenlerimiz bile bir makaleyi yanlışsız okuyamıyor.” şeklindedir. Bugün bir makalede bilmedikleri kelimeleri yanlış okuyan tahsilli adamlarımız kelimeleri Latin harfleriyle yazıldığı için doğru okusalardı o bilmedikleri kelimelerden ne anlayacaklardı? Yazı diliyle konuşma dilinin, halk edebiyatıyla divan edebiyatının arasında hâlen dolmayan uçurumu Latin harfleri doldurabilecek midir? Kullandığımız bütün kelimeler tayin ve tespit edilmedikçe bunların şimdiki yazımızla veya Latin harfleriyle yazılmasında bir fark var mıdır?
Yazılanlar incelendiğinde ıslahat yanlılarının aslında açık ve kesin çözümler üretmek yerine günü kurtaracak yollar aradıkları fark edilmektedir.
Tanzimat Dönemi görüşleriyle benzerlik gösteren ıslahatçıların görüşleri esasında ortak bir karara bağlanabilmiş de değildir. Bu niteliğiyle Latin Abecesi taraftarlarına muhalefet etme maksadıyla düzensiz, örgütlenememiş bir hareket şeklinde adlandırabileceğimiz ıslahatçılar kendi aralarında da farklı farklı görüşler çevresinde toplanmışlardır. Islahatçılar öncelikle “Islahat imlada yapılmalıdır.” diyenler ve “Islahat harflerde yapılmalıdır.” diyenler şeklinde iki ana öbeğe ayrılmışlardır.
İmla konusunda ıslah isteyenler ise yine kendi aralarında iki farklı görüş etrafında toplanmışlardır. Birinci kısım tüm kelimeleri kurallara bağlamak gerektiğini savunmuşken ikinci kısım ise sadece Türkçe kelimelerde ıslah yapmak gerektiğini savunmuş ve Arapça-Farsça kelimelerin kendi hâlinde yazılması gerektiğini belirtmiştir. Abecede sadece imla yani yazımın yeniden düzenlenmesiyle ıslahat yapılmalı ve bu bazı harflere şekiller ekleyerek ya da harekeyle sesli harfleri belirtmek veya sesli harflerin sayılarını arttırmak şeklinde olmalıdır görüşünü benimseyenlerin önde gelenleri arasında Servet-i Fünûn yazarlarından İsmail Subhi Bey yer almıştır.
Islahatı bazı harflere değişik işaretler eklemek suretiyle veya mevcut harekeyle yapılması gerektiği, yani yazıda çok köklü bir ıslaha lüzum bulunmadığı görüşünü savunan bir diğer isim ise dar’ül muallimin öğretmenlerinden Ali Nusret Bey’dir. Ali Nusret Bey, imladaki zorlukların giderilmesi için harekelerin yeterli olduğunu ve harekenin kendi başına bir çözüm olduğunu iddia etmiştir. Ahmet Hikmet Bey ile Celal Esat Bey de ıslah konusunda benzer düşünceleri savunmuşlardır.
Yazım şeklindeki değişiklik ile bir ıslah yapılmalıdır yani Arap harfleri Latin harflerindeki gibi ayrı yazılmalıdır iddiasında bulunanlar ise harflerin bitişik yazılmasının zor olduğunu ve bu nedenle karışıklıklar ortaya çıktığını ileri sürmüşlerdir. Önderliğini Milaslı İsmail Hakkı Bey’in yaptığı bu toplulukta Cihangirli Şinasi, eğitimci İsmail Hakkı Baltacıoğlu ve doktor[!] Necmettin Arif gibi aydınlar yer almışlardır.
İsmail Hakkı Bey’e göre Arapçanın kendine has yapısı sebebiyle bu harflerin bitişik yazılmasından kaynaklanan ve aslında Türkçeye uymayan mevcut yazı tarzımız yüzünden, yazı ve imlada ortaya çıkan birçok sorun harflerin ayrı yazılmasıyla giderilecek ve yazma, okuma daha kolaylaşacaktır. Böylelikle mevcut yanlışlıkların da önüne geçilecektir. Bu görüşün bir başka savunucusu Cihangirli Şinasi Bey ise harflerin ayrı yazılmasıyla yazımızın daha kolay bir hâle geleceğini vurgulamıştır.
1910 yılında Mehmed adında bir Arnavut, Arnavutluk’ta Latin Abecesinin kullanılmasını istemiş fakat dönemin şeyhülislamı Kur’an Arap Abecesi dışında bir abece ile yazılamaz bu nedenle Müslüman bir halkın yaşadığı bölgede Latin Abecesi kullanılamaz şeklinde bir fetva vermiştir. İkinci Meşrutiyet Dönemi’nin başlarında yaşanan bu olay devletin harf konusundaki tutumunu yansıtması açısından önemlidir. Bununla birlikte devlet kısa bir süre içinde harf konusundaki tutumunu değiştirecektir. Öncelikle Osmanlı topraklarındaki gayrimüslimlerin Latin Abecesiyle yazmalarına izin veren devlet daha sonra bazı karışıklıkların önüne geçmek için devlet yazışmalarında da Latin Abecesinin kullanımına izin vermiştir.
Her ne kadar abece konusunda birbirinden farklı görüşler bulunsa da dönem aydınları genelde harflerin ayrı yazılması konusunda hemen hemen hem fikirdir. Harflerin ayrı yazılması okumada kolaylık sağlayacağı gibi dizgi işlerinde de kolaylık getirecektir. Bu kolaylıkların kavranılmasıyla Arap Harfleri’nin ayrı yazılmasının ve hatta harflerin tek biçimde kullanılmasının zamanla devlet tarafından da desteklendiği görülmüştür.
