Yayımcıdan…
Değerli okuyucu!
Neden Sanalötesi?
Dilimize denetimsiz girmeye çalışan “metaverse” kavramı için bir Türkçe karşılık bulmamız gerekiyordu. Bulduğumuz karşılıklar1* arasından öne çıkan “sanalötesi”nin, güncel uygulayım bilimini takip etmek ve Türkçe bilinci oluşturmak amacıyla onuncu sayımızın üst başlığı olmasına karar verdik.
Neden “Metaverse?”
Maalesef “CD” için yoğun teker karşılığının önerilmesi bulut uygulayım biliminin kullanılmaya başlanmasından hatta evrimleşmesinden yıllar sonra gerçekleşti.
Önerinin teklif edildiği yılda yoğun tekerin ne olduğunu, niçin kullanıldığını bilmeye gerek duyan -dolayısıyla Türkçe bir karşılığa ihtiyaç duyan- insan sayısı bir hayli azdı. Bu öneri ayrıca uygulayım bilimini yakından takip eden çevrelerce de kabul görmedi. Ne yazık ki geç gelen karşılık, kuvvetli karşılık olmuyordu.
Biz de zamanında yapılan bu yanlışı tekrarlamamak için “metaverse” kavramının revaçta olduğu şu günlerde Türkçe bir karşılık önermenin doğru olduğuna inanıyoruz.
Peki Neden Sanalötesi?
Yukarıda neden “metavörs” için Türkçe bir karşılık gerektiğine değindim. Bu fıkrada ise karşılık olarak neden “sanalötesi”ni tercih ettiğimize değineceğim. Bir ıstılaha [terim] karşılık bulabilmemiz için önce o ıstılahın geçmişini ve mevcut durumunu kavramamız, ardından geleceği hakkında tahminler yapmamız gerekir. İnandığımız bu düşünceye istinaden toplulukça “metavörs” kavramı üzerinde fikir alışverişleri yaptık. Topluluğumuzun her üyesi öğretmen sıfatına büründü ve akabinde o zamana kadar “metavörs” ile ilgili bildiklerini ve araştırmalarını diğer üyelerle paylaştı. Sıra bana geldiğinde “metavörs” sayesinde insanların sanal kahramanlar oluşturabileceklerini ve oluşturdukları bu sanal kahramanlarla adeta ikinci bir yaşam sürebileceklerini dile getirdim. Konuşmamı tamamladıktan sonra kalemlerimizden Gaye Başsoy “Bu aynı Sims’e benziyor.” dedi. Kesinlikle haklıydı. Aslında “metavörs” temelleri Gta, Second Life, Sims gibi bilgisayar oyunlarında oluşturulan sanal evrenler ile çizgi romanlarda[!] ve kitaplarda inşa edilmiş diğer evrenleri bir çatı altında toplamayı ve aralarındaki bağlantıyı kurmayı hedefliyor. Ancak şirketler kendi maddi değerlerini artırmak ve tüm övgüleri toplamak için bu gerçeğin üzerini örterek, sanki sıfırdan evrenler dizisi oluşturuyorlarmış gibi reklamlar, açıklamalar yapıyorlar fakat bu düşüncem ana konudan saptığı için daha fazla uzatmayacağım. Kısacası “metavörs”, şimdiye kadar inşa edilmiş ve edilecek evrenleri önce sanallaştıracak ardından diğer sanal evrenlerle birleştirecek ve nihai sonuç olarak sanalın ötesine geçmiş olacak. Yani “sanalötesi” olacak.
*Sanalötesi dışında bulduğumuz ve önerdiğimiz karşılıklar: Üstevren, evrenötesi, ötegerçek.
Yazar : Sezer Aydın
Genel Ağın Bir Üst Sürümü: Sanalötesine Yolculuk
İletişim uygulayım bilimi[teknoloji] günümüze gelene kadar birçok kez yenilenmiştir. Örneğin 1990’larda bilgisayar iletişimi, 2000’lerde Dünya Çapında Al[web], 2010’larda taşınabilir[mobil] iletişimin gelişmesi iletişim uygulayım bilimine katkı sağlayan etkenlerdir. Günümüzde üzerinde en fazla konuşulan ve iletişim bilimine katkı sağlayacağı düşünülen sözcüklerden biri ise sanalötesi [Metavörs] gibi görünmektedir. Özellikle büyük iletişim şirketleri ar-ge bütçelerinin[!] hatırı sayılır bir kısmını sanalötesi için ayırmakta ve şirketler, insanların sanalötesini benimsemesi için uğraşmaktadır. Adı bilinen şirketlerin sanalötesi ile yakından ilgilenmeleri ise sanalötesine karşı hissedilen güvensizlik sorununu en aza indirgemekte de etkili olacaktır.
Nereden Çıktı?
Sanalötesi kavramı ilk kez Neal Stephenson’ın 1992 yılında yayımladığı bilim kurgu romanı[!] “Snow Crash”de ortaya çıkmıştır. Kavram esasında “Meta”nın sanal ve soyut, “verse”nin ise evren anlamına geldiği üç boyutlu bir sanal dünyayı temsil etmektedir. Genellikle bilgisayar çizgelerinden [grafik] oluşan bu sanal dünyaya kullanıcılar, uygun kişisel bilgisayarlar ve özel bir uygulama ile erişmektedir. Sanalötesinde insanlar araç gereçlerinin yanı sıra sanal temsilleriyle [avatar] bulunmaktadır. Temsiller birbirleriyle ve nesnelerle etkileşime girebilmekte, toplumsal ve iktisadi üç boyutlu çok kullanıcılı, çevrimiçi ortamlarda bulunabilmektedir. Sanalötesi yapay bir topluluk oluşturmaktadır. Bu topluluklar içerisindeki etkinlikler ise ticaret ve eğlencenin çok daha ötesine geçmektedir.
Sanalötesinin üzerinde çalışan şirketlerin geliştirdiği üç temel yön vardır. Bunlar; varlık, birlikte çalışabilirlik ve tek biçimleşmektir. [standartlaşma] Öncelikle sanalötesinin varlık anlayışı, sanalötesi içerisindeki toplumlarda bireyin bulunma arzusu ve sanal gerçekliği somut görme isteğidir. Çünkü sanal gerçeklikteki somutlaşmanın çevrimiçi etkinliklerin niteliğini arttırdığı bilinmektedir. Örneğin sanal gerçeklik gözlükleri, [VR] varlık “İnsanların iletişimlerini kısıtlanması, dört duvar arasında belirli araç gereçler ile kısıtlı iletişim kurması ve yalnız bırakılma hissiyatı akıl ve ruh sağlığı sorunlarının artmasına neden olmuştur.” ELİF KÜÇÜK 5 hissinin pekişmesine katkı sağlamakta ve bireyleri sanal ortamda somutlaştırmaktadır. Gözlüklerle kullanılan oyun kolları da bireyin hareketlerini somutlaştırmakta ve sanal dünyadaki hareketlerini denetlemektedir. Aslında insanlar, ilk çağlardan Sanayi Devrimine kadar toplum içinde somutlaşmak ve varlıklarını ispatlamak için çalışmışlardır. Sanayi Devriminden günümüze gelene kadar da bireyin topluma yabancılaşması, kişiliğinin soyutlanması gibi konular konuşulmuştur. Bugün ise tekrar bireyin soyut dünyada somutlaşma hareketleri üzerine yazılar yazılmaktadır. Bir bakıma insanlık tarihinde başa dönülmüş ve birey tekrar görülme, somutlaşma isteği ile dolmuştur. Sanalötesindeki birlikte çalışabilirlik kavramı da insanın sanal dünyada somutlaşma isteğini doğrulayan kanıtlar arasındadır. Birey geçmişte uzaklaştığı, yabancılaştığı toplumla tekrar iş birliği içine girmek ve sanalötesindeki toplumsal etkinliklere katılmak istemektedir. Sanalötesindeki tek biçimleşme ise sanalötesinde bulunan topluluk ve hizmetlerin sorunsuz ve uyumlu çalışmasını sağlamaktadır.
***
Diğer bir yandan sanalötesi, kullanıcıların herhangi bir sanal para birimini kullanarak sanal arazi/gayrimenkul, bina ve diğer varlıkları alıp satabilecekleri bir mecra haline gelmiştir. Sanalötesi âlemde Alım-satım işlemleri sanal paralar [kripto] ile yapılmakta ve bir sanal cüzdana sahip herkes kolayca arsa alım-satımı yapabilmektedir. Bu işlemler gerçekleştirmek için satışların sağlandığı ağ sayfalarından birine kayıt yaptırmanız yeterlidir.
Peki Sanalötesinde Neden Arsa Satın Alıyoruz?
Gerçek hayattaki gibi sanalötesinde de sınırlı sayıdaki her şey değerlidir ve ileride daha da değerlenecektir(!). Bir gün daha da değerleneceğine inanılan arsalar da bugünden talep görmektedir. Satın alınan arsalar fiziksel[!] değildir fakat gerçek hayat ile uyuşmaktadır. Örneğin sanalötesinin İstanbul’unda Çırağan Caddesi üzerinde satılık arsa bulmanız nerdeyse imkânsız hale gelmiştir. Ayrıca İstanbul’un simgesi kabul edilebilecek çoğu eser de satılmıştır. Satılan yerler arasında Boğaz köprülerimiz de yer almaktadır ve bu evrende köprülere ilgi oldukça yüksektir. Henüz köprülerimizi sanalötesi evrende satın alanların gelir elde edip etmediği bilinmemekte fakat gelecekte daha yüksek fiyata satma düşüncesi ile satın aldıkları düşünülmektedir. Ayrıca bazı büyük şirketler boğazlar gibi simgesel yerleri reklam aracı haline getirerek kendi tanıtımlarını yapabileceklerdir. Sonuçta gerçek hayattaki yatırım anlayışı ile sanalötesindeki yatırım anlayışı aynıdır. İnsanlar yatırımlarının yönünü fırsatları erken görmek ve değerlendirmek adına keşfi henüz tamamlanmamış sanalötesine çevirmiştir.
Değiştirilemeyen Para [NFT] Nedir?
“Değiştirilemeyen para”, sanal sanat eserlerini ve derlem[koleksiyon] ürünlerini tescil edilebilir ve satılabilir varlıklar haline getiren sanal belge anlamına gelmektedir. Değiştirilemeyen para, Bitcoin[!] ve Etherium[!] gibi sanal paralar ile satın alınmaktadır. Sanal paraların da takas edilebilme ya da başka bir para birimine dönüştürülebilme özelliği bulunmaktadır. Ancak sanat eserleri sahip oldukları nitelikler ile benzersizdir çünkü dünya üzerindeki sanat eserleri örneğin Mimar Sinan’ın Çıraklık eseri Şehzade Camii, Leonardo Da Vinci’nin Mona Lisa tablosu[!], Mısır Piramitleri tek ve eşsizdir. Yani eserlerin birebir aynısını yapmanız mümkün değildir. Aynı durum değiştirilemeyen paralar için de geçerlidir. Çünkü değiştirilemeyen para bir diğer değiştirilemeyen paranın eş değerinde değildir. Değiştirilemeyen paraya sahip kişinin kazancı ise satın aldığı eserin özgün halinin sanal sahibi olduğunu belgelemesidir.
Hayatımızı Nasıl Etkileyecek?
Günümüzde genel ağın bir sahibi yoktur ancak dünyadaki en değerli şirketlerin arasında genel ağ şirketleri başlarda görünmektedir. Sanalötesi hızlı yükselişi ile genel ağın yerini alacaksa iktisadi açıdan da büyük değişiklikler yaşanacak demektir. Çünkü sanalötesi, bizlere bugünkü genel ağ şirketlerinden daha fazlasını vadetmektedir. Sanalötesi ile yeni istihdam ve insan kaynaklarına yönelik ihtiyaçlar doğacak ve günümüz meslekleri evrilecek ya da bambaşka meslekler ortaya çıkacaktır. Mesela mesleklerden sanal emlak uzmanlığı, sanalötesi mimarlığı bugünden ilgi görmeye başlamıştır.
Mevcut genel ağ imkanları, bizlerin belirli hizmetler için belirli sınırlar içerisinde özgürce hareket etmememizi sağlamaktadır ancak girişimler arasındaki birlikte çalışabilirliği sınırlandırmaktadır. Örneğin Minecraft ya da Sims oyunlarında herhangi bir şey inşa edebilir ya da oyunlarda sanal temsiller oluşturabilirsiniz ancak bu oyunlarda yarattıklarınızı başka bir oyuna aktaramazsınız. Sanalötesi, kullanıcıların kendi içeriklerini yaratmalarına ve içeriklerini dağıtmalarına izin vermektedir. Böylelikle çağcıl ağın aksine sanalötesi 6 kullanıcıları, tüm değişiklikleri gerçek zamanlı yaşayacaktır. Sanalötesinde yapılan değişiklikler kendi içinde eş zamanlı çalışacak ve herkes tarafından görülebilecektir. Bu durumda Sanalötesinin kalıcılığı ve birlikte çalışabilirliği, kullanıcılarına daha fazla kimlik ve deneyim sürekliliği sağlayacaktır.
Yapılan çalışmalarda sanalötesi iktisadının 2030 yılına kadar 8 ila 15 trilyon[!] dolar arasında büyüme göstereceği tahmin edilmektedir. Ayrıca sanalötesi kullanıcı sayısının ise 5 milyar[!] kişiye kadar yükseleceği öngörülmektedir.
Sanalötesi gelecekte hayatımızı tamamen değiştiren bir uygulayım bilimi haline gelebilecekken sadece sahip olduklarımızı destekleyen ikincil bir tercihe de dönüşebilir. Ancak her iki ihtimalde de e-ticaret ve e-pazarlamayı etkileyeceği kesindir. Çünkü daha gelişmemiş sanalötesinde bile arsalar reklam amacı ile satın alınmaktadır hatta bazı şirketlerin arazileri satın almasının tek sebebi bu satın almanın yaratacağı reklam değeridir.
Şirketlerin Katkıları Sanalötesinde Hakimiyet Getirebilecek Mi?
Sanalötesinin bir sahibi ya da denetçisi henüz bulunmamaktadır fakat gelecek sanal dünyanın denetimi için şirketler savaşmaya hazır durumda beklemektedir. Sanalötesinin sunduğu yenilikleri fark eden dev uygulayım bilimi şirketleri büyük yatırımlar yapmaya şimdiden başlamıştır. Çünkü sanalötesi pazarından ya bir pay istemekte ya da yeni dünyadaki kuralları denetlemek için söz hakkı gözetmektedirler.
Sanalötesi oluşturmak için yaptığı yatırımlar ve yürüttüğü çalışmalarıyla dikkat çeken Microsoft, gelecek, sanal ötesinde demektedir. Microsoft’un sanalötesi için Mesh isimli bir iş sahası kurması ya da Facebook’un adını Meta olarak değiştirmesi de insanların merakını sanalötesine çekmeyi başarmıştır. Microsoft, kurduğu Mesh’inin sanal dünyaları birbirine bağlayan bir saha olmasını istemektedir.
Sanalötesinin bu kadar ses getirmesi sadece şirketlerin attığı adımlardan kaynaklanmamaktadır. Mesela geçirdiğimiz küresel salgın dönemi bizleri genel ağa[internet] daha fazla bağlamıştır. Çünkü eğitim ve iş hayatı uzun bir süre çevrimiçi devam etmiştir. Şirketlerin şu sıralar düşüncesi ise yeni bir küresel salgın halinde sanalötesinin insanlara sunabileceği esnekliktir. Çünkü sanalötesi insanlara okul veya iş yerinin ortamı ile aynı hissiyatı veren bir sanal mekân vadetmektedir.
Hakimiyet için şimdiden hüküm vermek zor görünmektedir. Çünkü sanalötesinin oluşumu henüz tamamlamamıştır. Hâlâ üzerinde çalışmalar yapılmakta ve uzun bir süre daha çalışmaların devam edeceği tahmin edilmektedir. Ancak bugünden yatırımlarını yapan ve erken farkındalık için çabalayan şirketler gelecek sanal dünyada da koltuklarını kaptırmamak için ellerinden geleni yapacaktır.
Sanalötesi Gerçeklik Anlayışımızı Mahveder Mi?
Sanalötesinin insanlar üzerinde kötü izler bırakabileceği bazı bireyler ve topluluklar tarafından düşünülmektedir. Zaten bu durum tahmin edilemez de değildir. Yeni basının bile günümüz insan ilişkileri üzerindeki olumsuz etkileri su götürmezken bizi fiziki dünyadan ayıracak bir alemin etkileri şüphesiz ki bizlerde hasar bırakacaktır. Küresel salgın boyunca bunalım, ruhsal sarsıntı[depresyon], intihar gibi vakaların artış gösterdiği bilinmektedir. Yani akıl ve ruh sağlığı sorunu yaşayan dünya nüfusu küresel salgın döneminde artış göstermiştir. İnsanların iletişimlerini kısıtlanması, dört duvar arasında belirli araç gereçler ile kısıtlı iletişim kurması ve yalnız bırakılma hissiyatı akıl ve ruh sağlığı sorunlarının artmasına neden olmuştur ne var ki sanalötesini durdurmak ya da etkilerini dindirmek pek mümkün görünmemektedir. Gün geçtikçe sanalötesini daha çok özümseyeceğimiz, etkisinde de daha çok kalacağımız aşikardır.
Yazar: Elif Küçük
Şule Aladoğan ile “Sanalötesi” Üzerine Söyleşi
1. Kendinizden ve mesleğinizden kısaca söz eder misiniz?
Adım Şule Aladoğan. Hollanda merkezli bir şirkette sanalötesi [Metavörs] topluluğunda hem yazılım mühendisi hem de topluluk önderi görevi yapıyorum. Aynı zamanda bir derginin şiir işliğinde [atölye] kalemimi geliştirmeye çalışıyorum. Topluluğumla birlikte sanalötesine üzerinde ismimiz yazmaksızın giriş yapmaya çalıştığımız bir evredeyiz. Bu adsız giriş yapmanın merkezine de yalnız, “insanların kendilerini yönettikleri bir anlayış”ı yerleştiriyoruz.
2. “Sanalötesi” kavramını açıklar mısınız?
En güzel haliyle “tek, evrensel ve sürükleyici sanal bir dünya olan genel ağın [internet] varsayımsal yinelemesidir.” Yani, sanalötesi, verinin, 3 boyutun, duyu uzuvlarına [organ] yenileri eklenecek. Yeni algılarımızla, hissi ve duyusal olarak en yüksek doyumlara ulaştığımız genel ağı yeniden yorumladığımız bir evren beklentisidir sanalötesi. Duyularımızdan daha canlı toplumsal deneyimler edinebileceğimiz bir ağa sahiptir. Bu ağ, bugün farklı farklı şirketler ile başlamış olsa da aynı genel ağ gibi birbirine bağlanarak yepyeni tek bir sanal Evren’e bizi bağlaması beklenmektedir.
