Türk Edebiyatı’nda yazılan roman[!] ve hikâyeler geçmişten günümüze gelene kadar farklı aşamalardan geçmiştir. Edebiyatımızın yeni edebî yazınlarının ortaya konulduğu ilk zamanlardan bu yana dil gelişmiş ve edebî eserlerde ele alınan konular çeşitlenmiştir. Türk Edebiyatı dediğimiz andan itibaren hepimizin aklına “ilkler” gelir. Eğitim-öğretim hayatımıza başladığımız andan itibaren edebiyatımızdaki ilkler ile tanışmaya başlar, uzun yıllar da edebî eserlerle içli dışlı oluruz. Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, İntibah, Aşk-ı Memnu, Araba Sevdası gibi eserlerin edebiyatta ve toplum içinde büyük bir önemi vardır. Tüm bu eserleri sayarken “Eylül” romanından bahsetmemek olmaz. Eylül, Mehmet Rauf tarafından yazılan ilk ruh bilimsel [psikolojik] romandır. Edebiyatımızın batılı anlamda gelişmeye başladığı zamanlarda Türk edebiyatı sanatçıları kendi kabuklarını kırmanın yollarını ararken yenilik getirme gayretinde de bulunmuşlardır. Mehmet Rauf da kendi edebî yazın türünü oluştururken eserlerini yenilikçi bir edebî anlayışla kaleme almıştır. Sanatçının ses getiren tek ve belki de en büyük eseri diyebileceğimiz “Eylül” romanı Türk Edebiyatı geleneksel [klasik] eserleri arasına girmeyi başarmıştır.
Mehmet Rauf’tan bahsettikten sonra kaleme aldığı eserin günümüzde hâlâ neden bu kadar çok okunduğunu anlamak için esere de değinmek gerekmektedir. Eylül romanı ilk ruh bilimsel roman olmanın yanı sıra kadınları ve kadın- erkek ilişkilerini ayrıntılı anlatan bir eserdir. Eserin yazıldığı dönemde kadınlar duygu ve düşüncelerini toplum baskısı nedeniyle açık bir şekilde ifade edememişlerdir. 20.yüzyıl kadınının söylemek istediği tüm düşünceleri Mehmet Rauf okuyucuya başarılı bir şekilde aktarmıştır. Şimdi gelin bu eseri romanın kadın kahramanı üzerinden daha ayrıntılı tanımaya çalışalım.
Hiç yeşermemiş bir aşkın romanı: Eylül
Kitap, Suat ve Süreyya’nın sorunsuz ve huzurlu giden evlilikleri ile başlamaktadır. Suat sessiz ve sakin bir ev hanımıdır. Yaşamı boyunca hep huzuru arayan bir kadındır. Süreyya ise eşine duyduğu sevgiyi gösteremeyen ve hep bir uğraş içinde bulunan bir adamdır. Aileleri ile yalıda yaşayan Suat ve Süreyya evin içinde yaşanan çatırdamalar sebebiyle ailelerinin yanından ayrılıp yeni bir yalıya taşınırlar ve hayatlarına orada devam etme kararı alırlar. Hayatlarının sorunsuz bir şekilde devam ettiğini düşünseler de aslında bu çift arasında çok büyük sorunlar vardır. Evli iki kişinin birbirlerine karşı duydukları sorumluluklar Süreyya tarafından yerine getirilmemektedir.