Nitekim devletin en yetkililerinden Enver Paşa’nın ürettiği abece de ayrı yazılan Arap Harfleri’nden türetilmiştir. Huruf-u munfasıla, hatt-ı cedid, Enver Paşa yazısı veya ordu elifbası diye adlandırılan bu yazıda harfler diğer harfler ile bağlandıklarında aldıkları şekillerle değil kelime sonlarındaki hâlleriyle yazılmışlardır. 1913 yılından 1917 yılına kadar ordu yazışmalarında kullanılan bu abece için Enver Paşa bir elifba da yazmıştır. Ne var ki kullanımı kolay olmayan Enver Paşa Abecesi çözüm yerine yeni sıkıntılar meydana getirdiği için kısa sürede kaldırılmıştır. Ordu yetkesi [otorite] içinde bile zaman kaybı getiren ve başarısızlıkla sonuçlanan bu abece girişimi Cumhuriyet Dönemi’nde Atatürk ve çevresi için ibret verici bir örnek uygulama teşkil etmiştir.
Meşrutiyet Dönemi’ndeki Latin Abecesi algısıyla ilgili söylenmesi gereken en önemli husus ise ses bilgisi [fonetik] konusundadır. Bu dönemde dünyada hâkim dil Fransızca’dır. Dolayısıyla Latin Abecesi kullanıldığında Fransızca ses bilgisine göre yazım yapılır fikri mevcuttur. Fransız ses bilgisine uygun yazılacak Türkçe ise o günkü yazıya göre de bugünkü yazıya göre de uzun olacaktır. Hacimce fazla yer kaplayacak yeni yazı bu nedenle de muhaliflerin tepkisini almıştır.
Nasıl ki gecenin, ayının; gündüzün de güneşinin ışığıyla, gökyüzündeki sırlar perdesini en görkemli ve en aydınlık kimin aralayacağı yarışına girmesi tesadüf değilse; bir kişinin, tüm dert ve sıkıntılarının tek çaresi, mutluluğunun pekiştiricisi olacak bir eseri, en büyük kütüphanenin bile muhafaza edilmelerinde yetersiz kalacağı milyonlarca[!] kitap arasından tereddüt etmeden seçip alması da o kadar tesadüf ve sebepsiz değildir.
Eli her ne kadar diğer kitaplara gitmeye yeltense de aklı ve kalbi buna katiyen izin vermez; onu, çareyi yanlış sayfalar arasında gezinerek aramaktan feryat figan ederek kurtarmaya çalışır. Çok istese de diğer kitaplardan bir cümle bile şifa bulamaz.
Duruma şaşıp kalır, pek bir anlam veremez. Elindeki kitabın ne cildi tanıdıktır ne de adı fakat içindeki ses; kitabın çoktandır hafızasında tozlu bir şekilde onu beklediğini söylemektedir. Sayfaları biraz karıştırıp bir anı, bir yaşanmışlık hatırlamaya çalışır. Her sayfada şaşkınlığı büsbütün artar: Okuduğu her kelime, hayatının farklı anlarından birer alıntı; doyasıya içine çektiği saman ve mürekkep kokusu, kitaplığının başköşesinde yer etmiş, bitirmeden elinden düşürmediği, bitirse bile tekrar okuduğu, en beğendiği cümlelerin altını çizmeye kıyamadığı kitaplarının kokusudur.
Eseri binbir gayretle vazgeçirildiği diğer kitaplardan daha yabancı, daha başkası gibi görse de ona, “kendi”den başka hiçbir tabir uygun bulunamazdı. Farkında olmasa da kitapla onun arasında, yaşanmışlıklarının üzerindeki tesiriyle, hissettirdiği duygularıyla örülmüş görünmez, güçlü bir bağ bulunmaktadır. O yaşamının her anında, her saniyesinde hikâyenin kahramanı, vazgeçilmez parçasıdır.
Bilgisini kendi zamanıyla, yaşadığı coğrafyayla sınırlandırmayıp geçmişin, köklerinin, farklı kültür ve coğrafyaların izini sürmek istediği zamanlarda, Karacaoğlan ile Anadolu’nun her toprağını karış karış gezmiş; doğayı, merhameti, özlemi; tüm insanlığa, en ufak sevinçte birlikte heyecanlanıp en zararsız acıda birlikte kor gibi yanan vefakâr yüreklere sazla, şiirle anlatmıştır.
Sabahattin Ali’nin eşi Aliye ve kızı Filiz’le mutlu ve huzurlu bir şekilde yaşadığı mahallenin postacısı olmuş; onun, ailesinden uzakta yaşamak zorunda kalması üzerine gittiği yerden yazdığı sevgi dolu mektupları, Aliye ve Filiz’e bizzat teslim etmiştir.
Hayat, tabii ki pespembe bulutların göğü süslediği bir resimden ibaret olacak değildir ya. Grinin[!] ve siyahın tonlarının[!] da resimde, gökyüzünde yer alma isteği, oldukça haklı ve de doğal bir istektir. Çevresindeki insanlar birer birer köşesine çekilip, kalbinde kimi zaman bir yumru kimi zaman da bir boşluk, yalnızlık peyda olduğunda, bir sonbahar günü kapı komşusu Ali Rıza Bey’le bir ağacın altında oturup, ağaçlar sapsarı yapraklarını dökerken tavla oynayıp çayını yudumlayarak içindeki boşluğu, yalnızlığı, bütün kötü duyguları bertaraf etmiştir.