3. Sanalötesindeki toplumsal yaşam hakkındaki görüşleriniz nedir?
Bugüne değin, genel ağda edindiğimiz deneyimler ekranlara[!], ekranlar da bize bağımlıydı. Ancak gün geçtikçe bize daha çok şey öğreteceğini düşündüğümüz, heyecanlarla edindiğimiz araçlar zamanımıza ve hatta iç salgılarımıza [hormon] hükmeder hale geldi. Bugün bu anlayış ve algı daha da genişleyerek o an bulunduğumuz odadan ve mekândan ayrıldığımız, tamamen “oralı” olduğumuz genel ağın evlerine misafir değil, sahip olduğumuz yere doğru gidiyor. Bugün geldiğimiz noktayı kestirmek uygulayım bilimini [teknoloji] doğru okumuş insanlarca zor değildi aslında. Bugüne kadar, bu gürül gürül akışın içinde ekranları ve içeriklerini doğru yönetmiş zihinler buraları kendi 3 boyutlu kütüphanelerine dönüştürürken, bazıları yeni bağımlılıklar, bazıları da yeni genel ağ haydutluğu [hack] araçları edinecekler. Aslına bakarsanız, bugüne kadar yönlendirmenin pek çok haline ulaşmıştık. Ancak sanalötesi, tüm ilerleyişimize ve medeniyetimize yepyeni boyutlar getirecek ve elbette medeniyetsizliğimize de…
4.Sanalötesi hangi alanlarda kullanılacak? Sanalötesinin fayda ve zararları neler olacak?
Veri gizliliği ihlalleri, istenmeyen yönlendirmeler, sanal güvenlik açıkları, eksik mahremiyet algısı, sayısal [dijital] cinsel deneyimlerde artış, yapay zekâ suçlanılamazlığı ilk bakışta sayabileceğimiz olumsuzluklardandır. Veri güvenliliği ile ilgili yasalar henüz yeni düzenlenebilmişken sanalötesi ile birlikte hukuk alanında yeniden değişim yaşanmak zorunda kalınacaktır. Tüm bu olumsuz şartların yanı sıra olumlu beklentiler de var. Devrimsel gelişmeler, veri paylaşımlarında yüksek hassasiyet ve etkin hız, yeni mimari ve sanat eserleri, niceme [kuantum] dönüşüm süreci olumlu beklentiler arasında sayılabilir.
Sanalötesinin hayatımıza katacağı yenilikler en fazla tıp, eğitim, uygulayım bilimi ve doğa bilimleri alanlarında olacaktır. Örneğin savaşları savaşın içindeyken öğrenen öğrenciler ile karşılaşacağız, ABD’deki bir hekimin onun verileri ile hareket eden robot[!] vasıtasıyla Afrika’daki bir hastanın hassas bir göz ameliyatını başarıyla neticelendirmesiyle karşılaşacağız.
5. İktisat ve ticaret sanalötesinden nasıl etkilenecek?
Sanalötesi ciddi bir reklam aracı olarak görülmektedir. İnsanların sanal sergiler kurabilecekleri ve satış yapabildikleri sanalötesinde şirketler de kendilerine yer bulmak istiyor. Bir başka deyişle sanalötesi şirketler için milyonların[!] sokağa çıkabildiği yeni bir pazar anlamına geliyor. Müşterilerin katılmaya hevesli olduğu görülen bu pazarda şirketler sayısal dükkanlarını kuracaklar. Bu gelişmelerin neticesinde ise sayısal paralar ciddi bir hareketlilik, dalgalanma ve durulma yaşayacak.
6. İnsanlar sanalötesi ile gerçek dünya arasında uyum sorunu yaşayacaklar mı?
Kesinlikle uyum sorunu yaşanacak. Gerçeklik algısı insanların zihninde bu zamana kadar edindikleri tecrübelerce oluşmuş algıdır. Bu algı, yeni sayısal duyularımızla derinden sarsılacak ve alışma süresinde yeni duyusal rahatsızlıklar yaşanacak. Bununla birlikte sinir mühendisliği, sinir bilimi ve ruh bilimi gibi alanların desteği ile bahsettiğimiz bu uyum sorunu ortadan kaldırılabilir.
7.Sanalötesi iş dünyasında nasıl bir değişime neden olacak?
Sanalötesinde belli mesai saatlerinde çalışacak insanlar da bulunacak. Bu zamana kadar yer aldığımız tüm meslek dalları, bizim fiziğin[!] gerçekliğinden kopmadığımız halde gerçekleşti. Hatta, küresel salgın döneminin etkisi inkâr edilmeksizin ekranlardan çalışmaya ve görüşmeye alıştığımız günler geçirdik. Bu alışma döneminin bir sonraki adıma, geçtiğimiz günlere evrildiğini bilmiyor olabiliriz. Fakat deneme aşamasında, sanalötesine adım atmak isteyen insanların bu evrende vakit geçirmelerini talep eden şirketler oldu. Sanalötesinde oyun oynamaya ve düğümlemeye [kodlama] alışkın insanlar diğer insanlara oranla daha rahat iş bulacaklar. Ayrıca sayısal para uzmanları, genel ağ tasarımcıları, yazılım mühendisleri, sanatçılar, tasarımcılar, içerik üreticileri, sanal mimarlar ve gayrimenkul danışmanları da sanalötesinde kolay iş sahibi olacaklar.
9.Sanalötesinden alınan malların kalıcılığı ve değeri nedir?
Sanalötesindeki tüm sayısal varlıklar sayısal defterlere kaydedilmektedir. Sayısal defterlere kayıtlı varlıklar sözleşmeler ile satılabilir ve böylece sahipleri değişebilir. Gerçek hayattaki varlığı, yalnızca “0” ve “1”ler üzerinde bekletilen bu varlıklar henüz insanlar için güvenilir bir yatırım alanı olmaktan çok uzak. Bu varlıklar, insanların sayısal pazarlarda satışa çıkarabildikleri, yatırım aracı olarak ellerinde 9 tutabildikleri yeni bir iktisat pazarındaki varlıklar olarak yerlerini almaya başlamıştır. Gerçek dünyadaki sahiplik, alış, satış algısının sayısala uyumu ile sanalötesindeki hareketlilik artacak. Anlaşılacağı üzere eğer altyapıdaki nitelik ve güvenilirlik sürdürülebilirse kâr sağlanabilecek yeni bir iktisat anlayışının kıyısındayız.
10.Sanalötesi kalıcı bir yapı mı yoksa yok olup gidecek mi?
Biliyorsunuz ki sanalötesi yeni bir hayal, yeni bir ufuk değildir. Seneler önce, kitaplarda yazılmış, yazarların hayallerinde ve dillerinde eskimiştir. Mevcut dev uygulayım bilimi şirketleri ayrı ayrı sanalötesi alanına yatırım miktarlarını açıkladıklarında 130-140 ülkenin gayri safi yurt içi hasıla toplam rakamlarını geçtiklerini görüyoruz. Bu durum mevcut dünya pazarında %70-%80 ortalama ile inanılmaz bir oran demektir. Microsoft, Facebook, Apple zaman zaman gizli ve bazen açık bir şekilde ar-ge çalışmalarını sürdürüyorlar. Sanalötesi, gelecekte tahmin ettiğimiz tekliğe varana kadar baltalanmaya devam etse bile büyümesine engel olunabileceğini düşünmüyorum. İnsanlığın varlığından beri, varlığı ve gelişimi yine insanların elinden başlamış uygulayım bilimi ilerlemelerinin durdurulabildiği görülmemiştir. Ayrıca insanlık tarihi boyunca tüm insanlar tarafından bu kadar sık adı anılan kelime sayısı çok azdır. Dünyadaki gelişmeler, biz insanlar geliştikçe devam etmektedir. Bu yolun adımlarının başlamadan durdurulabileceğini artık düşünmüyorum. Günümüz dünyasının vazgeçilmezleri; genel ağın, yeni basın hesaplarının ve bilgisayarın da devamlılığı olmadığı iddia edilmişti. Sanalötesinde yeni şirketler ve yeni isimler duymaya başladıkça, uzun sürelerdir köklenmiş şirketlerin de güçsüzleşmemek adına dev atılımlarda bulunduğunu görüyorum. Anlıyorum ki biz tecrübe etmeksizin yol durmayacak. İnsanlar, uygulayım bilimi alanında hiç bugünkü kadar özgürlüğe yakın olmamıştı. Bu özgürlük suça yakın olduğu kadar, ifade özgürlüğüne de yakın. Bu mecrayı iyiye yoran iyiye, kötüye yoran kötüye kullanacak olsa da yapmamız gereken; kaçmak değil, güzel zihniyetlerimizle sanalötesinin içinde sorumluluk almak ve yeni düzeni güzelleştirmektir.
Yazar: Beyza Kavrak
Osmanlı Basınında Dergi Yazarları: Öncü Kadınlar
Osmanlı Devleti’nde Tanzimat ile başlayan çağdaşlaşma süreci, önce sarayda daha sonra saraya yakın ailelerde ve toplumun ileri gelenleri arasında başlayarak halk arasında yaygınlaşmıştır. Cemiyetler ile beraber gazetecilik[!] kültürünün[!] de yaygınlaşması, Batı’nın yakından takip edilmesini sağlamıştır. Dönemin yazarları, Türk kadınının toplumdaki konumunu basın yoluyla çokça tartışmış, kadın hakları pek çok dergide ve gazetede gündeme getirilmiştir. Peki kadınlarımız bu hak arayışının neresindedir? Kadınların eğitiminde, okullaşmanın II. Abdülhamid döneminde başlayarak II. Meşrutiyet döneminden itibaren yaygınlaşması ile Türk kadını iktisadi ve içtimai alanda kendini göstermeye başlamıştır. Gerek kadın cemiyetleri gerekse kadın dergileri (Kadın dergileri hakkında örnek için bkz. Evrenkent Kalemleri Dergisi, Sayı 9, “Osmanlı Kadın Dergilerine Bir Bakış”) ile seslerini duyuran kadınlar, günümüz Türk kadınına da hak arayışı konusunda örnek teşkil etmektedir.
Nigâr Bint Osman (1856-1918)
Mâni Oluyor Halimi Takrire Hicâbım
Mâni oluyor halimi takrire hicâbım,
Üzme yetişir, üzme, fırâkınla harabım.
Mahv oldu sükûnum, beni terk eyledi hâbım,
Üzme yetişir, üzme, fırâkınla harâbım. (1)
II. Abdülhamid tarafından şefkat nişanıyla ödüllendirilen Şair Nigâr Hanım, Harp Okulu Müdürü Macar Osman Paşa’nın kızıdır. Osmanlı ileri gelenlerinden olması sebebiyle iyi eğitim almış; piyano[!], resim, dikiş dersleri ve ayrıca yabancı dil dersleri görmüştür. Devrin Demet, Parça Boğçası, Kadın, Hanımlar Âlemi, Nilüfer ve Mütalaa gibi kadın dergilerinde yazılar yayımlayarak Osmanlı kültür hayatında ün salan Nigâr Hanım, aynı zamanda sanatkâr bir çevreye sahiptir. Her salı günü Şişli’deki konağında Recaizade Mahmut Ekrem, Şeker Ahmet Paşa, Süleyman Nazif, Abdülhak Hamid Tarhan, Ahmet Rasim, kemani Tatyos Efendi, piyanist[!] Furlani ve Hegey, ressam Zonaro, Maarif Nazırı Münif Mehmet Tahir Paşa gibi seçkin isimleri ağırlamıştır. Kadınlı erkekli düzenlenen bu toplantılar, gelen tüm eleştirilere rağmen Nigâr Hanım’ın yenilikçi tavrını göstermektedir.
Batı’nın kadına sağladığı tüm haklara Türk kadınının da sahip olmasını isteyen yazar, buna rağmen kadın ve erkek arasında tam bir eşitlik kurulamayacağını düşünmektedir. Muhtemelen, Nigar Hanım’ın kadın erkek eşitliğine inanmamasının asıl nedeni toplumda henüz kadın hareketinin[!] görülmemesidir. Zira Nigar Hanım, kadın haklarının sağlanması konusundaki arzusunu yazıları ve faaliyetleri ile gerek okurlarına gerekse çevresine kanıtlamıştır.
Basın hayatında önemli başarılara imza atan Nigâr Hanım’ın şiirleri yalnızca kadın dergilerinde değil, dönemin meşhur Servet-i Fünun Dergisi’nde de yayımlanmıştır.
Fatma Aliye Topuz (1862-1936)
Fatma Aliye Hanım, Mecelle’yi kaleme alan Osmanlı devlet insanı Ahmet Cevdet Paşa’nın kızıdır. Fatma Aliye Hanım’ın eğitim hayatına babasının tarihçi ve hukukçu kimliğinin, annesinin desteğinin etkisi büyüktür. Çocuk yaştan beri Fransızca dersleri alan Fatma Aliye Hanım, okuyucu karşısına ilk defa “Bir Kadın” imzalı tercüme bir eser ile çıkmıştır. Dönemin basınında bir kadının iyi bir Fransızca ile eser tercüme edebilmesine pek alışılmadığından bu çevirinin bir kadın tarafından yapıldığına inanılmamıştır. Bu sebeple Fatma Aliye Hanım, bir süre Tercüman-ı Hakikat’te yayımlanan yazılarında “Mütercime-ı Meram” imzasını kullanmıştır.
Türk Edebiyatı’nın gözde yazarı Ahmet Mithat Efendi, Fatma Aliye Hanım’ı yazı yazması konusunda yüreklendirerek kendisiyle devamlı mektuplaşmıştır. Mektuplar genelde edebiyat, kadın eğitimi, İslamiyet, fikri ve felsefi meseleler etrafında şekillenmiştir. Ahmet Mithat Efendi başarılı bulduğu öğrencisi Fatma Aliye Hanım’ın kişiliğini, fikriyatını ve gelişimini sık sık takdir etmiştir. Ona göre Fatma Aliye Hanım örnek bir kadın yazardır. Öyle ki Fatma Aliye Hanım, bir gün Ahmet Mithat Efendi’ye teşekkür mahiyetinde el işi seccade hediye etmiştir. Ahmet Mithat Efendi ise kendisine verilen bu hediyeye “Ben(ce) fâzıl ve feylesof kızımın en mûteber nakışı nakş-ı kalemidir.” (2) diyerek karşılık vermiştir.
Fatma Aliye Hanım, kadınların toplumsal hayattaki yeri, İslam’da kadın, kadın eğitimi gibi konuları ele alarak Osmanlı kadın hareketine pek çok katkıda bulunmuş hatta kadın hareketini başlatmıştır diyebiliriz.
“Şu satırları kadınlığı müdafaa fikriyle dahi yazmıyorum. Zira mesail-i insaniyede âcizelerince kadın ile erkeğin farkı olamaz. Hepsi insandır. İnsaniyete hizmet ise ancak hakikatle olur. Husemâmızı, muarızlarımızı iskât edecek olan hakikattir.” (3)
Emine Semiye Önasya (1864-1944)
Fatma Aliye Hanım’ın kız kardeşi Emine Semiye Hanım, aynı zamanda Nigâr Hanım’ın da pek yakın arkadaşıdır. Emine Semiye Hanım’ın kadın hareketine destekte bulunan kardeşinden ve arkadaşından farkı ise kadın haklarını siyasi alanda da savunmasıdır. Yayın hayatına Hanımlara Mahsus Gazete’de yazılar kaleme alarak atılan Emine Semiye Hanım, daha sonra Mehasin ve Kadın isimli kadın dergilerinde de yazmış, İnci ve Mütalaa dergilerinde de başyazarlık yapmıştır.
“Ey nisvan-ı İslam… Ey muhterem hemşirelerim! Çünkü kadınlar erkeklerden keskin olan zekâları sayesinde iyi okurlarsa çok öğrenecekler. Rabbimiz Teala’nın verdiği ve peygamberimiz efendimiz hazretlerinin tebliğ buyurduğu imtiyazlara akılları da erecek..! Ticarete, sanata süluk ederek nafakalarını kazanacaklar. Sonra erkeklerin başlarına indirmek istedikleri maddi ve manevi darbelere artık boyun eğmeyecekler” (4)
Emine Semiye Hanım diğer kadın yazarların aksine geleneksel görüşü tamamen reddederek kadının her anlamda özgür olması gerektiğini savunmuştur. İsviçre ve Fransa’da ruh bilimi [psikoloji] ve toplum bilimi [sosyoloji] üzerine eğitim gören yazar, kadınların aydınlanması ve gelişmesi için eğitimin gerekliliğini vurgulamıştır.
Roman[!] ve hikâye alanında ablası Fatma Aliye Hanım’ın gölgesinde kaldığı düşünülse de Emine Semiye Hanım, edebiyat dünyasına önemli eserler katmıştır. Sefalet adlı romanının Sırp bir kadın tarafından tercüme edilmesi ve eserin Sırbistan’da büyük yankı uyandırması üzerine Sırp hükümeti, Emine Semiye Hanım’ı “Sen Sava” nişanı ile ödüllendirmiştir.
Makbule Leman (1865-1898)
Osmanlı basınında makaleleri ve şiirleriyle ünlenen diğer bir isim ise Makbule Leman Hanım’dır. II. Abdülhamid döneminde “şefkat nişanı” ile ödüllendirilen yazar, Hanımlara Mahsus Gazete, Hazine-i Evrak, Hazinei Fünûn gibi süreli yayınlarda yazılar kaleme almıştır. Geleneksel yapıdan uzaklaşmadan kadının bilinçlenmesini isteyen ve toplumun yükselişinin kadınların yükselişinde aranması gerektiğini savunan Makbule Hanım, kadının eğitilmesini her şeyden önce iyi eş, anne ve Müslüman olmak için gerekli görmüştür.
“Biçilmiş câmedir nisvâna tahsil
Fakat yazmak gerek ahlaka dâir
Kalem tutmaklığa kim olsa kâdir” (5)
Halide Edip Adıvar (1884-1964)
Halide Edip Adıvar, şöhretini daha çok Millî Mücadele döneminde kazansa da adını ilk defa 1897’de John Abat’tan yaptığı Mâder adlı tercüme ile ve daha sonra Tanin gazetesinde yayımladığı yazılarla duyurmuştur. Yayımlanan yazıları sadece Tanin gazetesiyle sınırlı kalmamış, İngiltere’de basılan Nation dergisine “Türk Kadının İstikbali” adlı gönderdiği mektup ülke kamuoyunda büyük ilgi görmüştür:
“Meşrutiyetten önce kadınlar hiç önemsenmezdi. Diğer edilen şeyler gibi nitelikleri de görmezden gelinir; kendi ayakları üzerinde durma hakkı yok sayılırdı. Buna ilaveten genellikle kendi başına konuşabilecek hiçbir kadın bulunmadığı veya varsa bile sayılarının bir ikiyi geçmediği düşünülürdü. Ama bugün bunun tam aksi ortaya çıktı…” (6)
28 Nisan 1913’te Osmanlı’nın ilk kadın hakları savunucusu [feminist] örgütü niteliğine sahip Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin başkanlığını üstlenen Halide Hanım, bu dernek etrafında kadınların eğitimi ve istihdamı için pek çok faaliyet yürütmüştür. Aynı zamanda Halide Edip Adıvar’ın savaş yıllarında padişaha, “savaşa katıl” çağrısı yapacak kadar cesaretli duruşu ve toplanış [miting] konuşmaları o dönemin kadınlarına kadın hareketi konusunda örnek temsil etmesi açısından önemlidir.
I. Dünya Savaşı yıllarında Amerikan Elçiği’ndeki bir yemekte “Türkiye’de hali hazırda yaşanan kadın hareketi nihayetinde yeni bir olay değil… Bu hareket yalnızca bir yeniden doğuş [Rönesans], bir zamanlar mevcut olan bir durumun yeniden hayata geçirilmesinden ibaret. Bir zamanlar Türk kadınları kocalarının ve erkek kardeşlerinin sahip oldukları tüm haklara sahiptiler.” (7) diyerek kadının toplumdaki konumunun eski Türk tarihindeki farklılığına değinmiştir.
