İnsan, değerler dünyasının içine doğmaktadır. Zamanla hem yeni değerler üretmekte hem de değişim olgusuna bağlı yaşadığı için mevcut değerleri sürekli değiştirmektedir. Değişime boyun eğmeyen ve kalıcılığını koruyan inanç, kültür[!], tarih temelli manevî değerlerin yanı sıra değişimin tamamen yok ettiği toplumsal yapı, yaşam biçimi ve yaşanılan zamana bağlı değerler de mevcuttur.
Çağcıl [modern] zamanlarda ortaya çıkan küreselleşme ve tüketim odaklı yaşam biçimi varlığın geleneksel değerlerden kopmasına ve söz konusu değerlerin içinin boşaltılmasına neden olmuştur. Yaşanılan süreç ise köklü değerlerin eylemsel vazifelerini yitirmesine ve insan davranışlarını bireysel ve köksüz değerlerin belirlemesine yol açmıştır. Sonuçta eski ile yeni arasında kuşak çatışması da diyebileceğimiz zihniyet farklılıkları ortaya çıkmıştır.
Değer ve Değersizleşme
Değer kelimesi Türkçe’de “Bir şeyin değdiği, ona denk diye düşünülen, önemini belirlemeye yarayan saymaca ölçü, kıymet” şeklinde tanımlanmaktadır. Felsefi sözlükte ise değer kelimesinin karşılığı; kişinin arzulayan, ihtiyaç duyan bir varlığa dönüşmesi ve dönüşüm sonrası nesneler ile kurduğu ilişkisine denk gelmektedir. Değer kavramından yola çıkıldığında değersizleşme kavramı ise insan doğasından kaynaklanan ve toplumsal ortaklıkla meşrulaşan simge niteliğindeki sabit değerlerin kaybedilmesi ya da yozlaşması anlamına gelmektedir. Değersizleşmenin toplumdaki yansımaları dikkat çekmektedir. Örneğin çağcıl insan, kendisi gibi davranmayı reddedip yaşadığı çağdaki yaygın insan kalıplarından biri ile özdeşleşmeye çabalamaktadır ya da çağcıl zamanlarda birey, tarihinden ve tüm tarihsel değerlerinden koparak menfaatlerine uygun ve köksüz değerler uydurmaktadır. Köksüz değerler ise toplumun parçalanmasını ve neticede bireyin yalnızlaşmasını beraberinde getirmektedir. Değersizleşmenin bir diğer somut hali de amaçsızlıktır. Çağcıl zamanlarda insan artık uzun vadeli uğraşlardan uzaklaşmış, kısa dönemde çok kazanç getiren işlere yoğunlaşmıştır. Çünkü meydana gelen kültür değişimi, topluma tüketimi överek her yenilik ile beraber eskinin kötü olduğunu savunmuştur. Sonuçta kalıcılık kalmamış; insan ve değer arasındaki bağ koparılmış, böylece insanın değerlerini koruduğu hatıraları anlamsızlaşmıştır. Kısaca insani duygular yıpranmış ve güvenin yerini korku, dayanışmanın yerini ayrışma, toplumsal birliğin yerini bencillik almıştır.
Yabancılaşma
Yabancılaşma genel bir ifadeyle; bireyin, kendi ürettiği nesnelerin, emek ürünlerinin boyunduruğu altına girerek kendi sorunlarına ve topluma yabancı duruma gelmesi, emek ürünlerinin bağımsız ve ezici iktisadi bir güç gibi belirmesi hâlidir. Yabancılaşma kavramını felsefede ilk tartışan düşünür Hegel’dir. Hegel felsefesini “Mutlak ruh”un yabancılaşması üzerine kurmuştur. Hegel’e göre ruhun amacı insanın kendi bilinç ve özgürlüğüne ulaşmasıdır. Kendini ilk defa doğada bulan ruh, tarihsel süreçle yavaş yavaş kendine yabancılaşacaktır.
Karl Marx, Hegel’in çalışmalarından etkilenmiş ve yabancılaşma sorununu toplumsal görüngü [fenomen] adı altında ele almıştır. Daha sonra kendi dönemine kadar birikmiş bilgilerin eleştirisini yaparak yabancılaşma biçimlerini değerlendirmiştir. Yabancılaşmayı Hegel gibi ruh ile açıklamamış, sınıfsal farklılıkla işçinin yalnızlaşmasından hareket etmiştir.
19. yüzyılın anamalcı [kapitalist] anlayışı ile öne çıkan biriktirme, tüketimden kaçınma gibi yaklaşımlar, 20. yüzyılın anamalcı anlayışı ile yerini son derece sakıncalı bir eğilime yani tüketme alışkanlığına terk etmiştir. Marx’a göre anamalcılık ile insanlar ürettiği ürününe, üretici etkinliğine, türüne ve diğer insanlara yabancılaşmıştır fakat Marx, anlatımında yabancılaşma türlerini birbirinden ayrı görüngüler gibi ele almamış ve yabancılaşma çeşitlerini birbiriyle ilişkilendirerek anlatmıştır.