Günümüzde toplumun bedenini örten edebiyat, geçmişteki yazınların kendini tıpkı bir çiçek tozu [polen] gibi belli bir kökten yayılarak, tekrar aynı kökte onlarcasını doğurup günümüz edebiyatının yapılanmasına katkı sağlamıştır. Yapılanma sayesinde şimdiki çiçek tozunun meydana gelişini göz ardı etmeyerek onlar hakkında da fikir sahibiyizdir zira şimdikiler kendisini doğuran temelin bağlarına hakimdir üstelik onu da kendi diliyle sergilemeyi unutmamıştır.
Edebiyat ise çiçek tozu gibi istihsal edilirken dönem yazınlarını da kendi dokularıyla aktarabilmiş; aktarırken yalnızca iz bırakmak uğruna olmaksızın yegâne okumamızın dönem edebiyatı olduğunu vurgulamıştır. “Dönem yazınlarını neden okumalıyız?” suali kendi varlığının bilincinde olup kendini oluşturanı hâlâ kendinden bir parça kabul edebilenlerin sorusudur. “Neden okumalıyız?” noktasında, edebiyat herhangi bir düşüncenin, hadisenin anlatıldığı, bedii [estetik] arayış ile meydana gelen bir süs zinciridir. Süs zincirini oluşturan etken [faktör] ise öncesinde okunan, takip edilen dönem edebiyatıdır.
Dönem edebiyatı günümüzde olduğu gibi yalnızca bedii arayış istikametinde tatmin olma değil, topluma iletiler sunma amacı da gütmektedir. Böylece neden okumamız gerektiği penceresinde değerlendirilmeye ölçüttür iletiler. Tekerrürden ibaret olduğu söylenen tarihte, kendimizi aradığımız zamanlarda dönem edebiyatı imdadımıza yetişir, âdeta Hızır görevi görür. Dönem edebiyatından kastedilen nedir? Dönem edebiyatının işlevi nedir?
Dönem edebiyatı; Servet-i Fünûn edebiyatı, Divan edebiyatı, İslamiyet öncesi Türk edebiyatı, Millî edebiyat, Cumhuriyet edebiyatı, Halk edebiyatı, tanzimat edebiyatı gibi başlıklar altında toplayabileceğimiz, kesin belirgin olmayan zaman aralıklarında belli akımlar ile kaleme alınmış yazınlardır.
Günümüzün akışında içmeden kana karışan görünmezlik iksiri bizi hayatın asıl büyüsünden uzaklaştırır, sanatın sihrinin edebiyat olduğunu bize unutturur. Süsü oluşturup zincir görevi üstlenen edebiyatın dönemlerine hâkim olma içgüdüsünü edinmemiz gerekmektedir aksi hâlde kendimizi yine bizim kurduğumuz yalın düzene ve sıkıcılığa mahkûm edilmiş buluruz.
Yazar: İrem Ebrar Akın
Üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmesine karşın, hala tekrar tekrar okuyup yorumladığımız, dersler çıkardığımız, okullarda öğrettiğimiz, bizi zamanda daha da geriye atan parçalarını keşfettiğimizde bir solukta tahlile giriştiğimiz yazın ürünleri bulunmaktadır. Yazınsal eserler yalnızca birer sanat veya öğreti nesnesi olarak yeterli değildir, zira bunlar insana tanıklık etmiş ve kimi zaman doruğa ulaşmak için çıkılan basamaklar, kimi zaman da doruğun kendisi olmuşlardır.
Önünüze son nokta koyulana kadar tekrarlı, birbirini takip eden bir dizi olay yerleştirildiğinde, buna döngü denir. Bir işin hem üreten hem de alıcı tarafı olarak döngüye girdiğimizi hissettiğimizde bir elin tüm çıkış yollarına çıkmaz sokaklar yerleştirdiğini düşünürüz. Bir daire içinde sürekli başladığımız noktaya geri dönüp dururuz, üstüne üstlük herhangi bir değişiklikten de mahrumuzdur. Günün sonunda ortaya konulan ürünler yavan, erişilen bilgiler sıradan, böylece düşünceler de bir süre sonra yeknesak olur. Böyle durumlarda eylemlerimizin nitelikleri “eh işte”leşmeye başlar çünkü zihnimizin işleyişi kadar yaptıklarımız da değişmeden sıralanmaya başladığından karşılaştığımız sonuçlar ne daha iyi ne de daha kötüdür. Bu tekdüzelik ortamı kendiliğinden yeni fikirleri, beklenmedik tepkileri, şaşkınlıkları barındırmadığından, döngüden elde ettiklerimizi gerektiği gibi işlemezsek bir gelişim görmemiz olası değildir. Basitçe yerimizde sayarız. Halbuki günümüz dünyasına gelebilmek ancak ilerleyebilmek amacıyla döngüyü kırmaya çabalayarak olmuştur. Bu gerçek bize, döngü her ne kadar kolaylığı ve sadeliğiyle rahat gelse de keşfetmek, daha fazlasını öğrenmek, büyümek ve gelişmek için içine sıkıştığımız kalıptan çıkmamız gerektiğini söyler. Edebiyatın bugün sahip olduğu mertebeyi elde etmesi de birçok kez döngüyü kırmasıyla sağlanmıştır.