Nezihe Muhiddin Tepedelengil (1889-1958)
Eğitimine Kandilli’deki bir mektepte başlayan Nezihe Muhiddin Hanım, özel derslerle öğrenime devam etmiştir. Öğretmenlik yaptığı sırada Hanımları Esirgeme Derneği’nin kurucuları arasında bulunarak kız çocuklarının eğitimi, kadınlara yardım gibi hayır işleriyle ilgilenmiştir. Halide Edip Adıvar, Fatma Aliye Topuz ve Nakiye Elgün gibi isimlerle tanışarak dergilerde ve gazetelerde yazmaya başlamıştır. Kadının toplumsal hayatın yanı sıra siyasal alanda da yer alması gerektiğini savunan Nezihe Hanım, 1923 yılında Kadınlar Fırkasını kurmuştur. Fırkanın kuruluş amacı Süs dergisinde; “Kadın ülkenin her yerinde yaşanan siyasi, içtimai ve iktisadi sorunların içinde olmasına ve bu sorunlardan etkilenmesine karşın bu alanlarda gözle görülür biçimde çalışamamaktadır. Amaç yer yer ortaya çıkan kadın varlığını ve kişiliğinin kitlevi bir şekle dönüştürülmesidir.” (8) şeklinde açıklanmıştır.
Şükufe Nihal Başar (1896-1973)
II. Meşrutiyet yıllarındaki kadın hareketinden etkilenen diğer bir isim de Şükufe Nihal Başar’dır. Darülfünun mezunu yazar, Nigar Hanım gibi edebi toplantılar düzenlemiş ve bu dönemde kadın derneklerinde, dergilerinde etkin olarak çalışmıştır. Şükufe Hanım, çağdaşlaşma ile meydana gelen yeni kadın imgesine, hem eserleriyle hem de faaliyetleriyle katkıda bulunmuştur.
21 Mart 1914’te Kadınlık dergisinin ilk sayısında yayımlanan “Bugünün Genç Kadını” adlı makalesinde, Şükufe Nihal Hanım adeta Türk kadınının gafletten uyanmasını, değişime ayak uydurmasını istemiştir:
“…
Ey genç kadın! Acılarla dolu boşluklarda inleyen şu sayıklamalara cevap ver. Bak, zavallılar annesiz, rehbersiz bu korkulu dünyaya daldılar. Zavallıydın, rehbersizdin, fakat artık konumunu öğrendin. Bu milleti bu yıkılmış, yorulmuş milleti ninelerinin o perişan uykusuna dalmadan sen kurtaracaksın.
Görevinin önemini takdir ederek bütün azminle, ciddiyetinle şu sefalete atıl. Gör ne facialar ne uçurumlar var. Yükselmeden yaşamak aşağılanmaktır. Başındaki taç ya da muhteşem sarı siyah halkalar seni yükseltmez. Biraz düşün yükselmeyi sağlayan gerçek araçları, amaçları bul, bilginin süslenmişiyle bak, ne aydınlık ne saygıdeğer olacaksın.
Biraz başını kaldırıp şu aydın göğü, yüksek gururlu ayı, saf yıldızları gör ki hissine gurur ve incelik, kalbine ağırbaşlılık ve samimiyet gelsin. Çünkü ah! Sen bugün pek değersizsin, ancak bunu hissetmiyorsun. Bak, bu zehir gibi bir itiraf. Hayatın yüceliğini biraz hisset. Oh! O seni ne kadar yükseltir. Sabahlara dikkat et, ne şevk ile açılıyor aydın ufuklar ne derin bir mutluluk esintisi var. Yaratılışın o muazzam parlaklığı karşısında sen bu acılara ve sefalete dayanabilir misin? Hayır, değil mi? Öyle ise haydi yavaş yavaş kıpırdan, ilk adımların pek acemi olacak belki şu milyonlarca[!] halk seni tanımayacak. Zarar yok. Çünkü kabahat sende, çünkü sen onlara hiçbir vakit onların annesi olduğunu hatırlatmadın. Fakat ağlama, kederli olma artık gerçekten parlayan bir ümitle esas amacına doğru yürü. Zengin ruhundan onlara gerçek güneşler doğsun, biraz hayat bulsun. Sonra onlar medeniyeti yavaş yavaş tanıyacaklar ve saygıyla ellerini öperlerken sen artık aydın bir geleceğin güzel, sevinçli, hayat sahibi bir neslin en büyük şerefini ve mutluluğunu hissedecek, suçluluk azabından kurtulan açık alnınla gökyüzünde sonsuzluklara yükseleceksin, yükseleceksin.” (9)
Şükufe Hanım, Cumhuriyet Döneminde de etkinliğini devam ettirmiştir. 1924’te kurulan Türk Kadınlar Birliği’nin kurucularından Şükufe Nihal Hanım’ın, aynı zamanda Nezihe Muhiddin Hanım’ın kurduğu Kadınlar Fırkasında üst düzey görev alması, kadın hakları konusundaki mücadelesini ve hiçbir şeyden çekinmeyişini göstermektedir.
Ulviye Mevlan Civelek (1893-1964)
Ulviye Mevlan Civelek’in Osmanlı basın hayatına getirdiği en önemli yenilik; kurduğu Kadınlar Dünyası dergisinin yazarları arasında seçkin hanımların yanı sıra halktan da yazar bulunmasıdır. Ulviye Hanım kadınların, hak arayışlarını artık kendilerinin dillendirmeleri gerektiğini düşünmekteydi. Bu sebeple dergisinde kadınların istihdamı, eğitim hakkı, kadın hukuku, aile ıslahı gibi pek çok konuda yazılar yayımlamıştır.
“Milliyet namına iddiayı hürriyet ediyor, hür bir milletiz diyoruz. Diyoruz da nisviyeti esaretten kurtaramıyoruz. Bunun için ne topa ne tüfeğe ne de kılıca lüzum vardı. Müthiş silahlardan ziyade fikir ordusuna muhtacız.” (10)
…
Kadınlar, hak mücadelelerini seslerini duyurabildikleri her alanda gerek basında gerekse gündelik yaşamda sürdürmüşlerdir. Kadınlara verilen hakların, “yine erkekler tarafından” ve mücadelesiz verildiğini söylemek; ancak okumayan, araştırmayan veya bilmek istemeyen bir aklın ürünüdür. Nitekim kadınlar, kadın hareketine toplumda eğitim hakkı bulunmadığı ve sindirildiği için katılamamışlardır. Bu durumun göz ardı edilerek yadırganması kabul edilebilecek bir husus değildir. Osmanlı kadın hareketinde, saray ve saray çevresindeki aydın kadınların başlattığı hak arayışı, gelişen basın olanakları ile kısa zamanda halka tesir etmiştir. Mücadelemizde bize öncülük eden tüm kadınları sevgiyle anıyoruz…
1) Şiirin bestelenmiş hali Atatürk’ün sevdiği şarkılar arasında yer almaktadır.
2) KOÇ, Murat, “Üdebâ-yı Nisvânın Yardımcısı Ahmet Midhat Efendi ve Fatma Aliye Hanım” A.Ü Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, (48) 2012, ss.191-216
3) KARACA, Şahika, “Öncü Bir Kadın Yazar Emine Semiye’nin Kaleminden “İslamiyet’te Feminizm””, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 21 (2), 2012, ss.269-280.
4) KARACA, Şahika, “Öncü Bir Kadın Yazar Emine Semiye’nin Kaleminden “İslamiyet’te Feminizm””, Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 21 (2), 2012, ss.269-280.
5) ELİUZ, Ülkü, “Meşrutiyete Giden Süreçte Yeni Kadın İmgesi: Fatma Makbule Leman”, BİLİG, (47) 2008, ss.177-192.
6)YILMAZ, Ayfer, “Halide Edip’te Kadın Hakları”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi 20, 1, 2013, ss.119-134.
7) Aynı eser.
8) KANTER, Beyhan, “Osmanlı Basın Hayatında Kadın Yazarlar”, Tercüman-ı Ahval’in 150. Yılında İstanbul’da Fikir Gazeteciliği Sempozyumu (21-22 Ekim 2010) ss.17
9) AKAGÜNDÜZ, Ümüt, “Yayın Kritiği: II. Meşrutiyet döneminde kadın hareketi ve Şukufe Nihal’in Bugünün Genç Kadınına adlı yazısı”, Fe Dergi 8, (1) 2016, ss.111-117.
10) KUTLAR, Mithat, “Ulviye Mevlan:Yaşamı ve Düşünceleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2008.
Yazar: Gaye Başsoy
Evrenkent Kalemleri Gözüyle: Sabahattin Eyüboğlu – Mavi ve Kara
Geçtiğimiz aylarda Evrenkent Kalemleri Okuma Topluluğu’nda tahlil ve tetkik ettiğimiz Sabahattin Eyüboğlu’nun Mavi ve Kara isimli eserini kalemlerimiz İdil, Aslı ve Sezer sizler için değerlendirdi. Bizler okuduk, sizlere de tavsiye ediyoruz. İyi okumalar dileriz.
İdil Rüveysa
Sabahattin Eyüboğlu’nun Mavi ve Kara’sı bendeniz tarafından okunan ilk deneme kitabıdır ve gayet beğenilmiştir. Denemeleri 3 başlık altında inceleyeceğim.
Bu kısa yazı, sevgili okur tarafından bir kitap önerisi şeklinde de anlaşılabilir. Başlıklarımız şunlardır: yazarın askere ve devlete karşı tavrı, Aydınlanmacı görüş ve halk meselesi.
Çağcıl sonrasıcılık [postmodernizm] akımı doğrultusunda eserler veren Adalet Ağaoğlu, Firuzan, Leyla Erbil, Sevgi Soysal gibi Toplumcu [sosyalist] kadın yazarların aksine Eyüboğlu Atatürk ve İnönü gibi devlet adamlarından ve 27 Mayıs askeri müdahalesinden bahsederken yüzünü ekşitmiyor. Tam tersine Atatürk ve İnönü’ye desteğini defalarca belirtiyor. Toplumcu tutum sergileyen Eyüboğlu’ndan böyle cümleler okumak şaşırtıcıydı. Bu konuda onu yargılamıyorum. Ne var ki Batı’yı örnek alma ve Batı kültürüne[!] yönelme meselesini desteklemesini yargıladım. Eyüboğlu, “donmuş Doğu kültüründen, yaşayan Batı kültürüne” akan yolculuğu desteklemekteydi. Ben bu desteğin nedenini Batı tarzı Aydınlanmacılığı ilke edinen eğitim düzenine bağladım. Aydınlanmacılığa göre bilim bize yol gösterecektir ve Batı uygarlığı da bilimi ülkü edindiği için gelişebilmiştir. Fakat bu sözlerde Doğu’nun geriliğini, gericiliğini meşrulaştıran bir ileti de mevcuttur. Oysa Doğu toplumlarında da bilimsel terakki gerçekleşebilir.
Sanıyorum ki halka yayılmış eğitimsizliği iyileştirerek bilimsel gelişimi mümkün kılabiliriz. Bu noktada ben de Eyüboğlu ile benzer bir düşünceye sahibim. Bana göre de gelişmenin yolu halkı kazanmaktan geçiyor. Sanırım benim kitaba dair söyleyeceklerim bu kadar. Daha fazla uzatırsak tadını kaçırırız. Şimdilik kalın sağlıcakla…
Aslı Aksoy
“Maviyle sanat, karayla para demek istiyorum. Neden derseniz, acımtırak olacağını önceden bildiğim bu yazının adında olsun biraz renk olması hoşuma gidiyor.”
Sabahattin Eyüboğlu’nun Mavi ve Kara isimli deneme kitabına bu alıntıyla başlamak istiyorum. Yazar, mavi ve kara kelimelerini kullanırken yaşamımızda tüm renklerin var olduğundan bahsediyor. Umut bize maviyi, umutsuzluk ise karayı anlatıyor. İnsan umut ederse hayata daha farklı bakar ve tüm yaşamı gökyüzü gibi, sanat gibi uçsuz bucaksız bir mavilikle görmeye başlar. Mavinin görüldüğü her şey de beraberinde güzelliği getirir. Güzellik de sanata doğru uçsuz bucaksız bir kapı açar. Sanatı seven insanı sever. İnsanı seven de tüm mavilerde kendini bulur. Yani mavi aslında bize hayatı anlatır. Hayatta en çok istediğimiz “özgürlük” kavramına mavi ile kavuşuruz. Yazarın da ifade ettiği gibi renksiz ve karmakarışık düşüncelerimiz mavinin getirdikleri sayesinde güzelleşir.
Kara ise bizi sonu belli olmayan bir belirsizliğin içine sürükler. Para, güçlüden yana olma, çıkarlar doğrultusunda hareket etme gibi davranışlar karanlığın bir temsili halindedir. Umutsuzluk, insanlara karşı düşündüğümüz olumsuz tüm hisler karada birleşir. Hayatımızı daha da mutsuz hale getirir. Mavinin varlığı ne kadar olağansa karanın varlığı da o kadar gereklidir. Aslında mavi ve kara hayatın bize sunduğu tüm gerçeklerdir. Yazarın eserde belirttiği her şey bu renkleri içine alır. Belki de yazar bize bir deneme kitabı okutmak yerine hayatı okutmak istemiştir. Hiçbir zaman doğrusunu öğrenemeyeceğimiz bu belirsizlikle anlatıma son veriyorum. Unutmayalım ki hayatta maviler kadar siyahlar da bizimle yaşamaya devam edecektir.
Sezer Aydın
“Doğuyla Batı sarmaş dolaş olmuş bizim içimizde. Ya o ya bu değil, hem o hem buyuz biz.”
Sabahattin Eyüboğlu’nun Bizim Anadolu isimli denemesinde geçen bu düşüncesi, yıllardır süregelen ve toplumlar için son derece zararlı olmasına rağmen sıkı sıkıya sarıldığımız bağnazlığımıza karşı yazılmış iki güzel cümledir. Maalesef kendimizi taraf olmaya hatta seçtiğimiz tarafın bağımlısı, kölesi olmaya zorluyoruz. Örneğin bağlamada Aşık Veysel’i hayranlıkla dinlerken, neden Mozart’ın piyanoda[!] bestelediği şaheserlerinin hakkını yemek zorunda olmalıyız ki? Mozart bu tür yanılgılara karşı gelmiş ve Roma zamanından kalma kendinden olmayanı barbar[é] olarak adlandırma ön yargısını kenara atıp Türk Marşı’nı[!] yazmıştır.
İşin aslı piyanonun bağlamadan veya bağlamanın piyanodan üstün olduğunu kanıtlamaya çalışmaktansa bu iki müzik[!] aletinin birlikte nasıl daha etkili kullanabileceğimizi düşünmektir.
BAŞLAT: ÖTEGERÇEK VE TOPLUM 5.0
Öyle bir hayal kurun ki içine doğduğumuz gerçek alem insan eliyle genişletilsin ve günün sonunda insan ürünü yapay dünya gerçek alemden daha çekici bir yer haline gelsin. Steven Spielberg’in yönetmenliğini yaptığı 2018 yapımı Başlat filmi[!] bizlere böyle bir düş sunmakta. 2018 yılında Başlat’ın anlattığı bu alemi günümüzde duymayan ise artık kalmadı: Metavörs.[!] Elinizdeki yazıda bu kavram “ötegerçek” şeklinde karşınıza çıkacak, ne var ki malum kavramın tek Türkçe karşılığı bu değil: sanalötesi, üstevren, evrenötesi… Sefil gerçek alemden görkemli sanal aleme, bir diğer değişle “ötegerçek”e geçişi, gerçek dünyanın sanal dünya aracılığıyla kurtarılmasını okuyacağınız bu metinde sizler için hangi Türkçe karşılık daha uygun düşüyorsa o kavramı aklınızın bir köşesinde tutunuz. Hazırlanın! (Filmin heyecanını kaçırmadan ve sonunu söylemeden) Başlat filmini “ötegerçek” ve “toplum 5.0” kavramları etrafında inceleyeceğiz.
Ocak 2016’da, Beşinci Bilim ve Uygulayım Bilimi[teknoloji] Temel Tasarısı’nda Japon hükümeti “toplum 5.0”dan ilk kez bahsetti. Bu kavram sanal ve maddi alanın birleştiği, birbirine uyumlandığı akıllı toplum şeklinde açıklandı. Ertesi yıl, Japonya başbakanı Şinzo Abe, “Uygulayım bilimi, toplumlar tarafından bir tehdit değil, bir yardımcı şeklinde algılanmalı.” sözleriyle “toplum 5.0”ın felsefesini temellendirdi.1 Abe’nin açıklamasından bir sene sonra, 2018’de, Başlat filmi benzer bir ileti ile seyirciyle buluştu. Ernest Cline’ın 2011 yılında yazdığı romandan[!] uyarlanan Başlat, beş duyu uzvumuzla [organ] hissedebildiğimiz halde gerçekliği sanal ortamda temellenen bir dünyayı bizlere sundu. Günümüzde erişilmesi mümkün bu dünyayı “ötegerçek” adıyla anıyoruz. Ama nedir bu “ötegerçek”?
İlk kez 1992 yılında Neal Stephenson’un Parazit[!] isimli bilim kurgu kitabında kullanılan kavramımız, günümüze değin çeşitli tanımlamalara konu olmuştur. O günden bugüne, ötegerçek kavramının bilgisayar tarafından yaratılan evren, sanallıkta birleşme alanı, somutlaştırılmış uzaysal genel ağ, [internet] benzetim [simülasyon] ve işbirliği mekanı gibi pek çok açıklaması yapılmıştır ki bu açıklamaların ortak noktası maddesel dünyanın ve veri dünyasının harmanlanması, gerçekliğin genişletilmesi fikridir.2
Başlat filminin konusu da bu harmanlama ve genişletme ile alakalıdır. Kısa bir özet yapmak gerekirse, “2045 yılı sonlarına doğru dünya yüzeyindeki pek çok şehir, eskimiş araba ve elektronik[!] eşyanın bulunduğu kenar mahallelere dönüşmüştür. İçerisinde yaşamanın keyif vermediği böylesi bir dünyada OASIS adındaki çok oyunculu çevrimiçi bir oyun, insanlara eskimiş gerçek dünyadan kısa da olsa bir kurtuluş sunar. OASIS oyununun kurucusu Halliday’in ölümünden sonra açıklanan vasiyetine göre, Halliday tarafından oyun içerisine saklanan üç açkıyı [anahtar] bulan kullanıcılar, OASIS’in hisselerini ve oyun üzerindeki bütün denetimi ele geçirebilecektir.”3 Film üç açkıyı keşfetme macerasını konu eder. Denebilir ki, OASIS, yukarıda bahsi geçen “ötegerçek”in bir örneğidir. Ötegerçekliğin dünyasına giriş günümüzdekine benzer bir yolla, sanal gerçeklik gözlüğü, kulaklık ve çeşitli edevat kullanarak gerçekleşir.