Marx’a göre üretmek, insanlar ile hayvanlar arasındaki en belirgin farklardan biridir. Fakat üretmek yalnız özgürce yapılabildiğinde değerlidir. Anamalcı toplumda birey çalışırken kendisini onaylamaz, reddeder ve mutsuzdur. İnsan fiziksel ve zihinsel faaliyetlerini özgürce geliştirememekte ve bedenini çürütmektedir. Çünkü başkası için çalışmaktadır. İşçi kendi benliğini sadece işinin dışında hissedebilmekte; işini ise kendi benliği dışında görebilmektedir. Dolayısıyla Marx’a göre işçinin çalışması gönüllü değil, zorunludur.
1844 El Yazmaları’nda Marx’ın, emeğin yabancılaşması üzerinde önemle durduğu görülür. Marx’a göre, emeği yaratma eylemi insanı özgürleştireceği yerde her adımda ona hükmeden gücü daha da devleştirmeye hizmet etmektedir. İşçinin emek verip ürettiği her ürün kendisinin biraz daha eksilmesine, her eylemi biraz daha etkisizleştirmesine ve gücünü her kullanışı biraz daha güçsüzleşmesine yol açmaktadır. Marx’a göre, “insanların dünyasının değersizleşmesi, nesnelerin dünyasının değer kazanması ile orantılı bir artış sergilemektedir.” Marx, işçinin anamalcı toplumda ürünü tarafından engellendiğini ve yabancılaştığını savunmaktadır.
Marx’a göre, ‘yabancılaşmış emek’ doğayı ve kendi işlevini insana yabancılaştırırken insanı türsel yaşamına da yabancılaştırmaktadır. Başlangıçta emek, insanın canlılığını sürdürmeye yönelik bir araçken yabancılaşmayla birlikte yaşamın kendisi bir geçim aracı haline gelmiştir ve emek, insana yabancılaşmıştır. Ancak hayvanlar için durum farklıdır. Onlar için çalışmak benlikleri ile bütünleştiği için emeklerini kendi yaşamlarından ayıramazlar. Oysa insan kendi emeğini kendi iradesinin ve bilincinin nesnesi durumuna getirmektedir. Yabancılaşmış emek, insandan kendi üretim nesnesini çekip alırken, ondan türsel yaşamını da koparıp almaktadır ve onu insanî özelliklerini sergilemekten mahrum etmektedir.
Marx, Kapital’de insanın kendi özünden uzaklaşmasının, yabancılaşmasının ulaştığı en son boyutu ifade etmek için “meta tapıncakçılığı [fetişizm]” kavramına yer vermektedir. Meta tapıncakçılığı emekten bağımsız bir şekilde ürünlerin kendi içlerinde değerlerinin artmasıdır. Marx’a göre emeğin ürünü meta biçimine girer girmez gizemli bir hale bürünmektedir. Çünkü meta üretildikten sonra pazara çıktığında bir değişim değeri kazanmaktadır. Değişim değeri ile içindeki insan emeği unutulmakta ve metaya toplum tarafından değer biçilmektedir. Sonuçta insan, meta tapıncakçılığı nedeniyle ürettiği metanın hâkimiyetine girerek ürününe yabancılaşmaktadır.
Gerek Hegel’in felsefi tahlili ve gerekse Marx’ın toplumsal tahlili ile ele aldığı yabancılaşma kavramının, bireyin ve toplumun öz değerlerinden uzaklaşması ve kimlik yitimi yaşaması anlamına geldiği artık açıktır. Günümüzde yabancılaşma çağcıl toplumların aşması gereken bir duvar gibi varlığını hâlâ korumaya devam etmektedir. Durum böyleyken yabancılaşmayı aşmak, “yabancılaşma”dan kurtulmak mümkün müdür? Marx’a göre yabancılaşmanın ortadan kaldırılması; anamalcılığın ve tüm sınıflı toplumların, özel mülkiyetin, iş bölümünün ve dinin ortadan kaldırılması ile mümkündür. İnsan, dünyaya neden geldiğini anladığında yabancılaşmanın olumsuz etkilerinden kurtulmanın ilk adımlarını atmış olacaktır. Bu süreçte, insanın kendi varlığına anlam katması önem taşımaktadır. Kendi yaşamına sahip çıkan, tercihlerini bilinçli yapmaya özen gösteren; işine, emeğine, üretimine ve tüketimine dikkat eden insan yabancılaşmanın etkilerinden çıkabilmektedir.
(Derginin Dokuzuncu Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)