Edebiyat, çeşitli dönemlere tanıklık etmiş ve farklı türlere ev sahipliği yapmıştır. Bunun sonucunda zamanda geriye gittiğimizde her dönemde farklı konular, dil kullanımları ve ifadelerle karşılaşırız. Yazın ürünlerinin edebiyat tarihinden beri tek bir çizgide ilerlemeyip değişik yollara evrilmesi, kuşakların sürekli “sıfırdan başlamayışı” ile ilgilidir. Edebiyat kültürü, temeller üstünden gelişen bir yapıdır. Yazılan eserler, öğrenme, öğretme ve değerler yoluyla sonraki nesillere bilgi aktarımında bulunmuştur. Eserler, taşıyıcısı oldukları fikirler ve akımlar eleştirilmiş; kimi düşünürler ortaya yeni görüşler atmışlar, bazıları mevcut görüşlerin yeterli olduğunu düşünmüş veya eklemeler yapmıştır. Sonuçta yazın kültürümüz tarihin her pınarından su içmeye fırsat bulmuştur. Hâlâ bizden önceki dönemlere ait eserleri incelerken bir heyecan duymamız da bundandır. Yazınsal ürünlerden doğan bu işlek kültür ortamının temelleri, yaptığımız işte zamanında nerede olduğumuzun, neyi değiştirdiğimizin, neyi değiştirmediğimizin, neyi muhafaza etmemiz gerektiğinin, neyi değiştirmemiz gerektiğinin ne olduğumuzun ne olabileceğimizin ve zamana karşı düşüncelerimizin ne kadarını ayakta tuttuğumuzun kaydını tutmamıza yardımcı olur.
Edebiyat bir bütündür. Üreticisi olan insanı en açık ortamlarından birinde keşfetmemize imkân sağlar. Yazın ürünlerinin tarih boyunca geçirdiği dönüşümleri takip etmek, dönemlerin seyrini araştırıp tahlilde bulunmak, onları kullanmak, yeni öğrendiklerimizle harmanlamak nereden nereye gittiğimizin ve ne kadar yol kat ettiğimizi bize gösterir; bize eleştiri ve ders çıkarmak için bir alan hazırlar. Doğru kadar yanlışı da tespit edebilmemiz için bir yoldur yazınsal ürünlerin takibi. Böylece kuşaklar ürünleri ve fikirleriyle döngüde sıkışıp kalmaz, farklı açıları da deneyimleyen bir sürece girerler. Zamanın hızında kaybolmaktansa kendilerine bir yer edinirler.
Belirli dönemlerde yazılmış ürünlerin ve fikirlerin takip edilmesi, yalnızca eser üretmekle sınırlı kalmaz. Yapım aşaması kadar bu aşamaya geçebilmek için gerekli bilgi ve değerlerin zihin tarafından alınması ve özümsenmesi de bunları kullanmak kadar önemlidir. Edebi dönemlerdeki eserlerin derlenmesi, günümüzün insanının kendinden parçalar bulmasını kolaylaştırır. Kimi insan sözlü dönem ürünleriyle, kimisi de toplumcu gerçekçi edebiyatın ortaya koyduğu eserleri okuyunca tatmin olmuş hisseder. Dönemlerin ayrı ayrı incelenmesi ve birikimlerin edinilmesi oldukça önemlidir. Örneğin, İslamiyet Öncesi Türk Edebiyatı içimizde bulunan aşk, yiğitlik, doğa sevgisi gibi duyguları, bu duyguların verdikleri hissi kuvvetli bir şekilde yansıtarak bedii [estetik] yollarla ruhumuzu doyurur. Destanlar ve bazı atasözleriyle eski dönemlerdeki insanın verdiği öğütlere nasıl ulaştıklarının kaynakçası olur. Divan edebiyatı, İslam’ın Türklerin yaşamına girdikten sonra sanata nasıl bir dokunuşta bulunduğunun çizelgesidir. Servet-i Fünûn edebiyatı yazarları günlük yaşam, aşk, doğa görüntüleri, karamsarlık, düş kırıklıkları ve ölüm gibi konuları işleyerek, edebiyatın bir kaçış, hayallerden oluşan kısmını göstermişlerdir. Bu dönemin yazarlarının her şey şiirin konusu olabilir inancı, sınırları zorlayıcıdır ve ele alınan konunun ne olursa olsun üzerine düşünüp sanat adı altında yoğrulabileceğini gösterir. Bu durum da etrafımıza daha teferruatçı ve sorgulayıcı bir gözle bakmamızı sağlar. Yaratıcılık olabildiğince kullanılmış, özgün parçalar eklenmeye çalışılmıştır.
Cumhuriyet Devri Türk Edebiyatı yazarları, önceki yazarların eğildiği konulardan uzaklaşarak yerli ve halka dönük eserler üretmişlerdir. Yeni bir devrin başlamasıyla vatanın kalbini, Anadolu ve güzelliklerini, Atatürk’ü, yapılan mücadeleleri yapıtlarında konu edinmişlerdir. Özellikle şu an bulunduğumuz toprakların korunması için ne büyük çaba ve gücün ortaya serildiği, bizzat bu duyguları hisseden ve hissettirmek isteyen kalemlerden bugüne ulaşmıştır. Ayrıca toplum içerisindeki kültür ve değer çatışmaları gözlemlenip kâğıda aktarılarak bir farkındalık ve insanların iç yüzlerini tanımamız için adeta canlı bir temsil [piyes] ortamı kurulmuştur.