“Ötegerçek”te kendine Parzival adını koyan, doğduğu gerçek dünyadaki ismiyle Wade Watts, genç bir delikanlıdır ve filmin esas kahramanlarından biridir. Watts uygulayım bilimine düşman gözüyle bakmaz, tam aksine onu gerçek dünyadaki eşitsizliği gidermek amacıyla kullanır. “Toplum 5.0”a uygun bir örnek teşkil eden tavrıyla Parzival doğal dünyadaki kötülüğü yapay dünyanın yardımı ile yenmeye çabalar. Başkan Şinzo Abe’nin söylediklerini kendisine ilke edinmiştir adeta… Peki filmin sonunda kahramanımız hem “ötegerçek”in hem de “toplum 5.0”ın tanımında bahsi geçen maddi ve sanal alem işbirliğini sağlamayı başarabilmiş midir? Bunu söylemek bendenize düşmez. Soruya cevap vermek siz okuyucunun sorumluluğundadır. Acaba yanıt ne ola ki?
1) https://www.endustri40.com/endustri-4-0dan-toplum-5-0a/
2) Lee L. H., Braud T., Zhou P., Wang L., Xu D., Lin Z., Hui P., “All One Needs to Know About Metaverse: A Complete Survey on Technological Singularity, Virtual Ecosystem, and Research Agenda”, 2021, arXiv preprint arXiv:2110.05352, s. 1.
Yazar: İdil Rüveysa
BEN HANGİ DÜNYADA YAŞIYORUM?
“İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.”
Bu cümle sizin zihninizde ne anlama geliyor bilmiyorum ama ben bu cümleyi duyduğum andan itibaren kendimi bambaşka dünyalarda buluyorum. Hayatım boyunca bulunduğum yerlerden ve insanlardan kaçtım. Gerçek dünya dediğimiz yaşam alanlarımızda gördüğüm hiçbir şey bana gerçek gelmemeye başladı. İnsanların yüzyıllardır yaşadıkları evrende her şeyin aynı şekilde devam etmesine şaşırmamaları beni düşündürüyordu. Gerçeklerden, iyi ve kötü tüm davranışlardan kaçmak istememin sebebini de buna bağlıyorum. Nasıl olur da hiçbir şey değişmeden devam eder? Cümlelerimden de anlıyorsunuz ki zihnim çok karışık. Evet, karışık çünkü her şeyin aynı olmasından çok sıkıldım. Çevremdeki çoğu kişi düzenlerinin dışına çıkmıyor. Ya da çıkamıyor. Herkes birbirine çok yakın gözüküyor ama kimse kimseyle yakın değil. Zihnimde beliren sayısız düşüncelerle bu cümleleri yazmaya devam ediyorum. Cümlelerimi tamamlarken aklıma hayallerim geliyor. Aynı mahallede oturduğum arkadaşlarımla istediğim gibi yaşayabileceğim bir dünya hayal ediyorum. Farklı insanlarla tanışıp onlara isimlerini ben veriyorum. Hayatım boyunca aradığım “macera” dolu bir yaşama kendimi hazırlıyorum. Aynı yerde yaşamasak bile aynı düşte buluştuğum arkadaşlarımı görünce mutluluktan kendimi kaybediyorum. Her şeyi zihnimde yaşadığım için “gerçek” dediğim hiçbir şeyin “gerçek” olmadığını düşünüyorum. Aslında benim tüm gerçeklerim hayal dünyamdan oluşuyor. Yazıma başlarken “insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar” demiştim. Evet, ben bu alemde hayal kurarak yaşıyorum.
Zihnimin karışıklığını anlattım ama bir türlü kendimi tanıtamadım. Adımı ya da kendime ait duygularımı ifade ettiğimde hiçbir şey değişmeyecek bunu biliyorum. Adımın veya kim olduğumun hiçbir önemi yok. Beni sadece yazılarımla ve hayal dünyamla tanımanızı istiyorum. Düşler kuruyorum. O düşleri bozuyorum. Üstevren [metavörs] dediğimiz büyülü dünyada kendimi kaybediyorum. Sanal dünyada kendime yeni bir yaşam hazırlıyorum. Mesela orada istediğim kadar yemek yiyebiliyorum. İnsanlar bana kim olduğumu, yaşımı ya da hayata dair düşüncelerimi sormuyor. Sanal gözlüklerimi taktığım andan itibaren kimse beni yargılayamıyor.
Kilolu[!] olduğum için insanların kötü bakışlarına maruz kalmıyorum. Farklı düşüncelerim insanlar tarafından yargılanmıyor. Bu dünyada kendimi daha özgür hissediyorum. Özgürüm özgür olmasına ama içimde bir yerlerde eksiklikler hissediyorum. İstediğimi yapabiliyorum ama mutlu muyum bunu bilmiyorum. Son günlerde “mutluluk” konusu üzerine de fazlaca düşünmeye başladım. İnsan istediği her şeyi elde ettiğinde bile mutlu olamayacaksa bu refahın ne önemi var ki? Hiçbir önemi yok. Üstevrende birbirinden çok farklı kişiliğe sahip birçok arkadaşım oldu. Onlarla birkaç defa buluştum, uzun uzun sohbet ettim. Hatta kendime üstevrenden arsa bile satın aldım. Satın aldığım bahçeyi ektim, biçtim ve yeni bir dünyada kendime özel bir yaşam hazırladım. Çok uzun yıllardır uğraştığım evimin inşaatını tamamladım. Tüm bunları tamamladıktan sonra uzun uzun düşündüm. Bilgisayarın başına oturduğumda tüm sorunlarım ortadan kalkıyor. Gelecekten korkmuyor ve daha umut dolu oluyorum. Fakat sandalyeden kalktığımda gerçeklerle yüzleşiyorum. Gerçeklerden uzaklaşmak yerine kendimle ve doğa ile bütünleşsem bazı sorunlarım ortadan kalkabilir bunu biliyorum. Beni cezbeden şeyin ne olduğunun farkına varabiliyorum.
Gerçek dünyada yaşadığım her şeyin bir sınırı var. Maddi ve manevi her konuda önüme koyulan sınırlar beni kısıtlıyor. Galiba ben bu kısıtlamadan hiç hoşlanmıyorum. Üstevrende hiçbir sınır yok. Burası sınırsız ama hayâl dolu bir dünya. Hayâl ettiğim müddetçe yaşıyorum ama bu dünya gerçek değil. Bilgisayarım yanımda yokken kendimi kötü hissediyorum. İnsani duygularım yavaş yavaş azalıyor. Çevremdeki insanlarla konuşamıyorum. Çünkü bu dünyada varlığımı sürdürsem bile buraya ait değilim, bunu biliyorum. İnsan yaşamı boyunca her zaman bir aidiyet duygusuna ihtiyaç duyar. Örneğin; Maslow’un ihtiyaçlar sıralanımında [hiyerarşi] “Sevgi ve aidiyet” isimli bir basamak vardır. Arkadaşlarım ve ailem tarafından sevgi görmediğimi düşündüğümde kendimi kötü hissetmeye başlamıştım. Ben de sevgi ihtiyacımı sanal dünyadaki arkadaşlarımla gidermeye çalıştım. Fakat bir yerden sonra onların gerçek birer insan olmadıklarını anladığımda nerede hata yaptığımı buldum. “Gerçeklik” insanın hayatına devam etmesini sağlayabilen bir kavrammış. Ben de bu kavramı zihnimden attığım için eksikliğini hiç hissetmemişim. Ne kadar istemesem de zihnimin bir yerlerinde bu kavramın var olduğunu düşünüyordum. Sadece bir gün farkına vardığımda geç olmamasını diliyordum. Öyle de oldu. Ben doğadan ve gerçeklikten uzaklaştıkça bilinmeyen bir dünyada kendimi kaybettim. İnsan, uygulayım bilimini [teknoloji] anlamadan önce doğayı anlamalı.
Her şeyin çok güzel gözüktüğü sayısız üstevrenler bulabiliriz. İstediğimiz kadar arkadaşımız olabilir. Üstevrende “hayal” dediğimiz bir kavramın eksikliğini çekemeyiz. Bu da bizi daha çok hissizleştirir. Çünkü insan hayal edemezse yaşamasının bir anlamı olmaz. Üstevrende sınırsızca yemek yiyebiliriz ama üzüldüğümüz zaman sırtımızı yaslayacağımız bir dost omzu bulamayız. Sıcak yemek kokuları mahallemizi saramaz. İyi veya kötü fark etmeksizin bir komşuya selam veremeyiz. Bu insani ihtiyaçları karşılayamadığımızda ise cansız bir varlıktan farkımız kalmaz. Doğanın güzelliklerini görmediğimizde, deniz kenarına gidip yosun kokusunu içimize çekmediğimizde yaşamanın ne anlamı olur ki? Eğer bizler kendimizi geliştirmezsek bilgisayar başında dünyamızın değişeceğine inanmıyorum. Yaşamak ve yaşamayı bilmek birbirinden çok farklı şeylerdir. Her canlı yaşar ama yaşamayı bilen insanlar hayattan daha fazla zevk alırlar.
Ben bu satırları yazarken 2022 yılını yaşıyoruz. Belki de bundan 10-30 sene sonra herkes üstevrenlerde yaşamaya alışacak. Kimse “gerçek” duygulara ihtiyaç duymayacak. Yaşamaktan keyif almayan binlerce çocuk hayalsiz bir yaşam sürdürecek. Hayal etmelerine gerek kalmayacak çünkü her şey ellerinin altında olacak. Bu da onları daha mutsuz edecek. İnsan mutluluk duygusunu kaybettiğinde elde ettiği hiçbir maddi güç ona iç huzuru sağlamayacak.
Üstevrenlerde yaşayan binlerce insandan biri olarak yaşamımı sürdürürken “gerçek-hayal” kavramları arasındaki farkı gözlemlediğimde kendimi yaşadığım evin odasında yapayalnız buldum. Uygulayım biliminden faydalanırken kendime bir sınır koymam gerektiğini hissettim. Benim bir sınırım olmalı ve ben bir yere ait olmalıyım. Çünkü insan kendini bir yere ait hissetmezse hangi dünyada yaşarsa yaşasın mutlu olamaz. Size iki soru sorup yazımı burada sonlandırmak istiyorum. Siz hangi dünyada yaşıyorsunuz? Ve yaşadığınız dünyada mutlu musunuz?
Belki bir gün bu soruları yanıtladığımız yeni bir yazıda buluşuruz. O zamana kadar kendinize “iyi” bakın. Ve unutmayın: “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.”
1) Yahya Kemal Beyatlı’nın Deniz Türküsü isimli şiirinden alınmıştır.
Yazar: Aslı Aksoy
YARININ SANALINDA
“Evrim” denildiğinde insanın aklına bir balığın sudan karaya çıkması geliyor, değil mi? Yahut “gelişme” denildiğinde insanın aklına 10 yaşındaki bir birey ile 20 yaşındaki bir bireyin kas kütlesinin aynı olmadığı geliyor. Sanal ortam denildiğinde insan aklına oyunlar, yeni basın hesapları, oynatılar geliyor. Genel ağ [internet] denildiğinde ise artık birçoğumuzun aklına oksijen[!] geliyor, değil mi? Genel ağsız kaldığımız bir gün, bir an var mı? Her gün, her saat düzenli bir şekilde içimize interneti solumuyor muyuz?
Ben genel ağsız bir şey halledebildiğimi bilmiyorum. Her işimi genel ağdan yapıyorum. Sanal para dediğimde kimse yadırgamıyor. Bir gram[!] altın gibi bir BTC hesaplamıyor muyuz? Halbuki çok uzak değil, daha çok yakın zamanda BTC imiş sanal para imiş, hepsinden bi’haber yaşıyorduk. Şimdi ise herkes bu sanal dünyayı konuşur hale geldi.
Peki, bu soruların hepsini ve çok daha fazlasını bir kümeye topladığımızda, bu küme evrensel kümenin bir alt kümesidir. Yani insanların bildiği her şey evren denilen olgunun bir alt kümesidir. İnsanlığın yıllardır üzerinde durduğu konu da tam olarak budur. Küme zincirini kırma isteğidir. Evren ile sanalı birbirinin içine karıştırma isteğidir.
Olayları iyi kavrayabilmemiz için ufkumuzu geniş tutmalıyız, aslında sadece bu olgu da değil, her olgu da ufkumuzu geniş tutmalıyız ki olaylara hep geniş açıdan bakabilelim. Gerçek ile sanalın karışması ne demektir? Örneğin, sanal ortamda iş bulup çalışsak, sanal paralara sahip olsak, sanal paralarla sanal hayatta alışveriş yapabiliyor olsak. Bunları zaten oyunlarda yıllardır yapıyorduk. Peki, hızlıca hayatımızın içine giren bu sanal dünyanın oyunlardan farkı ne olabilir ki?
Benim gözümde bu sanal dünyanın oyunlardan en büyük farkı, bu gerçeğin herkes tarafından kabul edilecek olmasıdır. Sanal bir parayla, sanal dünyada alışveriş yapmak ve herkes tarafından kabul görmek insanlara kendilerini mutlu hissettirecek. Sanal bir ortamda ev, araba, arsa, güzel bir iş, mutlu bir evlilik sahibi olmak, kısacası gerçek yaşamda hayal edilen ve ulaşılamayan her şeye sanalda ulaşmak insana büyük bir haz verecek. İşin bu tarafı herkes tarafından kabul görecek ve herkesi çok mutlu edecek. Ufku biraz daha genişletirsek, bu sanal âlem oyunları, filmleri[!], kitap kahramanlarını, şirketleri, uygulayım bilimini, sanat gösterilerini, sporları[!], bilim insanlarını ve ufacık bir ayrıntıdan devasa bir olguya kadar her şeyi içinde barındırabilecek ve bunu herkes heyecanla karşılayacak.
Şimdi, bir dakika bile gözünüzü ayıramayacağınız bir hayat başlıyor. Yeni bir yaşam insanlığın geleceğini “matrix” gibi mi yapacak, yoksa aksine bu olayı tasarlayan şirketler dünyanın hâkimi mi olacak? Hepimiz yeni bir çağa başlıyoruz, yaşayıp öğreneceğiz.
Yazar: Onur Yenice
Meçhul Birinin Fihristi / Kırmızı Balon[!]
Odanın içinde daireler çiziyordu. Adımları saatin sallanan sarkacı ile uyum içindeydi. Tuğla[!] bezemeli [desen] halısının sadece yeşil renkli kısımlarına basarak bir döngüsünü [tur] tamamlıyordu. “Neden?” diye aklından geçirdi. Neden? İnsanlar üzerine ne zaman düşünse kendini bu soruyu sormaktan alıkoyamıyordu. Neden? Birden durdu. Bakışlarını yavaşça ayaklarına doğru indirdi. Kırmızı renkteki tuğla desenine basmıştı. Örüntüsü bozulduğu için sinirlendi. Öfkeli bakışlarını odanın duvarlarına çevirdi. “Sorun var!” diye haykırmak geçti içinden. “Anlaşılan cehennemin kapısını bir kez daha aralamam gerekiyor” dedi. Ardından çalışma masasının başına geçti. Masanın üzerindeki kara kaplı defteri – sayfalarında barındırdıklarından dolayı kararmış olsa gerek- ve kalemi alarak kaldığı yerden yazmaya devam etmeye başladı.
(…)
Artık bir arada ve mutlu olduğum…
Kaleminin mürekkebi tükenmişti. Birkaç saniye duraksadı. Kalemi gözünün hizasına kaldırdı ve boydan boya süzdü. Bir iç çekti. Geçmişte kısa bir seyahate çıkmıştı. Bu kalem onun için artık bir zaman makinesiydi[!]. Yüzünde ufak ve çok çabuk kaybolan bir gülümseme belirdi. Sanki yüksek sesle söylemeye gücü ve cesareti yokmuşçasına fısıldayarak “Acımasızca geçip giden zamandan geriye kalan sadece hatıralarımızdı.” dedi. Çekmecesini açtı. Birkaç defter ve kâğıdın arkasında kalan mürekkep şişesini aldı. Mürekkebini doldurduğu kalemine bir yandan da “Ayrılıklar bu kadar kolay olmamalı.” diyerek öğüt veriyordu.
Şişenin kapağını kapattıktan sonra “Nerede kalmıştık?” diyerek tekrar yazmaya başladı.
(…)
Artık bir arada ve mutlu olduğumuz tek yer fotoğraflar[!] ama onlara da bakamaz oldum. Buzdolabının üzerindeki fotoğrafla yüzleşmekten kaç zamandır kaçınıyorum hatırlamıyorum. Ancak çareyi kaçmakta da bulamıyorum. Aklım sanki en zalim düşmanlarımdan biriymiş gibi her seferinde aynı sorularla beni imtihan ediyor. Ne zaman vefamızı kaybettik? Neden duygularımızın körelmesine seyirci kaldık? Niçin diğerkâm sıfatımızı bir kenara bıraktık? Bir sürü soru var lakin bir tek cevap yok. Zihnimi harekete geçiren ilk dişlinin dönmeye başlamasından bu yana bir cevap, bir çıkış yolu arıyor olmama rağmen sorunlaşmış sorularıma henüz bir çare bulamadım. Bu bilinmezin içinde emin olduğum tek şey ise hâlimin ipleri kesilmiş bir kukladan[!] farksız olduğudur. Dünya sahnesinde cismen yer almama rağmen hayati özellik taşıyan iplerimi -ruhumu- kaybetmiş durumdayım. Belki de bütün bu kasveti ortadan kaldırabilecek bir Şems…
Oturma odasından bir ses yükseldi. “O ses de nereden geldi?” diye kendi kendine sordu ve ekledi “Sanırım bir şey düştü.”. Sandalyesinden kalktı. Temkinli ve sessiz adımlarla önce mutfağı ardından yatak odasını geride bıraktı. Oturma odası kapısının eskimiş kolunu kavradı. Evin kapı kollarının insanı rahatsız edecek şekilde gıcırdadığını bildiği için kolu hızlıca aşağı indirdi ve aynı hızla içeri daldı. Etrafı kolaçan etti ancak aradığı büyüklükte bir şey ile karşılaşmadı.
Pencerenin önündeki masanın üzerinde unuttuğu ve üstünde isminin yazılı olduğu bardağı, yerde parçalarına ayrılmış vaziyette görünce şaşkınlık geçirdi. Bunun sorumlusu kim olabilir diye düşünürken, duvara dayalı koltuğun arkasından aniden bir kedi fırlayıverdi. Odanın içinde bir sağ bir sola koşturduktan sonra açık camdan dışarı atladı. “Tam zamanında kaçtın seni küçük şeytan.” dedi. Yere eğildi ve porselen[!] parçalarını toplamaya başladı. “O bardağı severdim. Yazık oldu.” dedi. Bardağın içinde yarım kalmış kahve düşmenin etkisiyle etrafa dağılmıştı. Odanın bir köşesinde zamanla kâğıt yığını haline gelmiş kitaplar, mektuplar, sayfalar da dökülen kahveden nasiplerini almışlardı. “Maalesef sizleri dışarı çıkarmanın zamanı gelmiş.” diyerek koca yığını kollarının arasına aldı. Oturma odasından çıktıktan sonra misafir odasının [salon] sonunda bulunan çelik kapıya doğru yürüdü. Kapının solundaki açık kahve renkli ahşap dolaptan battal boy mavi bir torba aldı. Yığını birkaç denemede torbanın içine koyabildi. “Sanki anılarımın bir kısmını kaybediyor gibiyim. Çok garip.” dedi. Torbayı dolabın üstüne koydu. Anlaşılan kâğıt yığını bir müddet de burada kalacaktı. Tekrar oturma odasına döndü. Halının üstünde bir kâğıt vardı. Merakla eline aldı.
