Edebiyat, toplumların duygu ve düşüncelerinin yansıdığı alandır. Kültür[!] ve uygarlığın birlikte yürüdüğü yoldur, ayrışmayan bileşenidir. Siyasal gelişmeler, savaşlar, göçler, din ve medeniyet değişiklikleri gibi toplum hayatını derinden etkileyen her olay ve durum, edebiyatta yankı bulmuştur. Birey ve toplumdaki her değişim, gelişim edebiyat tarafından ele alınmıştır.
Kabul edilmelidir ki edebiyat içinde bulunduğu toplumun özelliklerinin sanatla yansıtmakta en önemli araçtır. Türk kültürü ve toplumu için, bu minvalden yola çıkarak düşünelim: Edebiyatımızın bilebildiğimiz en eski dönemlerden günümüze kadar varlığını sürdüren “Halk Edebiyatı” adını verdiğimiz bir kolu vardır ve bu kolun en çarpıcı özelliği ozanlık geleneğidir. Ozanlık geleneği ise kopuz, daha ileriki dönemlerde saz eşliğinde halkın duygularına hitap etmek; dertlerini, sorunlarını, sevinçlerini dile getirip topluma veya sevgiliye aktarmak demektir. Bu geleneğin kilit noktası sözlü olmasıdır. Bu nedenledir ki bizim kültürümüzde, Türkü çok önemli bir yer tutar. Örneğin çalan bir ezgi eğer bir türküye aitse, ona şarkı veya müzik[!] diyemeyiz. Türkü adlandırması, Anadolu’da bu isimlerin çok üzerindedir. Türküye duyulan saygının arkasında ise sözlü edebiyatın gücü vardır.
“Hayata sanat aynasından bak!” Tolstoy’un kendi hayatını anlamlandırmaya çalıştığı, iç savaşını satırlara döktüğü “İtiraflarım” adlı eserinde geçen bu cümle çok yerinde ve manidardır. Öyle ki Halide Edip’in “Ateşten Gömlek” adlı başyapıtında işgal altındaki şehrin insanları hayatta kalabilmek için sanata sığınmışlardır. Anlaşılıyor ki sanat bir toplumun en zor dönemlerinde bile hayata tutunmak için kavradığı kudretli bir eldir. Sanatçının görevi de tam burada başlıyor. Sanatçı o eli uzatan, okurunu hayata bağlayan kişi olmalıdır. Bu el uzatma gerçekten kaçış kapısı değil aksine gerçeğe açılan bir kapıdır. Sanatçı yaratılmışların, kâinatın sırrını anlayan ve onu paylaşan kişidir. Edebiyatçı ve eseri ne kadar topluma yakınsa o kadar bu sırra hâkim kabul edilir.
“Fırtınayı[!] andıran orkestra[!] sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Izdırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en yanık bir musiki yerine
…
Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz”
Faruk Nafiz’e ait bu mısralar, Türk aydını için sanatın Anadolu’yu anlatması gerektiği üzerine yazılmış. Oysa Anadolu burada bir eğretilemedir, ondan kasıt kültürün ve uygarlığın asıl sahibi, milletin efendisi, beli kıvrılmayan köylüdür, toplumdur.
“Ülkede kültürle uğraşan sanatçılar yoktu. Toplum düşüncesi uykuda; cehalet ise zirvedeydi. Bunun yanı sıra nüfus artışıyla birlikte yoksulluk da artıyor, devlet gücü zayıflıyor, ahlâkî, fikrî ve ticari hayat yok olma tehlikesi yaşıyordu. Halkı uyandırmak durumunda olanlar ve az-çok eğitim görmüş kişiler ise macera romanları[!] okuyarak zevkten dört köşe oluyorlardı.”
Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde isimli eserinde altını çizdiği büyük sorunlardan biri de aydın insanın, toplumun sorunlarından uzak kalışıdır.
Anadolu’yu anlamayan, anlayamayan bir Türk aydını da Petrov’un ifade ettiğine benzer bir şekilde Türk milletine fayda sağlayamaz. Kendi milletine, toplumuna, halkına faydası dokunmayacak aydın dimağın ise bir yabancıdan farkı yoktur. Onun içindir ki Anadolu’yu anlamak çok büyük önem taşımaktadır. Edebiyat, rengârenk camekanlı, ışıklı düz caddelerden ziyade Ay’ın aydınlattığı dağda, Güneş’in kavurduğu tarlada gezmelidir. Birtakım tozpembe hikâyeleri değil, Bolu’da Köroğlu’nu, Giresun’da Feride’yi, Ağrı Dağı’nda Ahmet’i, Çukurova’da İnce Memed’i, İstanbul’da ise İflahsızın Mehmet’i anlatmalıdır. Edebiyatın ve edebiyatçının toplumun kanayan yarasına parmak basmak, bu yarayı gözler önüne sermek ve mümkünse bu yaraya deva bulmak gibi kutsal bir görevi vardır. Edebiyat toplumsal olduğu kadar edebiyattır.
(Derginin Onuncu Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)