İkinci Yeni Şiir Akımı sanatçıları, kelimeleri raks [dans] ettirerek bedii becerilerini göstermişlerdir. Duygular bir diğerinin arkasından gelerek, üzerinden zaman geçse de yeni fikir ve yorumlara açık, harmanlanmış ve iç içe bir yazın akımı ortaya çıkarmıştır. Bu durum dönemin eserlerinin imgelerin zenginliğiyle renkli, anlamların insanlara “Alın, kurcalayın!” dermişçesine derin olmasıyla sonuçlanmıştır. Halk edebiyatı, belki gençlikte pek ilgimizi çekiyor gibi görünmese de aslında çocukluğumuzun ve özellikle o yaşlarda berrak bir şekilde doyumsadığımız eğlencelerin kaynağıdır. Annelerimizin bizi uyutmak için fısıldadıkları türküler, ninniler, renkli resimlerle bezenmiş masal kitapları, bizim hayali [fantastik] kurgu kaynaklarımız olan efsaneler, tiyatrolarda[!] kahkahalarla izlediğimiz Karagöz oyunları, kuklalar, bilmeceler, Ramazan’da kulağımızı çınlatan maniler… Halk edebiyatı kullandığımız en gündelik, sade fakat bir o kadar da işlevli ifadeleri doğurmuştur. Kültürümüzün ozanlık gibi akla sık gelen bir unsurunun kaynağı Halk edebiyatıdır. Sıkça duyduğumuz, öğretilerinin insanın kalbini saflığa ve erdeme yaklaştırdığı Mevlâna ve meşhur olduğu tasavvuf edebiyatı da yine bu alana aittir.
Okunan, söylenen sanat o zaman da bugün de daha çok topluluklarda, insanların birlikte oldukları yerlerde paylaşılırdı. Halk edebiyatı adı üstünde halkın ortak malı olmuş ve hüznü, neşeyi, kutlamayı birbirine bağlayarak toplumu bir arada tutmuştur. Halk Edebiyatı en güzel, en içten duygularla yürekten çıkar. Yıllar önceki sefahatlerimizin ilk tohumları tahmin edemeyeceğimiz kadar uzun zaman önce atılmıştır. Bu yüzden çok kıymetlidir geçmişin sanatını okumak ve duymak. Aradan ne kadar süre geçerse geçsin, nesiller arasındaki fark ne kadar açılırsa açılsın,
bahsi geçen tüm edebi dönemler benzer hislerin ve aynı tarihin ruhunu taşımaya devam eder. Her seferinde vurgular farklı olabilir ancak hepsi bir zincirin parçalarıdır ve yazarların miraslarını bugün ve yarın korumaya devam ederek yenileri eklenir.
Yazar: Melisa Koç
“Kendiniz olun!” ikazını çokça duymuşuzdur. “Özenmeyin! Siz, olduğunuz hâlinizle güzelsiniz.” İnsanların maneviyatını [moral] yüksek tutmaya ihtiyaç duyduğu bu devirde sıkça duyduğumuz ikazlardan sadece birkaçı bunlar. Ve ne gariptir, dile getirmeyi çok sevdiğimiz bu ikazlara, uymamayı da çok severiz. Yani kendimiz olmak isteriz ama bu ikazlara uymamak için de elimizden geleni ardımıza koymayız. Peki, neden böyle yapıyoruz? Bu tutumumuzun nedeni hakkında benim de söyleyebileceğim kesin bir şey yok zira ruh bilimci ya da bir uzman değilim. Sadece bu bireysel sorudan hareketle toplumsal birkaç konuya değinmeyi amaçlıyorum.
“Tanzimat’tan sonra aydın kendi tarihinden koptuğu müddetçe aydındır; kendi tarihinden, yani kendi insanından!” diyor Cemil Meriç ve ekliyor “İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra o utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, ‘Ben Avrupalıyım.’ demeye başladı.” Zamanla kendimizden ziyade Avrupa’yı tanımak istedik ve maalesef artık ne kendimizi tanıyoruz ne de Avrupa’yı. Bu tanımadığımız dünya için ruhumuzu feda ettik, ruhumuzdan boşalan yeri daha çağcıl [modern] şeylerle doldurmak istedik lakin yer yeni geleni beğenmedi, çünkü Avrupa maddeydi bizim için. Maddeyle ruhun aynı kıymette olduğu nerede görülmüş? Birçok şeyi feda ettik bu uğurda: şuurumuzu, vicdanımızı, dilimizi, dinimizi… Önce aklımızı verdik ardından ruhumuzu ne mantık kaldı elimizde ne de vicdan. Bizim olmayana bizim diyemedik, bizim olmayan bize yakışmadı da zaten. Avrupalı için “hayır” olan bizim için “şer”di lakin göremedik ya da çok geç gördük. İslam’ın altın çağında ismi okunmayan Avrupa, insanlarını eğitmeliydi, insanları tek bir yerde, tek bir amaç çevresinde toplayacak, yüzyıllar boyu sönmeyecek bir ateş yakmalıydı. Yakıtı kin, nefret ve intikam… Biz bunu yapamazdık, kendimiz olmaya kendimiz olmayarak başlayamazdık. Kinin, nefretin ve intikamın ne dinimizde ne de medeniyetimizde hiçbir zaman yeri olmadı. Küffara dahi nefsimiz adına değil Allah rızası için kılıç sallamadık mı?