“Acaba…” diyerek kâğıdı açmaya başladı. Üstünde İtalyanca karalamalar yer alıyordu. Ayrıca kâğıdın ortasında bir kalem izi vardı. Hatırlıyordu bu anıyı.
Bir dostu, sırf kalem izi oldu diye bu kâğıdı buruşturup bir kenara atmıştı. “İşte insanın vazgeçmesi bu kadar hızlı ve basitti. Söylesene Banksy…” Cümlesinin sonunu getiremedi. Bir anda tüm dikkatini balkon[!] camına yöneltmişti. Kalp şeklinde kırmızı bir balonun havada süzüldüğünü fark etti. Süratle balkona çıktı.
Balonun ipi balkonun demir korkuluklarına takılmıştı. Nereden geldiğini öğrenmek için etrafa göz attı. Sokaktaki küçük bir kız çocuğu gözüne ilişti. “Sanırım elinden kaçırdı.” dedi. İpi takıldığı yerden kurtardı ve eline aldı. “Ama hâlâ umut var.” diyerek kendince bir varsayımda bulundu.
Konuk Yazarlar;
ANADOLU[!] İÇİN EDEBİYAT
Edebiyat, toplumların duygu ve düşüncelerinin yansıdığı alandır. Kültür[!] ve uygarlığın birlikte yürüdüğü yoldur, ayrışmayan bileşenidir. Siyasal gelişmeler, savaşlar, göçler, din ve medeniyet değişiklikleri gibi toplum hayatını derinden etkileyen her olay ve durum, edebiyatta yankı bulmuştur. Birey ve toplumdaki her değişim, gelişim edebiyat tarafından ele alınmıştır.
Kabul edilmelidir ki edebiyat içinde bulunduğu toplumun özelliklerinin sanatla yansıtmakta en önemli araçtır. Türk kültürü ve toplumu için, bu minvalden yola çıkarak düşünelim: Edebiyatımızın bilebildiğimiz en eski dönemlerden günümüze kadar varlığını sürdüren “Halk Edebiyatı” adını verdiğimiz bir kolu vardır ve bu kolun en çarpıcı özelliği ozanlık geleneğidir. Ozanlık geleneği ise kopuz, daha ileriki dönemlerde saz eşliğinde halkın duygularına hitap etmek; dertlerini, sorunlarını, sevinçlerini dile getirip topluma veya sevgiliye aktarmak demektir. Bu geleneğin kilit noktası sözlü olmasıdır. Bu nedenledir ki bizim kültürümüzde, Türkü çok önemli bir yer tutar. Örneğin çalan bir ezgi eğer bir türküye aitse, ona şarkı veya müzik[!] diyemeyiz. Türkü adlandırması, Anadolu’da bu isimlerin çok üzerindedir. Türküye duyulan saygının arkasında ise sözlü edebiyatın gücü vardır.
“Hayata sanat aynasından bak!” Tolstoy’un kendi hayatını anlamlandırmaya çalıştığı, iç savaşını satırlara döktüğü “İtiraflarım” adlı eserinde geçen bu cümle çok yerinde ve manidardır. Öyle ki Halide Edip’in “Ateşten Gömlek” adlı başyapıtında işgal altındaki şehrin insanları hayatta kalabilmek için sanata sığınmışlardır. Anlaşılıyor ki sanat bir toplumun en zor dönemlerinde bile hayata tutunmak için kavradığı kudretli bir eldir. Sanatçının görevi de tam burada başlıyor. Sanatçı o eli uzatan, okurunu hayata bağlayan kişi olmalıdır. Bu el uzatma gerçekten kaçış kapısı değil aksine gerçeğe açılan bir kapıdır. Sanatçı yaratılmışların, kâinatın sırrını anlayan ve onu paylaşan kişidir. Edebiyatçı ve eseri ne kadar topluma yakınsa o kadar bu sırra hâkim kabul edilir.
“Fırtınayı[!] andıran orkestra[!] sesleri
Bir ürperiş getirir senin sinirlerine,
Izdırap çekenlerin acıklı nefesleri
Bizde geçer en yanık bir musiki yerine
…
Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken
Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz
Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken
Sana uğurlar olsun… Ayrılıyor yolumuz”
Faruk Nafiz’e ait bu mısralar, Türk aydını için sanatın Anadolu’yu anlatması gerektiği üzerine yazılmış. Oysa Anadolu burada bir eğretilemedir, ondan kasıt kültürün ve uygarlığın asıl sahibi, milletin efendisi, beli kıvrılmayan köylüdür, toplumdur.
“Ülkede kültürle uğraşan sanatçılar yoktu. Toplum düşüncesi uykuda; cehalet ise zirvedeydi. Bunun yanı sıra nüfus artışıyla birlikte yoksulluk da artıyor, devlet gücü zayıflıyor, ahlâkî, fikrî ve ticari hayat yok olma tehlikesi yaşıyordu. Halkı uyandırmak durumunda olanlar ve az-çok eğitim görmüş kişiler ise macera romanları[!] okuyarak zevkten dört köşe oluyorlardı.”
Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesi’nde isimli eserinde altını çizdiği büyük sorunlardan biri de aydın insanın, toplumun sorunlarından uzak kalışıdır.
Anadolu’yu anlamayan, anlayamayan bir Türk aydını da Petrov’un ifade ettiğine benzer bir şekilde Türk milletine fayda sağlayamaz. Kendi milletine, toplumuna, halkına faydası dokunmayacak aydın dimağın ise bir yabancıdan farkı yoktur. Onun içindir ki Anadolu’yu anlamak çok büyük önem taşımaktadır. Edebiyat, rengârenk camekanlı, ışıklı düz caddelerden ziyade Ay’ın aydınlattığı dağda, Güneş’in kavurduğu tarlada gezmelidir. Birtakım tozpembe hikâyeleri değil, Bolu’da Köroğlu’nu, Giresun’da Feride’yi, Ağrı Dağı’nda Ahmet’i, Çukurova’da İnce Memed’i, İstanbul’da ise İflahsızın Mehmet’i anlatmalıdır. Edebiyatın ve edebiyatçının toplumun kanayan yarasına parmak basmak, bu yarayı gözler önüne sermek ve mümkünse bu yaraya deva bulmak gibi kutsal bir görevi vardır. Edebiyat toplumsal olduğu kadar edebiyattır.
Yazar: Kadir Kadakal
TUTUMLARIN OLUŞUMUNDA BASIN-YAYININ ÖNEMİ HAKKINDA
“Düşüncelerinize dikkat edin çünkü duygularınıza dönüşür, duygularınıza dikkat edin çünkü davranışlarınıza dönüşür.” Mahatma Gandhi’nin bu sözü kısaca tutumlarımızın nasıl oluştuğunu anlatır. Zira tutum, bir bireye atfedilen ve onun bir ruhsal nesne ile ilgili düşünce, duygu ve davranışlarını düzenli bir biçimde oluşturan eğilimdir.
Tutumların oluşumunda ve gelişiminde birden fazla dış etken vardır, bunlardan biri de basın-yayındır. Yapılan bir araştırmada basın-yayın şiddeti ve başkalarını düşmanca değerlendirme arasındaki ilişkiyi inceleyen bir sormaca [anket] gerçekleştirilmiştir. Araştırmada %49’u kız, %51’i erkek, yaşları 7-11 arasında değişen 3 ile 5. sınıflardaki 430 çocuğa sormaca uygulanmıştır. Kendini tanıtma belgeleri, arkadaş ve öğretmenlerinin değerlendirmelerinden yola çıkılarak okul yılının başlarında kitle iletişim araçlarında daha çok şiddet içeriği izleyen çocukların okul yılının sonlarında sözel, ilişkisel ve fiziksel[!] açıdan daha saldırgan olduğu görülmüştür. Okul yılının başlarında kitle iletişim araçlarında daha çok şiddet içeriği izleyen çocuklarda aynı zamanda başkalarını değerlendirmede okul yılının sonlarına doğru daha düşmanca bir yaklaşım sergilediği görülmüş ve bu çocuklar daha az toplum yanlısı davranmışlardır. 1 Neticede araştırmada basın-yayındaki şiddete maruz kalma durumu, saldırgan tutum ve davranışların oluşmasında bir tehdit etkeni kabul edilmiştir.
Bir konunun farklı gazeteler[!] tarafından farklı bakış açılarıyla haberleştirilip bireye ve topluma sunulması ise özellikle bireylerin tutumlarının gelişiminde önemli bir etkendir. Yine bu konuda yapılan bir araştırmada haberlerin kişilerin tutumları üzerindeki etkisini ölçmek için bir deney yapılmıştır. ABD’de yapılan bu deneyde öğrencilere, insan haklarından ABD-Rusya ilişkilerine ve erke[enerji] sorunlarına kadar birçok konuda haber izletilmiştir. Öğrencileri, haberlerde erke ile ilgili ne kadar çok haber izlediklerine göre üç öbeğe ayırmışlardır: Sıfır haber, orta çoklukta haber ve çok fazla sayıda haber izleyenler.2 Çok fazla sayıda erke konularıyla ilgili haber izleyenler, dönemin ABD başkanı Carter’ı, onun erke konusunda yaptıklarına bakarak değerlendirmişlerdir. Bu konuda güçlü ve başarılı olduğunu düşünenler, Carter’ın genel başarısını da olumlu değerlendirmişler; bu konuda yetersiz olduğunu düşünenlerse genel başarısını da yetersiz görmüşlerdir. Erke konusunda az sayıda haber izleyen öğrenciler ise değerlendirmelerini Carter’ın erke konusundaki başarısına dayandırmamışlardır. 3 Sonuçta haberler bazı noktaları diğerlerinden daha fazla öne çıkarma yöntemiyle seçmenlerin tutumlarını hangi özelliklere dayanarak şekillendireceğini de belirleyebilmektedir.
Kıbrıs Barış Harekatı’nın bireylerde ve toplumlarda nasıl tutumlar oluşturduğunu, bu dönemde basında olayların nasıl haberleştirildiğini araştırmak için 1974 yılı Temmuz-Ağustos ayları arasında yayımlanmış beş gazete cildini inceledim. Basında farklı gazetelerin olayı olumlu ya da olumsuz bir şekilde haberleştirmesi bu konuda önemli bir yere sahipti. Çünkü Türkler hakkında yazılmış olumsuz bir haber Rumların tutumlarını olumsuz etkileyecek aynı şekilde Rumlar hakkında yazılmış olumsuz bir haber de Türklerin tutumlarını olumsuz etkileyecekti. Akşam Gazetesi’nin 10 ağustos 1974 tarihli haberinin bir kısmında şöyle yazıyordu: “Türk askerinin kendilerine kötü tanıtılmasından sonra gerçeği öğrenmelerinin belirtisini dile getirmeleridir.” Rum halkının muhtemelen basından etkilenerek(burada muhtemelen dememin sebebi haberde bununla ilgili bir ayrıntı verilmemesi ama o tarihlerde halkın radyo[!] ve gazetelerin dışında başka haber kaynağının olmamasıdır.) Türk askeri hakkında olumsuz tutumlar oluşturduklarını ama daha sonra bu tutumlarının yönünün olumsuzdan olumluya doğru değiştiğini görüyoruz.
1) Douglas, A. Gentile, David A. Walsh, Paul R. Ellison, Michelle Fox ve Jennifer Cameron, “Media Violence as a Risk Factor for Children: A Longitudinal Study”, Media Violence and Peer Relations, Paper presented at the American Psychological Society 16th Annual Convention, Chicago: Illinois, 2004.
2) Çiğdem Kağıtçıbaşı, Zeynep Cemalcılar, “Dünden Bugüne İnsanlar -Sosyal Psikolojiye Giriş”, s.145-146.
Yazar: Esra Öğretici
NEYDİ BU DÜŞÜNCE DEDİKLERİ?
“İlkeler olmadan düşünceler eksik kalır.” Dün gece nedendir bilmiyorum ama bu kelimeler zihnimde peydah oldu. Peki neydi bu cümlenin anlamı? Kanaatimce ilkeler düşüncenin kanatlarıdır. İnsanlar sadece uyuduklarında düş görmezler. Düşünmek, uyanıkken düş görmektir bir anlamda. İnsan düşündüğü zaman düşler dününü, bugününü ve yarınını çünkü kişi düşlediğinde manalar perdelerinden arınır. Düşünmek, anlamı ayırt etme telaşıdır. Kişi kelimelerin içinde kaybolurdu konuşurken ama düşünmek öyle bir şeydi ki kelimeler kanatlanıp uçar geriye sadece anlam kalırdı. Düşünmek beynin bir işleviydi, beyin sinir hücrelerinin [nöron] arasında kurulan iletişimdeki meyveyi toplamanın aracı; zihnin gövde bilimsel [anatomik] yapısıydı, kişi zihniyle düşünür ama zihin bir pencereydi sadece o pencerenin bağlamı ise beyindir. Beyin olmadan düşünce olur muydu hiç? Düşüncenin bahçesinde açan her çiçek zihinden tomurcuk alır. Zihin tomurcuklanan çiçeklerin toprağıdır. İnsan bir algı düzeni beynin pervazındadır. O pervazın kenarında zihin vardır. Zihin bir yöntem sunar bizlere. Beyin ise o yöntemin çalışma sahasıdır.
Peki düşünmek ne demektir, insan neden düşünür? Kişi düşündüğü zaman kök saldığı uygarlığı daha iyi tanır çünkü düşünmek tahlil edebilmektir. İçinde yaşadığımız evren algılama yöntemi sunar bize, içimizde yaşattığımız evren ise görme biçimi sunar. Yöntemsiz biçim olduğu kadar, biçimsiz yöntem de vardır. Düşünmek zihindeki görsel tasarımdır, yazmak ise bu görsel tasarımı simgesel imleme yöntemidir. Kişi yazı yazdığı zaman dünyayı imler aslında. Yazmak bir tür imleme yöntemi değil midir acaba?
Düşünmek nedir diye sorduk çünkü düşünmenin ne olduğu düşünmenin kendisinden daha zordur. Bir şeyi tanımlamak o şeyi eyleme dökmek kadar kolay değildir. Çoğu şeyi eyleme dökmek kolaydır ama o şeyleri belli düşünce düzeni içinde tanımlamak hayli zordur.
Yazar: Furkan Arıcan
ESKİŞEHİR’İ DOLU “DOLU” YAŞAMAK
Takvim yaprakları 1 Mayıs 2022 Pazar gününü gösteriyordu. Ramazan Bayramı arifesiydi. Arife ve bayramın ilk iki gününü geçirmek üzere ben, annem ve teyzem Eskişehir’e yola koyulduk. Günün ilk katar [tren] seferi 06.05 ile yolculuğumuzu gerçekleştirdik. Zaten katar seyahati, benim canıma minnet. Demir yolu seyahati en sevdiğim yolculuk şeklidir, büyük keyif alırım katar yolculuklarından. Saat 09.00 gibi Eskişehir’e vardık. Önce çantalarımızı koymak üzere otelimize[!], Odunpazarı’na doğru yol aldık. Çantalarımızı otelimize bıraktıktan sonra otelimizin yakınındaki bir börekçide kahvaltımızı edip, çaylarımızı[!] yudumladık. Sıra artık tam anlamıyla, Eskişehir’in tadını çıkarmaya gelmişti.
Fakat seyahat tasarısını yaparken bir ayrıntıyı atlamıştık. 1 Mayıs, İşçi Bayramı olduğu için resmî tatildi. Ertesi gün ise hem bayramın ilk günü hem de pazartesi günü olduğu için müzelerin[!] tümü kapalıydı. “Ne yapalım?” diye düşünürken aklımıza Eskişehir’i denizle buluşturan Kentpark geldi. Evet, Kentpark, bünyesinde yapay bir deniz barındırıyor. Eskişehirliler ve gezginler[turist], yaz tatillerinde bu denizin tadını doyasıya çıkartıyorlar. Kentpark’a gitmek için tramvaya[!] yürüdük. Bu güzel kentimizde, doğrusunu söylemek gerekirse tramvay büyük kolaylıktır. Tramvayımıza bindik ve kısa bir süre sonra Kentpark’a “merhaba” dedik. Sakin bir ortama, yemyeşil, özlediğimiz bir doğaya, masmavi ve berrak suya sahip burası. Bir de erguvanların açmasıyla renklerin raks etmesine de şahit oluyoruz. Kısacası, manzara, tam kartpostallıktı[!].
Buradan sonra gidilecek yer, yine tramvayla bu sefer, Porsuk Çayı kenarındaki Köprübaşı mevkiiydi. Burada dillere destan bir lezzeti olan çibörek yedik. Çibörek, Tatar Türklerinin yurtlarından göç ettikten sonra yerleştikleri Eskişehir ile buluşturdukları eşsiz lezzetlerden sadece biridir. Köprübaşı’nda bulunan İstanbul’daki İstiklal Caddesi’ni andıran alışveriş caddesinde şöyle bir gezindikten sonra tramvay ile Odunpazarı’na geldik. Artık ikindi vakti gelmişti. Burada bulunan Tarihi Osmanlı Evleri’nden birinin evin bahçe katı, kafe[!] haline getirilmişti. Burada da Türk kahvemizi ve yöresel lezzetlerden Reyhan şerbetimizi içtik. Akşama doğru Odunpazarı’nın buram buram tarih kokan sokaklarında yürüdük, meşhur evlerinin önünden geçtik.
Şimdiki uğrak yerimiz, akşam yemeğimizi yemek üzere, Arasta Çarşısı’nda bulunan Kırım Tatar Çibörek Evi idi. Burada Tatar Türklerinin çibörek dışındaki eşsiz lezzetlerini görme, hatta birini de tatma fırsatımız oldu. Lezzetlerden biri Sorpa çorbası, diğeri ise çibörek gibi meşhur bir börek: Göbete. Akşam yemeğimizde Sorpa çorbamızı içtik. Tıpkı çibörek gibi bu eşsiz lezzetin de tadına bayıldım. Göbeteyi de artık inşallah bir sonraki seyahatimizde tatmış olacağız. Onda aklım kalmadı değil doğrusu. Oradan da çevresindeki Tarihi Kum Kahvecisi’ne geçtik. Arzu edenler burada bulunan geleneksel Türk kıyafetlerini giyip o sevimli kıyafetlerle duruş sergileyebiliyorlar. Biz de bu şirin kıyafetleri giyip duruş sergiledik. Sayelerinde unutulmaz anılarımıza bir yenisini daha ekledik. Birinci gezi günümüzü tamamlarken en son uğrak yerimiz şehrin simgelerinden ve benim de çok sevdiğim yapıların başında gelen Kurşunlu Camii ve Külliyesi oldu. Burası bence adeta huzur ve mutluluk abidesidir. İlk günü bu hatıralar ile geride bıraktık.
İkinci güne Ramazan Bayramımızın gelişiyle “merhaba” dediğimizde Sazova Kır Alanı’nın en azından millet bahçesi [park] kısmının gezilebildiğini öğrendik ve otobüse[!] bindiğimiz gibi sonraki durağımız Sazova millet bahçesi oldu. Bu güzel yerin simgeleri benim deyimlerimle kuşkusuz “Kaptan[!] Kanca’nın[!] Türkiye’de bulunan” Korsan[!] Gemisi ile “Türk Disneyland” Masal Şatosu’dur.[!] Her ne kadar Masal Şatosu’nun içi o gün ziyarete kapalı olsa da dışı zaten bizim gözlerimizin kamaştırmaya yetiyordu. Korsan Gemisi’nin içi açıktı. Orada güzel vakit geçirdik. Geminin içi insana hakikaten de korsanlarla birlikte yaşanıyor hissi veriyor. Millet bahçesinin doğa tarafı da bir başka güzeldi. Müthiş bir gölete ve yeşilliklerin raksını içinde barındıran koskoca bahçe alanına sahipti.
Buradan döndüğümüzde, öğleden sonra Espark Alışveriş Merkezi ve Haller Gençlik Merkezi’ne gittik. Açıkçası, bayram dolayısıyla da olabilir ama daha önceki gidişlerimdeki Haller Gençlik Merkezi’nin o canlılığını bulamadım doğrusu. Merkezden çıktığımızda yağmur çiselemeye başladı, bizler de akşama doğru soluğu tekrar Odunpazarı’nda aldık. Atlıhan El Sanatları Çarşısı’nda kahvemizi yudumladık. Birkaç dükkân gezdik. Bu esnada şehrimizin meşhur leblebi kurabiyesiyle tanışma fırsatım oldu, tadı beni benden aldı diyebilirim. Gezinmemizden sonra akşam yemeği için durağımız, yine şehrimizle özdeşleşen Balaban köftesini yiyebileceğimiz güzel bir yer oldu. Burada da damaklarımıza bayramı yaşattıktan sonra ikinci gezi günümüzü noktalamış olduk.
Artık gezimizde son güne gelmiştik ve nihayet müzelerimize kavuşmuştuk. “Son güne hangi müzeleri sığdırabiliriz?” diye düşündük ve Porsuk Çayı’nda gondola[!] binmek için fazlasıyla vakit ayıracağımız için iki müzeyi ziyaret etmeye karar verdik. Bu müzeler, Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen Bal Mumu Heykeller Müzesi ve Eskişehir Kurtuluş Müzesi idi. Prof. Dr. Yılmaz Büyükerşen Bal Mumu Heykeller Müzesi’ni, 1 saatlik sıra bekleyişimizin ardından gezdik. Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Sayın Yılmaz Büyükerşen’in bilim insanlığı ve belediye başkanlığı kimliklerinin yanı sıra sanatçı yönü de var. Kendisi aynı zamanda oldukça başarılı bir heykeltıraştır. Bu güzel müzede onun eşsiz eserleri de yer alıyor. Kimlerin bal mumu heykeli yok ki bu harika müzede? Merakınızı gidermeyeyim. En iyisi mi sizler de gidip gezin bu sanat dolu müzeyi.
Bir sonraki durağımız Eskişehir Kurtuluş Müzesi haline getirilen konak ise Batı Cephesi Komutanımız İsmet Paşa’nın 1. ve 2. İnönü Savaşları sırasında Eskişehir’e geldiğinde kaldığı yerdir. Hepimizin bildiği gibi 1. ve 2. İnönü Savaşları, makus talihimizin kırılacağının müjdecisidir. İsmet Paşa, büyük başarılara imza attığı İnönü’yü asla unutmayacaktır. Yıllar sonra, 1934 yılında Soyadı Kanunu’nun çıkmasıyla İnönü soyadını alacaktır. Müzeye girdiğimizde tüylerimiz diken diken oluyor. Hele ki animasyon[!] gösterimine katıldığınızda o kadar duygu dolu anlar yaşıyoruz ki anlatmaya kelimelerim asla ama asla yetmez. Müzede o dönemden kalma gazete[!] sayfaları, etkileşimli gazete, bal mumu heykelleri, maketler[!] ve resimler yer alıyor. Eskişehir Kurtuluş Müzesi’ni gezmenizi tavsiye ederim. Unutmayalım ki tarih, bir milletin beyin hücreleridir.
Müze gezilerimizin ardından çevredeki mekanlardan birinde biraz soluklanıp kahvelerimizi yudumladık ve Porsuk Çayı’na gondola binmek üzere yola çıktık. Çok sıra vardı. 1,5 saat bekledikten sonra sıranın bize gelmesine yakın bir an güneşli, parçalı bulutlu hava, kendini adeta olağanüstü bir doğa olayına bıraktı. Önce hava karardı, çay kenarındaki ağaçlar yerlerinden çıkacakmışçasına sallandı. Şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı. Üstümüzdeki gölgelik [tente] neredeyse üzerimize çökecekti. Ardından önce bardaktan boşanırcasına bir yağmur, sonra da neye uğradığımızı şaşırmamıza neden olan kuvvetli bir dolu yağışı başladı. Apar topar hemen gondol gezimizi iptal edip kendimizi bir küçük dükkâna attık ve yemek yedik. Dolu yağışı bitip yağmur çiselemesi başlayınca çarşıda dolaşmaya başladık. Çarşıdaki, özellikle Porsuk’un kenarındaki dükkanları su basmıştı. Esnaf dükkanlardaki biriken suyu boşaltmaya çalışıyordu. “Geçmiş olsun.” dedik, esnaflardan biri “Ah, ah, siz bilmezsiniz, Eskişehir’imizin bu halini.” dedi.
Yollar ve kaldırımların bazı yerleri kaba kar gibiydi. Yani, yer yer beyaz örtü hâkim olmuştu kente. Daha önce, böyle bir olayı Temmuz 2017’de İstanbul’da yaşadım ama durum kaba karı andıracak bir manzara görecek kadar sıra dışı değildi diye hatırlıyorum. “Mayıs[!] ayında kar görmedik.” demeyiz artık. Eskişehir’e altıncı gidişimdi. Önceki gittiğim aylar temmuz, ağustos[!], eylül, kasım ve aralık idi. Kasım ve aralıkta sadece kuru soğuğa denk gelmiştim. Böyle bir görüntü, hele ki mayısta, zannediyorum, insanın aklının ucundan bile geçmez.
Çarşının sokaklarında biraz gezindikten sonra tramvay durağına ilerledik. Durak çok kalabalıktı. Tramvaya bindiğimizde tam bir izdiham gördük. Zor da olsa Odunpazarı’na geri döndük. Artık çantalarımızı alma vakti gelmişti. Bu seferki gelişime kadar her gelişimde çok mutlu olduğum, dolu dolu, keyfini çıkara çıkara gezdiğim, kıymetlim Eskişehir, bu sefer İstanbul’a geri dönerken beni “dolu” ile şaşırtmıştı. Her şey yine çok güzeldi. Gezdiğimiz yerler, yemek yediğimiz, çay ve kahve içtiğimiz mekanlar kesinlikle mutluluk vericiydi. Ama bu seferki dolu dolu yaşamada bir fark vardı, hava olayı “dolu” da gezime katılmış, gondol gezintisi hevesimi kursağımda bırakmıştı. Bu nedenle dolulardan bir tanesinin yerini hava olayı “dolu” aldı, dolu dolu yaşamak yerine dolu “dolu” yaşamak kısmet oldu.
Yazar: Umut Tanaçar
EVREN VE ANLAM ÖTESİ
“Avam beğenisine” [Popülarite] yem olmaksızın, bir kavram halka nasıl mâl edilir? Tarih, gerçekten, her dönem tekerrür eder mi?
Birbiri içine geçmiş bu iki temel soru dairesi içerisinde ele alacağımız konu, son dönemde halka duyurulan ancak çok öncesinde hayal ve inşasına başlanmış ‘Evrenötesi’dir. Metavörs[!] kavramının yerine kullandığım ‘evrenötesi’ kelimesi, bize çok önemli bir noktayı işaret ediyor. Kendimize mâl edemediğimiz her kavramın ıstırabını çektik, hâlâ çekmekteyiz. Bu noktada, birçok bilim ve ilim insanımızın dikkat çektiği bir mesele var: Bir kavramı kendinizden kılmadığınız, benimseyemediğiniz yani kendinize göre konumlandıramadığınız müddetçe o kavram üstünde herhangi bir hüküm ve yargı hakkınız olamaz. Evet, biz belki de yeniden doğuşa [rönesans] yabancı kalışımızı en çok da Tanzimat’la hissettik. Dikilmiş bir elbise vardı elimizde, hangi türlü giyersek giyelim ya dar geldi ya potluk[!] yaptı. Şimdi elimizde yeni bir kavram, yeni bir dünya, yeni bir fırsat var. Ben, kelimenin yalnızca Türkçe karşılığını bulalım, demiyorum. Bilakis, Türkçemizle seslendiğimiz bu kavramın içini de medeniyet mirasımızdaki adalet ve düzenle dolduralım. Konuştuğumuz her şey, muazzam ve belki de dehşete düşürecek bir ‘özgürlük’ vadediyor. Herkesin, her yerde, her zaman, her istediğini yapacağı yapay bir dünyayı kabul etmek için gözümüzü ne kadar kararttık? Üstünde yaşadığımız dünyayı kevgire çevirdikten sonra gözümüzü diktiğimiz bu suni evren, ne kadar bize ait olacak? Altay Dağları’nda aldığımız yemini orada da hatırlayabilecek miyiz? Yahut el-Hamra Sarayı’nın hikayesinde İspanya tarihini bu suni evrende okuyabilecek miyiz? İnsanın ve toplumların bugün birbirinden ayrışmasına neden olan o müktesebat, evrenötesinde unutulursa, Cennet’ten düşmüş Adem misali hayata sıfırdan mı başlayacağız? Bana bu cümleleri kurduran insanî ve millî bir geçmiş birikimidir. Evrenötesine bu birikimi dönüştürerek götürmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu dünyadaki adaletsizlikten yaka silkmiş milyonların[!] evrenötesinde aynı dertten mustarip olacağı kanısındayım. Sonuçta milyonlarca insanın şahsî bilgilerini CIA’ya satan ve evrenötesine devasa yatırımlar yapan Facebook’a insanın pek de güvenesi gelmiyor.
Beyin cerrahı, aziz bilim insanımız Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in de öğrencisi Prof. Dr. İsmail Hakkı Aydın’ın evrenötesi hakkında beni çok etkileyen bir çıkarımı oldu geçen aylarda. Aydın’ın çıkarımı, evrenötesini yüz yıllar öncesinde inşa ettiğimizdir. 1 Bu cümleyi duyar duymaz o meşhur cümle kulaklarımızda çınlıyor tabi: Tarih tekrar eder. “Evrenötesinde bile mi?” diye soruyor insan hâliyle. Aydın’ın, benim de makul bulduğum çıkarımı şu: Selçuklu saltanatı sırasında tarihe adını yazdıran Hasan Sabbah’ın da yapay bir dünyaya sahip olduğu. Sabbah’ın arzusu Selçuklu’dan intikam almaktı en nihayetinde, bunu da kendisine şüphesiz itaat edecek askerlerle başarabilirdi yalnızca. Peki bu itaati nasıl sağlayacaktı? Haşhaşla uyuşturduğu bedenleri yapay cennetinde hurilerle buluşturarak, tadılmamış lezzetlerle tanıştırarak, dilediklerine diledikleri an ulaştırarak ve ölümün yaşamdan daha güzel olduğuna onları ikna ederek itaati sağlayacaktı.2 Yavaştan bağlantıları kurmaya başladığımızı hissediyorum. Evrenötesinde yaşamaya başladığımız andan itibaren biz de gerçek hayattan kopacağız, yani bir nevi uyuşturulacağız; Sabbah’ın yapay cennet dediği zaten evrenötesinin ta kendisi, diğer maddeleri de sonsuz özgürlük olarak adlandırdığımız vaatler karşılıyor. Biliyoruz ki Sultan Sencer dönemine kadar, Sabbah Selçuklu’nun başını 250 yılı aşkın bir süre ağrıttı zira fedailerinin o yapay cennete duyduğu arzu ve inanç Sabbah’ın önüne etten bir duvar örüyordu.3 Peki ya evrenötesinin suni vatandaşları, evrenötesinin kurucularına böyle bir itaat gösterebilir mi? Evrenötesinde yaşadıkça gerçek hayatın değil de suni yaşamın suni gerçekleri kanıksanabilir, dahası kural yahut kanun haline gelebilir mi? Evrenötesinin sahipleri kendilerine avatarlardan[!] bir duvar örmek istiyor olabilir mi?
Bu soruların hepsi ve evrenötesine ne derece bağlı ve bağımlı olacağımız halihazırda tartışılan meseleler ancak biliyoruz ki insanî değerleri taşımayan hiçbir icat veya kavram bizi mutlu etmeyecek, hangi evrende olursak olalım.
1) İsmail Hakkı Aydın, “Beyin Sizsiniz- 5.0 Metaverse Holistik Çağ”, Girdap Yayınları, 2022.
2) İsmail Hakkı Aydın, “Metaverse, Yaşam 4.0”, erişim: 13 Haziran 2022, https://www.akademikakil.com/metaverse-yasam-4- 0/ismailhakkiaydin/
3) İsmail Hakkı Aydın, “Metaverse, Yaşam 4.0”.
Yazar: Ayşe Süreyya Özavar
Yavrukurtlar;
ORMAN “KİMSİN SEN?”
Balçık kokan havanın ağırlığı altında iki kelime, on parçaya dağılıp binlerce küçük perinin oraya buraya dağıttığı fısıltılar halini aldı. Ayaklar altına serili yüzlerce kilise[!] varmışçasına etrafa yayılan bir çan sesi, hepsini içine alıp bir şekilde geri topladı. Ortaya çıkansa ne olduğu belirsiz bir uğultu yığınıydı.
Kömür gövdeli ağaçların üst üste bindikleri, devasa bir yığınaktan ibaret olan, lakin böyle bir yerin gören göz için “orman”dan başka bir biçime giremeyeceği gölgeden karartı topluluğu, ormandan ziyade bir temsil olmalıydı. Öfkeliydi ve gürültülüydü burası. Bir şatoydu[!] ve içinde durmaksızın hareketli, bir asiller tiyatrosu[!] oynuyordu. Sezinebilir fakat erişilemezdi. Çünkü kimsenin burnunun dibinde görmek isteyeceği bir manzara değildi. Aprepís’in, birbiri üstüne çökmüş kuru, devasa kök parçalarından meydana gelmiş bir köprü üzerinde dengede durmaya çalışırken, yaklaşık üç saat önce çamurlaşmış toprakta batıp çıkarken, akşam üzeri nefesini ensesine birkaç milim[!] uzakta duyduğu rüzgardan kaçınmaya çalışırken zihninde toparlayabildikleri bunlardı. Burada tanrının güneşi yaratırkenki adaletsizliğinden doğan yakınışı buram buram duymuştu içinde. Siyah ve mavinin sayısız tonu[!] arasında yürürken gözlerinin açık olup olmadıklarını kestiremediğini sanıyordu. Vücudu; yürüdüğü sayısız kavislerin, keçi yollarının, nereye bastığını kavramayı algısı bir süre sonra reddettiğinden başı var sonu yok yamaçlar sandığı tümsekli toprakların şekline kendini bürüdüğüne inandıran bir uyuşuklukla salınmaya başlamıştı. Onu taşıyan bacaklarında güç bulmaya daha fazla tenezzül etmedi. Ağır hareketlerle yere çöktü.
Dakikaların yükünün tümünün yokuş aşağı bırakılmış gibi derisinin üstünden sıyrılıp geçtiğini hissetti. Nereye olduğunu çok fazla düşünmek istemediği üzere kendini bırakıvermişti. Başı yere değer değmez suratından itibaren tüm bedeni soğuktan ürpermiş, nemli ve yumuşak toprağa gömülmüştü.
Toprağın karası çok manidar göründü o anda, Aprepís gözlerini ondan ayıramadı. Gözleri rastgele bir yere kilitlenmişti. Baktığı yeri görmüyordu lakin. Saniyesinde, yoğun siyahın içinde bilinçaltının tıpatıp eşi yansımasını bularak kendini oraya bırakmıştı.
Nerede olduğunu düşündü. Ağaçlar, karanlık, toprak, ağaçlar, karanlık, toprak. Ağaçlar, karanlık, toprak… Orman demişlerdi buraya, ama ne olursa olsun Aprepís orman demezdi. Ormandan başka her şey uydurulabilirdi fakat orman değil. Bir sürü şey söyleyebilirdi ama konu içinde bulunduğu yeri adlandırmaktan ibaret değildi. Konu nerede olduğunun farkına varmasıydı ve kelimelerin buna tekabül etmelerine gerek yoktu. Dolanıp dururken pek çok isim takmıştı buraya -piyes[!] mi demişti, bir rezaletin patlak vermesine tez zaman kalmış kraliyet[!] erkanı, gülünç bir tane- aslında orman kıyafetinin ardında alalanmış [kamuflaj] her ne varsa o dahi tam anlamıyla farkına varamamıştı muhtemelen. Bu karanlık deliğe niçin orman dendiğini anlamıştı ancak, içine giren olmamıştı çünkü. Açkıyı [anahtar] kilide sokup kapıyı aralayan çıkmamıştı ki, kendi de onlardan sayılmazdı. Varmaya değecek olan yerin benliğini sakınıp gizlediği köşelerin birinde kıvrılmış duruyordu hâlâ. Öyle ki, diğerlerinin aksine ne istediğini biliyor oluşu, bacaklarının birbiri üstüne yığılı kalmış iki et parçası hallerinde bile bir adım attığı inancını tazeliyordu.
“Neden buradasın?”
Aprepís damarlarını sızlatan bir çınlamayı duydu, düşüncelerini kafatası levhasının içerisinde çarpışıyorlar zannetti. Kelimeler bir defa yankılandıktan sonra hecelerine ayrılıyor, menşurdan [prizma] geçen renk tayfının bütünleşmişliği misali bulanık bir beyaz halinde geri toplanıyorlardı. Dört bir yanı fısıldaşmalarla doluydu ki, neyi nereye koyması gerektiğinden emin olamıyordu. Hışırdayan yapraklar ve uzaktan kısmen sesini işittiği nehrin arasına yerleştirdi en sonunda.
“Neden buradasın?”
“Neden buradasın?”
Dallar birbirine çarpıyor.
“Neden buradasın….?”
“Neden….?”
Tınıyı tam olarak çıkarmaya çalıştı. Her şeyin birbirine bağlı olduğunun farkındaydı ve bunu da herhangi bir yere oturtmasına gerek yoktu. Havada asılı kalmasında sakınca yoktu. Yalnız başını ağrıtıp beynini bulandıran geniş bir ses perdesinden ziyade, tane tane ve açık seçik girmişti kulaklarından. Elinden geldiğince kıpırtısız, dünyada daha önemli başka bir şey yokmuşçasına sese kulak verdi. En azından bir kez daha tekrar etmesini ummuştu. Saniyeler öncesinin tekrarı kuru gürültüden başka bir şey duymayınca, yumuşak hareketlerle doğruldu daha iyi işitebilmek için. Belini yukarı doğrulttuğunda, önceden onu temelsiz bırakan boşluğun yerine sırtında bir karıncalanma hissetti. Tülü[!] andıran bir hafiflik ayaklarına değin üzerinde sürtünmüştü bir anlığına. Aprepís düşünmeden başını çevirdi, ani hareketi kafasındaki tüm sinirleri çekip sıkıştırdı.