Batı irfanı kendi dinini ondan uzaklaşarak öğrendi, öyle de yapması gerekiyordu. Önce irfana vurulan zincirlerden kurtulmalıydı. Aynı yöntem bizde de denendi fakat ters tepti. Çünkü İslam irfana hiçbir zaman zincir vurmamış aksine ona bir düstur ve amaç vermişti. Ne var ki bizler hâlen İslam’a İslam’ın dışında kalan bir mantıkla yaklaşmaya çalışıyoruz. Ekseriyetin bize tavsiye ettiği bizim de sorgusuz sualsiz benimsemeye çalıştığımız düzen içerisinde İslam’ı yaşatmaya çalışıyoruz ama başaramıyoruz. Zannımca bunun birkaç sebebi var; evvela İslam beşerî düzeltmelere muhtaç, eksik bir din değil, yani düzene uyması gereken o değil, diğer bir taraftan ise yaşantımız ile dinimiz diğer dinlerle mukayese kabul etmeyecek kadar tek vücut hâlindeler. Biz dünyayı da insanı da Allah için sevmiş bir dinin mensuplarıyız. Bütünü cüzler halinde incelemek belki bir fikir verebilir ama bu, sadece ellerimize bakıp tüm vücudumuz hakkında yorum yapmaya benzeyecektir. Bütün bu hengâme içerisinde kendimize de yabancı olduğumuz için kendimiz olmayı başaramıyoruz. Artık adımlarımız bile taklit gibi duruyor. Hoşgörü, sevgi, saygı, ilim ve sanat; uzağız bu kavramlara. Çünkü kendi kavramlarımıza sırt çevirdik başkalarının kavramları da bizim olamadılar. Medeniyetler insanla kaimdir, insan da ilim, kültür ve sanatla. Elimizdeki medeniyeti yıkıp yerine yenisini kurmak isterken en başta onu inşa eden insanın inşa kaynaklarını yok ettik. Artık düzenin, sevmemizi istediklerini seviyor, saygı duymamızı istediklerine saygı duyuyoruz. Bize gereken ilme değil, “size gerekli” denilen ilme çalışıyoruz. Düşünmüyoruz daha ziyade düşündüğümüzü zannediyor ya da düşündüğümüze inandırılıyoruz. Sağlıklı bir bedenin hastalığı reddedişi gibi medeniyetimizin yapı taşları reddediyor, hariçtekileri. Ama her bedenin bir sınırı vardır. Artık anlaşmazlıklardan, görüş ayrılıklarından ve çatışmalardan besleniyoruz. Ecdadın savaş açtığı değerleri sorgulamadan kabul ediyor ve sanki bizimmiş gibi koruyoruz. Kendisi gibi olmak isteyip zamanla çevresine benzemekten başka çaresi kalmayan bir insan gibiyiz. Uğradığımız bu illete deva için “Fertlerin müşterek his ve âdetlerle, birbirine uygun fikir ve inançla, aynı gaye etrafında birlik halinde bulunmaları” gerektiğini söylemektedir Said Halim Paşa. Günümüzde bunun ne kadar güç olduğu aşikâr lakin Allah’tan ümit kesilmez. Yeni yeni tohumlar yeşeriyor, ülkemizde ve dünyada onca hengameye karşı güzel şeyler de oluyor. Hâlâ insanlar yaşıyor bu dünya üzerinde, hâlâ Allah rızası için ve insanlık için çalışmak isteyen insanlar var. Biz daha genciz çok şey görmedik ya da duymadık belki ama yaratılanı yaratandan ötürü seven bir düstur üzere büyüdük. Tarihimizde, edebiyatımızda yine bu düsturu gördük. Okuduk; kendinden kaçan bir medeniyet gördük ve kendinden kaçan medeniyete kaçma nedenini sorgulatmak ve kaçışın bir kurtuluş olmadığını göstermek için yazdık. Daha da bu minval üzerine söyleyecek sözümüz olduğunu düşünüyoruz ya da söyleyecek sözü olanları düşündürtmek istiyoruz.
Velhasıl kelam biz kendinden kaçan bir medeniyetin insanlarıyız, kendinden kaçan; değerlerine, yaşantısına, kılık kıyafetine, kitaplarına, kelimelerine savaş açan ya da bunları unutan bir neslin çocuklarıyız, bireyleri çok da suçlamamak gerek. Zira eğer bir medeniyet bile kendinden kaçıyorsa, o medeniyeti inşa eden insanların da kendilerinden kaçmaları çok da garipsenmese gerek ya da medeniyet kendinden kaçarken insanın kendinden kaçması sadece bireysel bir sorun olmasa gerek.
Yazar: Şükrü Kömür
Küreselleşme, kavramsal açıdan 20.yy’nın başlarında soyut anlamda ortaya çıkmış, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise somut anlamda şekillenmeye başlamıştır. Asıl işlevini ise yeni erkincilik [neoliberalizm] düşüncenin 1980’li yıllarda yaygınlaşmaya başlamasıyla birlikte anlam kazanan küreselleşme, iktisattan toplumsal yaşama kadar birçok alanda filizlenme fırsatı bulmuştur.
Bir nevi bağdaşık bir dünya toplumu oluşturmayı hedefleyen küreselleşme, günümüzde dahi sarih [net] bir tanımlamaya hâlâ ihtiyaç duymaktadır. Nitekim bu ihtiyaçta kavramın çok kapsamlı olmasının da payı vardır.
Yazımızın bu ilk bölümü ise küreselleşme mefhumunun toplumsal tezahürü hakkındadır. Öncelikle bir noktaya değinmemiz gerekmektedir. Başta bahsi geçen “filizlenme” tanımı ile bir gülün mü yoksa baldıran otunun mu filizlenmesi kastedilmiştir? İşte, asıl mesele de budur.
Günümüz dünyasında küreselleşme kavramını tüm dünyayı “tek bir köy gibi görme” şeklinde tanımlamak mümkündür. Fakat bu köyde yaşayanların hepsi aynı müsavatta değildir. Süt üreten bir çiftçi ile aynı köyün insanı olmasına rağmen köyde üretilen süte ve tüketilen çoğu şeye erişecek maddi gücü eksik kişiler de mevcuttur. Örneğimizi daha geniş bir bakış açısıyla irdelemek icap ederse; ABD’de en son uygulayım bilimiyle [teknoloji] üretilen bir cep telefonuna[!] Florida’da oturan bir ABD vatandaşı mı yoksa Nijerya’nın Lagos eyaletinde ikamet eden biri mi daha kolay ulaşır? Batı ülkelerinde doğan bir çocuğun küreselleşmenin getirdiği soyut ve somut her ürüne, fikre ve alışkanlığa erişme hızı neden doğudaki çocukla aynı değildir?
Cevap aslında oldukça basittir. Dünya üzerinde devlet kuran ve bu devletlere sahip onlarca millet mevcuttur. Bu milletlerin çoğu bulundukları coğrafi konumun içindeki egemenliklerinden aldıkları Ulus Devlet anlayışı ile kökleşmişler ve varlıklarını bu güçlü köklerle sürdürmüşlerdir. Meşruiyetini ortak dil, kültür ve toplumsal değerlerden alan Ulus Devlet anlayışının küreselleşme kavramı ile neredeyse tamamen bir açmaz içinde olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Nitekim küreselleşmenin, devletlerin benimsedikleri milli kültür ve tarih tanımlamalarının köktenci bir yaklaşımla değişmesine, tek bir kültürün, anlayışın ve değer yargılarının oluşmasına zemin hazırladığı gören bir göz için ortadadır.
Bir başka topluluğun değer yargılarını kabul edip benimsemek ve kendine ait değerleri reddetmek, kültürlerarası etkileşim adı altında tek ve ortak bir dünya görüşü meydana gelmesini hedeflemek, milletlerin alışkanlıklarını belirli bir menfaat doğrultusunda değiştirmek küreselleşmenin ana hatlarındandır.
Bu yazıyı yazarken yaptığım okumalar esnasında yeni biri ile tanıştım. Tanıştım derken varlığını fark ettim demek daha doğru olur. Toplum Bilimci Stuart Hall…
Hall, küreselleşmeyi Avrupa’nın, özellikle ABD’nin kültür dayatması olarak kabul etmekte bu dayatmanın dünya üzerindeki kültür çeşitliliği için büyük bir tehlike olduğunu vurgulamakta ve bunu bir nevi zorbalık olarak nitelemektedir.
Tüm dünyanın ABD marka[!] bir telefon kullanmayı amaçlaması, tüm dünyada ABD markası bir kahve veya bir hamburger[!] zincirinin başka bir ülkedeki şube sayısının ABD’yi geçmesi bu dayatma için örnek gösterilebilir. Hindistan’da doğan bir çocuğun neredeyse Hintçeden önce İngilizce öğrenmesi ve tüm dünyada geçerli para biriminin dolar olması ise Hall’ın kültür dayatması konusundaki haklılığının sadece birkaç göstergesidir.
Küreselleşmenin toplumu hazcı bir çizgide şekillendirdiği ve tüketimin ağırlık kazanmasına neden olduğu bir gerçektir. Nitekim küreselleşmenin itici gücü kabul edilen kitle iletişim araçlarının hızla yaygınlaşması, dünyanın bir ucunda üretilen ürünün yine dünyanın başka bir ucunda yankılanmasını desteklemiş ve bu sayede tüketim kültürünü beraberinde getirmiş ayrıca tüketimi ruhsal açıdan bir nevi üstünlük hâline sokmuştur. Öyle ki zihinlerde oluşan bu ruhsal baskı bilhassa genç yaştaki bireylerde marka takıntısına sebep olmuş hatta ihtiyaç dışı tüketimi körüklemiştir.
İhtiyaç dışı tüketimin uluslararası ticaret hacmini arttırdığı da aleni bir şekilde görülmektedir. Üretim ve tüketim alanlarının artmasıyla, kitle iletişim araçlarının küreselleşme etkisiyle yaygınlaşmasıyla devletler arası iktisadi ilişkilerin ithalat ve ihracat bağlamında gelişme kaydettiği doğru bir çıkarım olacaktır. Bu durum birçok iş kolunun da ortaya çıkmasına vesile olmuş ve yeni iş gücü alanları ile istihdam oranı küresel çapta artış göstermiştir. Tüm bunların ışığında ortaya çıkan manzara şudur ki; birbiriyle iktisadi anlamda alışveriş içinde bulunan ülkelerin iktisadi ve toplumsal refahları artı bir ivme kaydetmiştir.
Fakat bu artı ivmeden sadece gelişmiş ülkeler yararlanırken, gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkelerin eksi yönlü etkilendiğini söylemek de yanlış olmayacaktır.
Zira üretim, istihdam ve refah seviyeleri düşük bir toplumun küreselleşmenin getirdiği veya tanımlaması daha doğru olacağı üzere bir nevi mecbur bıraktığı tüm ürün ve düşüncelere ulaşabilmesinin tek yolu, bu seviyeleri yüksek ülkelere göç etme yolunu tercih etmesidir.
Bu noktada iki türlü menfi sayılabilecek durum da ortaya çıkmaktadır. Birincisi, gelişmiş ülkeler artan refah seviyelerinden dolayı ilgi çekici bir konumda olduklarından göçlere maruz kalabilecektir. Bu gelişme ise yerleşik nüfusun artmasından kültürel yozlaşmaya kadar birçok alanda olumsuzluk gösterebilecektir.
İkinci nokta ise; gelişmiş ülkelere yapılabilecek göç, genç nüfus ağırlıklı olacağından, gelişmemiş ülkelerin ilerleme hızının kesilebileceğidir, zira üretimin ve istihdamın bu genç nüfusun ağırlığı ile tamamlanması elzemdir.