Önce topluluğa yeni bir ağaç eklendiğini sandı. Karşısında siyahın tüm tonlarında, uzun bir karaltı dikiliyordu. Tepesinden aşağı uzun, her nasılsa parlak, mor salkımlar iniyor, içlerinde iki yeşil cam saklıyorlardı. Biraz daha aşağıda solgun pembe, inceden bir yarık açılmıştı. Hareket eder gibi bir hali vardı. Birbirine bakışımlı [simetrik] ikisi sağ ve solunda, ikisi yerden yukarı uzayan, kirecimsi “sütun parçalarını” andıran uzuvları, Aprepís’in gözünde onu herhangi bir bitki veya ağaçtan ayırmıştı. Bir bakışında gölgelerin kararttığı bu karaltının sıcak, akışkan kırmızısını, tabiri caizse ışıldayan yeşilini içine akıtıp burada diriltebilirdi. Saniyede bir kalkıp inen iki gaz[!] balonu,[!] loş arazideki nemli havayı tamamen içine almıştı, bıraktığında Aprepís uzun zamandan beri ilk defa bu kadar saf [naif] bir esinti duyduğunun farkındaydı. Etrafındaki dağınık sesler birkaç dakikalığına durulup hafif bir ıslık ezgisine [melodi] dönüştü. Kendi vücudunda işlediğini sanacak kadar yakından işittiği tekdüze bir dizem, [ritim] kemiklerinin arasına dahi doluşup damarlarına karıştı. Dizeme ayak uydurduğunu yüzünün yanışından anlamıştı. Neye baktığını çok iyi biliyordu. Ses, bu sefer zihninde kendini tekrar etti.
“Hey.”
Sırtı bir kez daha aynı karıncalanmayla dalgalandı. Aralarındaki mesafenin azlığından dolayı, karşısındakinin altında kaybolduğu siyah harmanisi [pelerin] üzerine tozlar süpürüyordu.
Parlak yeşil kürelerin içlerinde dağılan bir ışık huzmesinin titreştiğini gördü Aprepís. Burada kesinlikle başka bir insan görmeyi beklemiyordu. Lakin bu kılıkta birisinin de başka yerde dolanıp durması görülür şey değildi. Sanki “ormanın” bir parçasıymış gibi gözüküyordu, bir bakışta bile bu kadar “hayat” ve “can” sırtlamasıysa, bir bakıma onu aykırı hale sokmuştu.
“Acaba…” diye düşündü Aprepís.
“Her on adımda bir düşüp bayılacaksan sana buraya kadar gelebileceğini düşündüren de neydi?”
Aprepís hâlâ ayaklarının üstünde durmadığını fark etti. Alelacele bir hareketle bacaklarından kuvvet alarak kalktı.
“Sana bir soru sordum. En son hatırladığım kadarıyla arkasına sığınacak bir adabınız yok muydu?”
Bir adım yaklaştı.
“Neden buradasın?”
Olabildiğince açık seçik fakat bir o kadar da kapalı bir soruydu.
Yarı kapalı iki göz Aprepís’e doğru kısıldı. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikri olmamasına karşın, eğer burada bir yabancı varsa, o değildi. Aprepís, bakışlarının yeşilde boğulmasına izin vererek cevap verdi.
“İçeriye nasıl gidileceğini biliyor olabilir misin?” Baş parmağıyla arka tarafını işaret etti.
Yeşil hızla daralarak onu içine kıstırdı.
Karalar içindekinin toparlanması çok sürmedi. Sakin bir ses üzerinde kelimeler uçuştu.
“Sen,” dedi. “‘Canavarı’ mı arıyorsun?”
Canavar.
Aprepís’in duymayı beklediği hitap bu değildi, ancak iletinin alındığını anlamıştı. Başını salladı.
“Onu bulmaya çalışıyorum. Ve buradan sonrasını.”
Sessizlik, sadece benliklerine döndükleri zamanlarda kullandıkları konuşmaların arka müziğiydi.[!]
“Yapabileceğim tek şey,” dediğini duydu Aprepís, “seni geri götürmek.”
***
“Sana nasıl seslenmeliyim?”
Aprepís göz ucuyla yanındakine baktı. Dediği gibi saatlerce ağaçların arasında dolanıp kendini bırakmaktansa, ne yaptığını bilen birinin peşine takılmak daha makul görünmüştü.
“Burada çağırdığın zaman sana cevap verecek başka birinin olduğunu sanmıyorum.”
Tek sorun, rehberi dünyanın en “sıcakkanlı” insanı sayılmazdı.
“İsminden bahsediyordum, bilirsin.”
“Seni gideceğin yere kadar götürüp kendi başımın çaresine bakacağım, çoktan yeteri kadar şey bildiğine eminim.”
Aprepís ağzını açamadan sert bir adımla köşeyi döndü. Onun da takip etmekten başka -ya da en azından daha iyibir seçeneği olduğu söylenemezdi, hızlanarak adımlarını sıklaştırdı.
“Ormanın kalbi…” dedi ona bakarak. “Efendim?” “Ormanın kalbi, ben buraya gelmeden önce birkaç kişiden duymuştum. Acaba oraya mı gidiyoruz?”
“Oraya “Ormanın kalbi” demek pek de isabetli sayılmaz, ormanın kendinden bağımsızdır çünkü orası.”
Yaklaşık beş adım katedilinebilecek bir süre sonra ekledi.
“Fakat Ormanın kalbi var, sadece bir yer değil. Kalp dediğin şey yaşar, işler.”
Çatlayan kabuktan içeri sızmak istedi Aprepís.
“Peki tüm bunları bilmek için ne kadar zamandır burada kalmış olabilirsin?”
“İstediğimi almak için alttan alıp çenemi tutmayı öğrenecek kadar.”
***
Ormanın uç noktası olduğu seslerin iyice durulaşmasından anlaşılan, mavi, soluk ve nereden geldiği belirsiz bir ışığın aydınlattı açıklığa vardıklarında durdular. Sağ taraflarında Aprepís’in sesini duyduğu nehir, düz bir çizgi halinde akıyordu. Ormanın karanlığın altında ezilip kelimenin tam anlamıyla iç içe geçip birbirine karışmasına karşın, nehrin suyu gümüşi ışımalarıyla bundan etkilenmişe benzemiyordu. Bu pak suların altında ne olduğunu görebilmeyi umarken, salt bir aynayla tıpatıp aynı olduğunu gördü. Yüzüne bulaşmış toprağı temizlemek için suya eğilmişti ki, rehberi harmanisinden uzanan beyaz koluyla onu çekiştirdi.
“Suya dokunma. Yapman gereken en son şey elini buraya daldırmak.”
Aprepís her ne kadar öğrenmek için kendi içinde kıvransa da cevapsız kalacağını biliyordu.
Nehrin ağzı yakın bir yerde bitiyora benzemiyordu. Aprepís içerisine gitmeden önce ormanın çevresini dolaşmış, su namına hiçbir şey görmemişti. Eskiden inanmaktan hep hoşlandığı sonsuzluğa kadar uzandığını düşlemek, bir anlığına dikkatini çekebilmek mahiyetinde olduğuna inandığı tek şey oldu, önünde ruh gibi süzülen karaltı konuşana kadar.
Başıyla ileriyi işaret etti:
“Bu yaprakların ardı, son durağımız. Daha önce karşılaştığını sanmadığım bir manzara. O yüzden kendini koyvermemeye çalış.”
Birbirlerine bir daha ayrılmamacasına sarılı sarmaşıkları yararak karşı tarafa geçtiler.
Aprepís, eğer burada bulunduğu süre boyunca tek başına olsaydı, uykuda olup olmadığından nasıl emin olacağından ötürü içine sıkışacağı ikilemde kalmak zorunluluğundan kurtulduğu için ve gerçekten de uyanık olduğu için Tanrıya şükretti.
Sarmaşıkların ardında, nehir akmaya devam ediyordu ve yatağı genişlemişti. Geride soluk kalan mavi ışık burada alabildiğine yoğundu. Adım attıkları sırada yerden ince bir yankının yükselmesinden ve nehrin şırıltısından başka ses yoktu. Fakat muhtemelen Aprepís’in beynine saplanan görüntü, nehrin öteki ucundaki yerden yükselip başlarının üzerindeki kubbenin ve toprağın bir kısmını saran dev, billurî [kristalize] aynalardı.
“Buradan itibaren, her tarafı dikkatlice izle. Sen ne arıyorsan burada bulacaksındır.”
Şuana kadar önüne dönük olan suratını Aprepís’e çevirdi.
“Yanımdan ayrılmamaya çalış.”
***
Aprepís’e ormanın varlığını salık verenler, doğup büyüdüğü kasabanın sakinleriydi. Bir canavarın olduğuysa, peşi sıra gelen, yaygın bir şehir efsanesi.
Canavar, ormanın kalbi, hepsi Aprepís’e bir görev bilinciyle aktarılmış ayrıntılardı. Canavar büyüktü, canavar korkutucuydu, canavar açtı, canavar şöyleydi, canavar böyleydi. Ormanın kalbiyse, canavarın uyuduğu, koruduğu eviydi. Bunların hepsi ormanın tekin bir yer olmadığını anlatabilmek amacıyla, kuru gürültüler için uydurulmuş hikayelerken, yılların haşin eli, kendine göre bunları yoğurmuştu.
“Çeneni kapatmazsan, seni ormana atarım.”
“Kim bu adam, ormandan çıkmışa benziyor.”
“Seni istemiyoruz, ormana dön.”
“Bizden değilsin, olsa olsa ormandan gelmişsindir sen.”
“Canavarın ucube çocukları.”
.
“Canavar mı, ilgini mi çekti? Sana ondan biraz bahsedeyim.”
.
.
.
Yürüyüşleri sırasında, Aprepís temsil öngörüsünde pek fazla yanılmadığına kanaat getirdi. Aynalar arasında ilerledikçe, orman şekil değiştiriyordu. Aprepís’se sesin tamamen kesildiğini düşünmesine rağmen, ilerledikçe ağaçların, otların, kesinlikle kendilerine özgü biçimlerdeki garip bitkilerin bir şeyler söylediklerine yemin edebilirdi. Ses çıkarmıyorlardı elbette, ancak Aprepís bilinçaltında, hepsine anlam yükleyebiliyordu ki, bu her iki tarafın en az birinin “canlı” olduğuna işaretti.
Işığın renginin, maviden çıkıp yavaş yavaş kırmızıya dönüşmeye başladığı sırada, Aprepís şaşılacak şekilde tanıdık bir manzarayla karşılaştığını düşündü. Ondan fazla devasa bitki daire şeklinde sıralanmıştı. Göze çarpacak şekilde kızılın en uçuk tonlarından, şişkin ve tepeden bitmişe benzeyenlerin hepsinin altında, olgun meyveleri andıran, mor ve iri kökler vardı. Lakin bir tanesi, diğerlerine göre daha cılız, rengi de çürümüş görünen bir kahverengiydi. Kökleriyse siyaha çalan bir mora bürünmüş, üç beş dal parçasından ibaretti. Çevresini bir yığın dikenli sarmaşık dolayıp sıkıştırmış, çiçeklerinin özsuyunun kırmızısı üzerine bulaşmıştı. Aprepís, gölgelerin onun üzerine tünediklerini gördü. Nefes almasına müsaade etmiyorlar, fakat tam anlamıyla çürüyüp gitmesine de izin vermiyorlardı.
Gözlerinin önüne aşina olduğunu hissettiği bir kadın siması geldi, yalnız buğular arasında süzülüyor olduğundan emin olamadı. Buğular, saldırgan bir sisin dağınık toz parçalarıydı, kadının üzerine hücum edercesine çevresine üşüşmüşlerdi. Aprepís, derinlerde bir yerden boğuk bir sesin gölgelediği kelimeler duydu:
“Amelia…”
“…Sen…değilsin…”
“Ne değil?”
“… değil…”
“Ne?”
Harmanili karaltı konuşmuştu. Başını çevirip Aprepís’e baktı.
“Ah.”
Ağır bir hareketle başını çevirip yürümeye devam etti.
“Hadi, dikkatini dağıtma.”
Aprepís sadece yola odaklanmak istiyordu fakat ne kadar çok bakarsa, düşünceleri o kadar çok emiliyordu. Düz bir keçi yolundan geçtikleri sırada, yollarının üstündeki beklenmedik ağaçlardan set, bir süre dikkatini başka yöne çeldi. Düz bir sıra halinde iki tarafa dizili huş ağaçları, aralarda kök salmış meşelerin üstüne devrilmişti. Meşeler sağlam gövdelerine rağmen ağırlığa karşı koyamayıp çökmüşler, huşlarsa hepsi birbirinden ayrı, oraya buraya savrulmuş odun parçalarına dönmüşlerdi. Rehberi Aprepís’e, “tek elden dökülen tohumların aynı yağmurun altında filizlendikten[!] sonra bir fırtınada[!] yerle bir olmalarının” kurbanı olduklarını söyledi.
Gözlerinin önünde en çok yer kaplayanın nehir suyundan uzanmış aynalar olması, lakin girişteki göz alıcı billurlaşmış görüntülerinin ardından hiç dikkat çekmiş olmamaları, Aprepís’e oyunlarını çoktan tamamladıklarını düşündürdü. Yansıtıcı bir etki yaptıkları belliydi, bir süre görüş alanları içerisindeki her şeyi yakalayıp hapsetmelerine rağmen, Aprepís kalan yol boyunca yansıyan ve yansıtıcı tarafın görünüşte birbirlerini tutmadıklarını görmüştü. Aynaların gördüğü yüz, rehberi ve kendisiyle birlikte sol taraflarında duvar örmüş tekdüze ağaçlarken, deminki ışımalar ve görmeyi ummadığı bitkiler nereden çıkmıştı? Ayna olduğunu sandığı nehirden yükselen geniş kolların cam gibi saydam olup olmadıklarını düşündü.
Işığın sarmaşıkların orman tarafında olduğu gibi soluklaştığı, nehrin ve yürüdükleri yana ait ağaçlardan duvarın arasındaki mesafenin iyice azaldığı bir boşluğa gelince rehber durdu. Önlerinde dev bir kayanın kapattığı yol, burada bitiyordu. Harmanili, önce kıpırdamadı. Aprepís ne yapması gerektiğini bilemedi.
“İşte, gelmen gereken yere kadar geldin.”
Aprepís etrafı inceledi. Burasının, geçtikleri uzun keçi yoluna göre kayda değer bir şey taşıdığı söylenemezdi.
“Anlamıyorum.”
“Neden buraya geldiğini ikimizde gayet iyi biliyoruz. Sürüldüğün söylenemez mi?”
“Ne?”
“Kimsenin seni kaba kuvvetle atmasına gerek yok. Canavarın kucağına seni düşürenler ne yaptıklarını bilmiyorlar mıydı?”
“Ormana gitmeye değer birisi varsa, o da Aprepís’in kendisidir!”
“Git oraya, kendin için bir şey bulacaksın.”
Aprepís bu defa bir şey söylemedi, karşısındakinin devam etmesini bekledi.
“Seni geri götüreceğimi söylemiştim. Şimdiye kadar anlamanı ummuştum çünkü sen de bana benziyorsun. Ait olduğun yerdesin. Yansımalarda gördüğün her şeyin birebir tasvirini yapamam ama ne olduklarını biliyorum ben. Ömrümüzde iki defa yürüdük. Gidiş ve dönüş.” Yutkundu. “Ait olduğun yer, sana verildi, istesen de istemesen de. Orada bir yerde doğmadın sen.”
“Ne dediler orman için. Issız mı, tehlikeli mi, yalnız mı?” Sesi titredi. “Görür görmez anladım.” Yavaş yavaş arkasını döndü.
Aprepís’le göz göze geldiler. Aprepís, onun hıncının altında yatanı gördü, fakat onu çağırabilecek gücü kendinde bulamadı.
“Canavar.”
Nefesler ezilip parçalandı.
“Bilmiyor musun?”
Çan sesleri mümkün mertebe yer açıp tınının süzülmesine müsaade ettiler. Güneş, karanlığın altında gölgeden iki iskeleti[!] birbirine kenetlenmiş halde buldu.
Yazar: Melisa Koç
HAYATIN ANLAMI
İşte yine geldi ilkbahar. Her taraf mis gibi çiçek kokuyor, açan her bir tomurcuk süslüyor bu sıkıcı sokakları. Çiçekler sokaklara renk katıyor adeta. Ne kadar da muhteşem! Ben oldum olası bayılırım bu mevsime, sanki beni içine çekiyor. İlham oluyor. Çiçekler arasında yürürken dünyadan kopuyorum. Yalnız kalmak iyi geliyor bana. Zaten yanımda biri olsa da neye yarar ki? Kimse beni anlamıyor. Yazdığım şiirlerim, öykülerim benim her şeyimdir. Yazarken kendimi buluyorum ben ama onlar yazılarıma deli saçması diyorlar. Hayat bu düşüncelerle çok sıkıcı, anlamsız. Birdenbire aklıma geldi, eve geciktim. Üstelik bu hafta üçüncü kez… En iyisi hemen eve gideyim. Eğer yine eve geç kalırsam benimkiler beni bir daha dışarı çıkarmazlar. Ah anlayamıyorum yirmilerinde bir genç neden istediği gibi dışarı çıkamaz ki? Her neyse eve doğru yola koyuluyorum. Eve vardığımda beni çatık kaşları ile annem karşılıyor, babam henüz evde değil. Annem her zamanki donuk bakışları ve soğuk tavrı ile bana nerede kaldığımı soruyor. Ufak çaplı bir sorgulamadan sonra odama geçiyorum. Yazılarımı karaladığım defterimi kapıp günün verdiği havanın da etkisiyle içimden geçen her şeyi kâğıda döküyorum. O kadar iyi geliyor ki bana bu sıkıcı hayatın içinde yapmayı sevdiğim neredeyse tek şey yazmak. Yazmayla geçen saatlerin ardından akşam yemeği zamanı geliyor ve annemler sofrada beni bekliyorlar. Sofradaki hava oldukça gergin görünüyor, bir ürperti ile masaya oturuyorum. Oturur oturmaz babam bana “Artık benimle çalışacaksın. Yazdığın şiirler, öyküler bundan böyle bitti. Yazdıkların seni bir yere götürmez. Bir iş öğrenmeli ekmeğini eline almalısın.” diyerek sözü kesip atıyor. İtiraz edecek gibi olsam da anında susturuluyorum. Yaşadığım şaşkınlık çok büyük. Kasvetli geçen akşam yemeğinden sonra kendimi odama kapatıyorum. Tabi ki yazı yazmayı bırakmayacağım fakat artık yazılarımı gizlemeliyim. Yazı yazmaya devam ettiğim öğrenilirse tüm gösterdiğim çabayı hiçe sayarak beni sevmediğim bir işe hapsedebilirler. Yazı yazmaya devam ettiğimi belli etmezsem bir iki gün çalışır sonra sevdiğim, beni mutlu eden şeylere geri dönebilirim.
Çalışmaya başlayalı bir aydan fazla oldu ama ben hâlâ sabahları yatağımdan zorlanarak kalkıyorum. Babamın işini sevdiğim söylenemez fakat en azından hâlâ yazabiliyorum. Yazmaya devam edebilmek bana güç veriyor. Bugün babam işleri bana bırakıp erkenden çıktı, bir işi varmış. Ne işi olduğunu merak etsem de sormaya cesaretim yok. Akşam işler bitip de eve döndüğümde karşımda gördüğüm manzara ise beni oldukça korkutuyor.
Babam elinde benim yazılarımın bulunduğu defterimle kızgın bir halde bana bakıyor ve beni azarlamaya başlıyor. “Ben sana bir daha yazma demedim mi? Neden beni dinlemiyorsun? Bunlar senin aklını boş şeyler ile dolduruyor. İş yapmanı engelliyorlar. Görmüyor musun sen bunları? Hayatta yapman gereken daha önemli şeyler var. Bu deli saçmaları ile daha ne kadar uğraşacaksın?” diye bağırdıktan sonra teker teker sayfaları yırtmaya başlıyor. Her ne yapsam da ona engel olamıyorum. Yıllarımı verdiğim yazılarım gözlerimin önünde uçup giderken ben sadece arkalarından bakabiliyorum. Kaybettiğim yazılarımın bana verdiği acının ne bir haddi ne de bir hesabı var. Yaşanan olayların etkisiyle evden uzaklaşıyorum. Oraya bir daha dönemem, akıttığım gözyaşları kalbimi parçalıyor adeta. Bu halde nasıl dönebilirim ki zaten oraya?
O günden sonra geçimimi sağlamak için çeşitli işlere girip çıkmak zorunda kaldım ama olmadı. Yayınevleri ile görüşmeler gerçekleştirdim ancak pek olumlu bir netice alamadım. Babamlar ile ise hâlâ görüşmüyorum. Bilmem ki yaşananların üstünden kaç bahar geçti. Hayat beni çok yordu. Kopan küçücük bir yaprak gibi oradan oraya savurdu. Oysa hayatta bazı şeylerin kıymetini bilecek insanların varlığına inanmıştım. Olur sanmıştım, başarırım sanmıştım. Yeni yazılarımın hiçbiri basılmaya değer görülmedi. Söylemek ağır gelse de babam haklıymış galiba, bunu kabullenmek ne acı.
İşte yine bahar ve ben yine sokakta, deniz kıyısında yürüyorum. Kendimde değilim, denizin sesine dalmışım. Telefonuma[!] gelen bir ileti ile kafamdaki bulutlar bir anda dağılıyor. İleti yayınevinden… Kitabımı beğenmişler, basacaklarmış. Bu ileti belki bundan 15-20 yıl önce gelseydi havalara uçardım ancak artık tek bir şeye sevinebiliyorum. Baharın mis kokulu havası altında ve dalgaların güzel sesi eşliğinde haykırabiliyorum. “Başardım baba! Ben haklıydım, sen yanıldın!”
Yazar: Kardelen Naciye Yeşilbaş
GARİP BİR HUZUR
Güneşli ama bir o kadar da soğuk bir bahar sabahıydı. Her ne kadar mart ayına girmiş olsak da havalar, henüz yeterince ısınmamıştı. Elime bir bardak sıcak çay[!] almış, penceremden güneşin doğuşunu, eşsiz boğaz manzarası eşliğinde seyre dalmıştım. Güneş daha yeni yeni doğuyordu. Sıcacık erkesi [enerji] ile içimizi ısıtmaya, parlaklığıyla da gönlümüzü aydınlatmaya başlamıştı. Ama sanırım sis ve bulutlar güneşi kıskanmıştı ki onu görmemi istemiyorlardı. Güneş, gökyüzünde yükseldikçe sisin yoğunluğu artıyor, bulutlar da her seferinde güneşin önünü kapatıyordu. Olsun, varsın güneşi tamamen görememişim. Böyle izlemesi bile gayet güzel.
Sadece manzarayı değil, sokağı da izliyordum. Sabahın yedisi olmasına rağmen sokak, hiç de sessiz ve durağan değildi. Ekmek parası kazanabilmek için müşteri çekmeye çalışan simitçinin ve günlük gazeteleri[!] tek tek evlere dağıtan gazeteci delikanlının bağırtısıyla, kahvaltısını yapıp karnını doyurmak isteyen, bunun için de gemilerin peşi sıra uçuşan martıların[!] çığlıkları bütün sokağı inletiyordu.
Tam bu esnada aklıma, az önceki olay geldi. Bu sabah beni uyandıran, ne telefonumun[!] uyandırma sesi ne de annemin seslenişiydi. Sadece dostlarımın sesiydi.
Evet, dostlarımın. Hatta ilki çaycı Zehra idi. Liseden[!] yakın bir arkadaşım… Kendi, aslında Üsküdar Devlet Hastanesi’nin araştırma laboratuvarında[!] çalışan bir dirim bilimci [biyolog] İzin günlerinde, çay ocağında çalışarak babasına destek oluyor. Çok sevimli bir kız. Kahverengi, beline kadar uzanan kıvırcık saçları, kömür karası gözleri var. Hâlâ daha görüşüyoruz.
Bir diğeri simitçi Kemal. Doğru bildiniz, o da liseden arkadaşım. Eskiden, kendi işlettiği bir esnaf aşevi [lokanta] vardı. Bir müşterinin, onu haksız yere şikâyet etmesi üzerine, dükkânı iki yıl süreyle kapatıldı. Buna rağmen yılmadı. Şimdi ise evde, annesiyle birlikte simit, çörek, açma yapıp, seyyar satıcılık yapıyor. Sadece üç ayları kaldı. Üç ay sonra ekmek teknesine geri dönecek ve bu mecburi işinden kurtulabilecek.
Şimdiye kadar gazeteci delikanlı olarak bahsettim kendisinden fakat biz ona kendi aramızda “Ömercik” diyoruz. Ömercik, anne ve babasını küçük yaşta, bir katar [tren] kazasında kaybetti. Dayısı ve yengesi ona sahip çıktı çıkmasına ama nereye kadar? Ömercik’i kendi oğulları gibi bağırlarına bastılar, baktılar, okuttular da. Maalesef Ömercik sekizinci sınıfa kadar okuyabildi. Ömercik’ten başka bir kız ve bir oğulları daha olduğu için eğitim konusunda maddi yönden sıkıntıdaydılar. Ailede tek çalışan da dayısı olduğu için Ömercik, onlara daha fazla yük olmak istemedi. Okulu kendi rızasıyla bıraktı. Bugünlerde ise Bakkal’da Mehmet Amca’ya çıraklık yapıyor. Her sabah gazeteleri ve gelen siparişleri evlere götürüyor. Karşılığında da fazlaca bahşiş alıyor. Ben bile – her ne kadar istemediğini söylese de- yanında harçlık bulunsun diye bahşiş veriyorum. Anne ve babasının yerini tutamasak da ona kocaman bir aile olarak şefkat ve ilgi gösteriyoruz.
Son olarak can dostlarımız martılar var tabii ki. Onları nasıl unutabilirim? Her sabah işe giderken onları seyrediyor ve de besliyorum. Aynı dili konuşamasak bile onlarla pekâlâ iyi bir iletişim kurabilmek mümkün.
Bir yıl önceydi sanırım. Hukuk yazıhanesinde yeni işe girmiştim. Gemiyle seyahat etmeyi, boğazın deniz havasını doya doya içime çekmeyi, geminin geçerken arkasında bıraktığı köpürmüş suyun içinde birbiriyle oynayan, renkli, küçük balıkları hayranlıkla seyretmeyi sevdiğim ve en rahat ulaşım yolunun deniz yolu olduğunu düşündüğüm için Üsküdar’dan Beykoz’a gemiyle gitmeyi kararlaştırmıştım. Uyandırma sesini duymadığım için de ilk iş günümde geç uyanmış, evden aceleyle kahvaltı etmeden ayrılmıştım. Kemal de o zamanlar simit satıyordu. Ondan bir tane simit ve Zehra’dan da kâğıt bardakta sıcacık bir çay alıp koşa koşa gemiye zar zor yetişmiştim. Gemiye bindiğimde sadece cam kenarından, orta yaşlı bir bayanın yanındaki koltuk boştu. Başka bir seçeneğim olmadığı için hemen yanına oturdum. Yanına oturmamdan oldukça memnun kalmıştı. Sanki uzun bir süredir o koltukta oturuyor, sohbet edebileceği bir yol arkadaşı olmadığı için bir yoldaş, dert ortağı arıyor gibiydi. Ve sanırım o önemli kişi de ben olmuştum. Bir süre sessizce oturduk. Sonra benden ses çıkmayınca o konuşmaya başladı. Adımı, nereli olduğumu, annemi ve babamı, ne iş yaptığımı, kimlerden olduğumu ve nereye gittiğimi sordu. Bütün sorduklarını büyük bir sabır ve dürüstlükle yanıtladım.
Büyüklerimizin bize küçükken tembihlediği iki önemli nokta vardı: Birincisi ne olursa olsun hiç kimseye, asla yalan söylememek. İkincisi ise yabancı kişilere güvenmemek ve onlarla konuşmamak. Bu kurallara uymayalım demiyorum. Ben de küçükken uyardım. Hâlâ daha uyuyorum. Ama o bayan çok nazik ve iyi kalpli birisine benziyordu. Bana bir zararının dokunacağını aklımın ucundan bile geçirmedim. Hem yanındaki arkadaşınla sohbet ederek yolculuk yapmanın tadı da bir başka oluyor doğrusu. Uzun bir süre lafladık. Konu konuyu açıyor, bir konu bitmeden diğerine atlanıyordu. Sohbet iyice koyulaşmıştı. Benim bir kızım var, oğlum var, şurada çalışıyorlar, ben ise şurada, şu işle meşgulüm diye anlattı. Ben de büyük bir merak ve istekle dinledim. Koyu muhabbet, gayet güzel ve eğlenceli geçiyordu ta ki yerini yeniden uzun bir sessizliğe bırakana kadar.
İkimizde susmuştuk. Sohbet havasından çıktığımda çevremdeki diğer seslerin farkına varmaya başlamıştım. Gemi, dalgaların ezgisi eşliğinde denizle raks ederek ilerliyordu. Birden işittiklerimden daha farklı bir ses fark ettim. Bu, yanımızda üçüncü bir kişi olduğunu hissetmeme yol açtı. Birisi cama vuruyordu. Dönüp baktığımda camın önünde küçük yavru bir martı gördüm. Cam gibi parlayan maviş gözleriyle bize doğru bakıyordu. Bir derdini anlatmak istiyor gibiydi. Elimdeki simidi görmüş, gözlerini ona dikmişti. Aç olduğunu düşünüp simitten küçük bir parça koparıp camın kenarına koydum. Büyük bir iştahla yemeye başladı. Bir parça daha verdiğimde onu da yemişti. Kim bilir ne zamandan beri bir şey yememişti. Belki de doğalı birkaç gün olmuştu. Annesi de kendi başının çaresine bakması gerektiğini düşünüp ona yiyecek getirmemiş, kendisinin bulmasını istemişti. Küçük martı da gereğini yaparak karnını doyurmak için bizim gemiye gelmişti. Ben hayallere dalmış, hülyalı hülyalı düşünürken, küçük martı çoktan ortadan kaybolmuştu. Ya annesinin yanına dönmüş ya da biraz daha yemek bulabilmek için başka bir gemiye uğramıştı. Kardeşleri varsa onlara da yemek bulması gerekiyordu. Bu yüzden de gitmiş olabilirdi. Umarım başına bir iş gelmez.
Martılara dair payidar sevgimi, ilk kez bu olayla fark ettim. O günden beri gemiye her bindiğimde, elimde mutlaka bir simit olur, varacağımız yere kadar, masmavi gökyüzünde simit parçalarını kapmak için adeta birbiriyle yarışan martıları beslemekten çok mutlu olurum. Neticede geçmişte yaşadığım bu olaydan önemli bir ders çıkardım. İyi bir iletişim kurabilmek için aynı dili konuşmak ve hatta konuşmak gerekli değildir. Eğer kişi karşısındakiyle ilgiliyse ve karşısındakini gerçekten de önemsiyorsa hiçbir şey söylemese dahi, karşısındaki onun ne düşündüğünü ve nasıl hissettiğini anlayacaktır. Hayvanlarla iletişimimizde de aynı şey geçerlidir. Onları seviyor ve de önemsiyorsak mutlu veya sinirli, aç veya yaralı olduklarını, onlar bize hissettirecektir.
Dışarıdaki hareketlilik, dur durak bilmeden sürüp herkes arkalarından atlı kovalıyormuş gibi koşuşturup veya işini bitirip sırayı dinlenmeye getirerek koyu bir sohbete dalmışken, ben ise eve tıkılı kalmış, sadece dışarıda olanları seyretmekle yetiniyordum. İstesem bile dışarı çıkamam. Çünkü boynumda ve boğazımda müthiş bir ağrı var.
Bütün bunların hepsi sadece benim hatam. Dün gece, dava evraklarının hepsini incelemeyi kafaya koymuştum. “Yok, şu miras davasında bu evrak gerekli, yok efendime söyleyeyim hâkime hanım bir sonraki duruşmayı şu tarihe ertelemişti.” derken dayanamayıp evrakların üstünde uyuyakalmışım. Bir de yanı başımdaki cam açık kalmasın mı? Sabah kalktığımda ne boynumu doğrultabildim ne de sesimi çıkarıp konuşabildim. Annem de beni bu halimi görünce hemen nasihatlere boğdu. Geç vakitlere kadar çalışmayıp uyumam, camı kapatmayı unutmamam ve iyileşmem için bol bol ıhlamur[!] çayı içmem gerektiğini tembihledi. Üstüne üstlük bir de beni muayene etmesi için eve hekim çağıracakmış.
Bu çok büyük bir haksızlık. Sokakta arkadaşlarımla doyasıya eğlenmek, gemiye binip, o küçük martıyı yeniden bulup beslemek, Kemal ve Zehra’yla sohbet etmek, belki onlara işlerinde yardım etmek, Ömercik’i görmek, ondan yeni bir gazete almak ve yine fazlaca bahşiş vermek, boğazın ve Kız Kulesi’nin manzarasını yakından seyretmek varken eve tıkılıp kalmış, dış dünyadan bağımsız ve bihaber bir şekilde sadece camın ardından dışarı bakabiliyordum. Hayır, hekimin gelmesini falan beklemeyecektim. Kötü bir durumda olsam bile dışarı çıkmalı ve dışarıyı keşfetmeye başlamalıydım. Yeni yerler yeni bilgiler yeni arkadaşlar… Merak ettiğim o kadar çok şey vardı ki. Merakım içimi kemiriyor gibiydi. Öyle bir dürtü uyandırıyordu ki içimde, “hayır” deyip kendimi evde tutmam gitgide zorlaşıyordu.
Hemen üstüme kalın bir şeyler giyip yanıma fotoğraf[!] makinemle[!] defterimi alarak anneme fark ettirmeden evden çıktım. Yaptığımın yanlış olduğunu biliyordum. Annemin, geri döndüğümde bana söyleyeceklerini, “Neden evde kalıp benim sözümü dinlemedin, bak, şimdi daha kötü oldun.” diyeceğini de biliyordum. Ama kendime engel olamadım. Sanki dışarıdaki birisi, benim evde sıkıldığımı duymuş ve beni yanına çağırmıştı. Hem de bu kişi, kendime yakın hissettiğim birisiydi.
Dostlarımın bana hissettikleri sonsuz sevgileri canlanmış ve beni yanlarına çağırmış olabilirdi. Belki bu yüzden öyle tuhaf hissediyordum. Dışarı çıktığımda yanılmadığımı anladım. Çünkü Kemal, Zehra, Ömercik hepsi meydandaydı. Küçük, yuvarlak bir masanın etrafında oturmuş, çay ve simitle kahvaltı yapıyorlardı. Ben de gidip onların yanına oturdum.
Herhalde annem haber vermişti onlara, hasta olduğumu. Görür görmez nasıl olduğumu, kendimi nasıl hissettiğimi sordular. Sadece boynum ve boğazımın biraz ağrıdığını, onun dışında önemli bir şeyim olmadığını söyledim. Onların yanına gitmekle iyi mi ettim kötü mü ettim, bilemedim. Ya şimdi anneme haber verirlerse.
Hepsi şaşırmıştı. Annemin geldiğimden haberi olduğunu sanmışlardı büyük ihtimalle. Bu haldeyken nasıl gelmeme izin verebilirdi ki? Ben başka birinden duysam, benim de aklım almazdı. Düşündükçe yüzümden soğuk terler akmaya, boğazım gitgide kurumaya başladı. Öyle bir teklif sunmalıydım ki, hem dışarıda biraz daha zaman geçirebilmeli, hem de eve, annem öğrenmeden geri dönebilmeliydim.
Onları böyle bir bilinmezlikte bırakmaya hakkım yoktu. Sessiz kalmaya devam ettikçe onlara yalan söylemiş gibi hissediyordum. Annemin geldiğimden haberi olmadığını, biraz daha kaldıktan sonra eve döneceğimi, bu harika havanın tadını, biraz daha çıkarmak istediğimi söyledim. İlk başta kabul etmeyip mırın kırın yaptılar. Üzüldüğümü gördüklerinde ise zor da olsa ikna oldular.
Artık kısa süreliğine de olsa huzurluydum. Yüzümü boğaza, Kız Kulesi’ne döndüm. Fotoğraf makinemi ve defterimi çantamdan çıkardım. Manzarayı hem somut hem de soyut olarak betimleyip resmedecektim. Fazla vakit kaybetmeden, önce boğazı deftere çizmeye başladım.
Anlatmaya kelimeler yetmez. Masmavi, çarşaf gibi durgun. O kadar berraktı ki içindeki her türden rengârenk balıkları, kömür gibi kara yosunları, mercanları ve diğer canlılarını tek tek sayabiliyordum. Ta ki balıkçı tekneleri ve yük gemileri geçene kadar. Deniz, gelip onun berrak görüntüsünü bozdukları için onlara sinirinden adeta bir yanardağ gibi bembeyaz köpürmüştü. O eski çarşaf görüntüsünden eser kalmamış, dalgalı ve bulanık bir hâl almıştı.
Boğazın tam ortasında ise betondan[!] bir asker. Kafasında Türk bayrağı asılı upuzun bir mızrak var. Boğazın bekçisi. Boğazın ve Üsküdar’ın güvenliğinden, düşman gemilerinin kıyıya yaklaşmasını engellemekten, sorumlu. Yaşadığı küçük kulübe ise hemen yanında. Görev yerinden bir an bile ayrılmaması gerektiği için yanı başına küçük bir kulübe inşa etmiş. Evinin yanında öylece kımıldamadan duruyor. Ama asla savunmasız veya güçsüz değil. Hele bir düşman gemisinin boğaza girdiğini görmesin. Anında canlanıp güçlü gövdesini siper eder, türlü mücadeleler verir de yurdu onlara teslim etmez.
Meydanda ise işine veya okuluna vaktinde yetişmek için koşuşanlar vardı. Bir kısmı gemiye, geri kalanı da otobüse[!] koşuyordu. Hatta bir adam otobüse son anda yetişti.
Üsküdar’ın her günkü sıradan halinden ufacık bir kesit. Eğer bugün işe gitseydim ben de bu sıradanlaşmışlar topluluğuna dahil olacaktım.
İçimdeki pişmanlık biraz daha azaldı. Hâlimi ise hiç mi hiç sormayın. Boğazım olduğundan daha da kötüleşti, sesim hiç çıkmıyor artık. “Boynum” desen önceden biraz kımıldatabiliyordum. Artık o da olmuyor. Olsun, bu manzarayı görebildim ve dostlarımla birlikteyim ya, gerisi hiç önemli değil. Anneme de durumu evde anlatacağım. Belki çizdiğim resimleri ve yazdıklarımı görünce biraz olsun yumuşar.
Birden fazla ruh hali içerisindeyim: Birincisi; Üsküdar’ın güzelim havasının ve dostlarımla birlikte olmanın getirdiği mutluluk ve huzur, ikincisi ise eve döndüğümde, annemi uğratacağım hayal kırıklığını düşünmenin verdiği pişmanlık ve huzursuzluk.
Yazar: Ayşe Nur Şen