Özetle küreselleşme alışkanlıkları, benimsenmiş değer yargılarını ve tarih boyunca oluşan kimlik tanımlamalarını değiştirmek üzere kurgulanmış ve tek tür yaşayış biçimi bina etmek için hayata geçirilmiş bir düşüncedir.
Küreselleşme elbette birkaç sayfaya sığdırılacak kadar küçük bir konu değildir. Yazının buraya kadarki kısmı okunduğunda küreselleşmenin toplumsal infilaka kadar gidecek bir sürecin döşeli taşları olduğu anlatımı sezilse de aslında amaçlanan şey o değildir. Her ne kadar bu yazıda küreselleşme kavramının olumsuz yönleri üzerinde durulsa da bu düşünceyi aşılamak söz konusu değildir. Nitekim bir düşünceyi savunmak veya reddetmek için mutlaka belirli bir süzgeçten geçirmek gerekir. Bu yüzden başta da söylediğimiz teşbihe istinaden yazımıza konu olan küreselleşme kavramının bir gül mü yoksa bir baldıran otu mu olduğuna karar verecek süzgeç, sizlersiniz değerli okuyucularımız.
Yazar: Sabri Arslan
Şimdi sizden bir şey rica edebilir miyim sevgili okuyucum? “Evet” dediğinizi varsayıyorum ve soruyorum. Gözlerini, henüz başlamamış bu yazıdan, kaldır ve karşına bak. Ne görüyorsun?
Doğadan bir parça görmen hoşuma giderdi elbette. Peki, karşına baktığında gördüğün şey senin hoşuna gidiyor mu? Gördüğün şey; bir çeşit duvar, bir cam ve arkasındaki ortam, belki hiç tanımadığın bir yüz ve belki de yıllardır aşina olduğun tanıdığına inandığın bir insanın çehresi olabilir. Baktıkça ayrıntılara takılmaya başlayacaksın. Bu ayrıntılar duvardaki bir pürüz, camın üstündeki bir leke, o tanımadığın yüze ait dudakların kenarındaki sana garip gelen bir kıvrım ya da tanıdığın ve bağlı olduğun insanın anlamlandıramadığın bakışları olabilir. Bir başka ihtimalde ise gördüğün şey baktığın yeri görmediğin için aklına gelen düşüncelerdir. Kinayeli [İronik] bir cümle oldu sanki ne dersin? Görürsün ama gördüğün somut olan değil kafanda asla gerçekliğe dökülmemiş düşüncelerindir. Gördüğün şeyler; elinle tutamadığın, rengini ayırt edemediğin, kokusunu alamadığın ve birbirinin arkasına farkında olmadan sıraladığın somut dünyada o an için karşılığı olmayan soyut dünyanın gerçekliğine aittir. Peki, soyut gerçekliğimizde ayrıntılara dikkatimiz nasıldır? Bu göreceli gerçeklikte ayrıntıları nasıl fark ederiz? Düşüncelerimiz hiç durmadan aklımızdan akıp giderken oluşan yaklaşık 60.000 düşünceyi, nasıl tasnif ederiz? Bu soyut dünyanın noktalama işaretleri nelerdir?
Düşüncelerimizi yazıya geçirirken aklımızdakiler daha iyi anlaşılsın diye noktalama işaretleri kullanırız. Tek başımıza yazmamıza ve o anda o yazıyı bizden başka birisinin okumamasına rağmen geleceği düşünerek anlaşılma kaygısı güder ve noktalama işaretleri ile düşüncelerimizin yazıdaki karşılığının sınırlarını çizeriz. Bazen de noktalama işaretlerini düşüncelerimizin alanını genişletmek için kullanırız. Düşüncelerimizin sınırını çizmek ve alanını genişletmek karmakarışık düşünce dünyamıza ve kendimize borcumuzdur. Bu borcu öderken ise noktalama işaretleri, anılarımız ve duygularımızla birlikte en önemli araçlarımızdır. Bizi biz yapan tarihimiz ve her geçen saniye anlarımıza gömdüğümüz duygularımızın mükemmel iş birliği ile bağlam, derinlik, renk, koku ve tat kazanır düşüncelerimiz. Bazı düşüncelerimizin sadece düşünenin duyabildiği bir tınısı bile vardır. Öyle ki hayat plağında[!] çalmaya başlayan biz oluruz aniden. Baktığımız yerde bizden başkası yoktur. Karşımızda bir duvarı, bir yazıyı veyahut bir ekranı[!] değil kendimizi görürüz. Kaçımız böyle anlarda baktığının kendisi olduğunun farkındadır? Baktığımızı gerçekten görseydik, göreceli gerçekliğimizin benliğimiz olduğunu fark eder miydik? Şimdi benlik lafıma bakıp da ari bir benlik kavramından bahsediyorum sanmayın. Mevzubahis ettiğim benlikte, tarihimizde ve anımızda tek kişi yoktur. İnsan toplumsal bir varlıktır ve var olabilmek için topluma muhtaçtır. Bu sebepten ötürü bu konu özelinde benliğimizi tekilleştiremem. Baktığımız yerde gördüğümüz benlikte hayatımızın kahramanından yani bizden daha fazlası vardır. Baktığımız pencerenin pervazları varsa eğer onu yapan bizimle beraber başkalarıdır. Pervazın olması ihtimalinde, yapımında emeği bulunan ve başkalaştıramadığımız, bizden parça insanlar vardır. Zaman geçer unuturuz, bir an gelir hatırlarız ama daima ekleniriz taşınırken geleceğe. Mevcut sonuç bir toplamdır ve her an artmak ister. İnsana muhtaç mevcudiyetimiz; bakarken gördüğünde, gördüğüne karşı birliğin bir halidir.
Yazar: Elif Zülal Varol