Kadın ya da erkek olsun yaşanan ilişkilerde iletişim en önemli şeydir. Suat ve Süreyya arasında da bu iletişim olmadığı için huzurlu ama tekdüze giden bir evlilikleri vardır. Suat, hayatı boyunca aradığı mutluluğu evlendikten sonra bulacağını düşünür ama yanılır. Sohbet etmeden geçen bir gün, zevkler ve isteklerin git gide birbiriyle uyuşmaması çiftin evliliklerine bir perde düşürür. Ruhunun aşılmaz engelleri ile karşılaşan Suat, bir çıkış yolu arar kendine. Ruhundan anlayan, onun gibi düşünen bir arkadaşa ihtiyaç duyar. Tam da kendini mutsuz hissettiği zamanlarda hep yanında olan Süreyya’nın akrabası Necip’i fark eder. Necip Suat’ın ruhuna iyi gelir; fakat Suat yine de içindeki sadakat duygusuna kulak vermeden edemez. Necip ile bir hayatı olamayacağını bilse de kendi içinde hayaller kurar. Yazımın bu noktasında kitaptan bir alıntı yapmak uygun olacaktır: “Mümkün olmayan bir şeyi istemek, bile bile reddedilmektir.” Suat reddedileceğini bilse de Necip ile daha mutlu olacağını düşünür. Hüzünlü ve yağmurlu günler geçiren Suat, ömrü boyunca neşelenemeyeceğinin umutsuzluğuna düşer. Hayat ona bir Eylül gibi hüzün vermiştir.
Hiç yeşeremeyeceği umutlarının varlığıyla mutsuz bir hayata kendini hazırlar. O tüm bu ruhsal sıkıntıları yaşarken Süreyya bambaşka yerlerde ve düşüncelerde zamanını geçirir. Aslında hüznün bütün yağmuru Suat’ın üstüne yağar. Bu yağmur yağarken de Necip ona şemsiyesini açar. Necip’in Suat’la kurduğu arkadaşlık ilişkisi, Suat’ın hayatı boyunca karşılaşacağı tüm fırtınaları engeller. İnsan belirli bir zamandan sonra kendisine iyi gelen insanların varlığı sayesinde hayata tutunur. Suat da Necip’in arkadaşlığı sayesinde hayata tutunabilmiştir. Endişelerini, acılarını ve tüm umutsuzluklarını Necip ile beraberken unutur. Suat’ın bu düşüncelerini daha iyi anlamak için kitaptan bir alıntı vermek gerekir: “Öyle bir şey ki, işte bütün endişelerim senin yanında yok oluyor.” Suat bir yol ayrımındayken etrafında yalnızca Necip’i gördüğü için onun varlığı sayesinde karşılaştığı tüm endişelerle başa çıkabilmiştir. Eşi ile kuramadığı bu kuvvetli gönül bağını Necip ile kurduğunu hissettiğinde ise kendi sırtında bir kambur olduğunu düşünerek hayatı boyunca vicdan azabı çekmeye kendisini hazırlamıştır.
Eseri incelediğimiz zaman görüyoruz ki Suat bu romanın en etkileyici kahramanıdır. Evli olmasına rağmen başka bir insanla gönül ilişkisi kurmak istemesi ve yaşadığı bunalımlar sebebiyle çektiği acılar, onu hep mutsuz etmiştir. İnsanın yalnız kalması, en yakınına bile kendisini açamaması çok acı bir durumdur. Suat da Süreyya ile ilişkisinde tüm duygularını tek başına yaşadığı için kendisine başka sığınaklar aramıştır. Aslında Necip’in de Suat’tan bir farkı yoktur. Evli olmasa bile o da hayatı boyunca mutlu olmadığını ve olamayacağını düşünür. Aralarındaki gönül ilişkisini özetlemek için Nesîmî’den bir alıntı vermek uygun olacaktır: “Neyi aradığını bilmesen bile, bu tek taraflı bir arayış değil. Çünkü aradığın da seni arıyor.” Aradıklarını bulmaya çalışan Suatlar ve Necipler bir gün mutlaka kavuşacaklardır. Anlayacaklardır ki yol ne kadar zor olursa olsun aradığını bulmak yolda yaşanan tüm zorlukların üzerini örtmektedir.
Türk Edebiyatı’nda 20. Yüzyıla kadar üzerine hiç eser yazılmayan kadın ve erkek ilişkileri Mehmet Rauf sayesinde kaleme alınmıştır. Bizde bu tür eserlerin yazımı 20.yüzyıla kadar görülmese de Batıda bu durum çok daha farklıdır. Batı Edebiyatı’nda sanatçılar, kadın- erkek ilişkilerine değinmekten çekinmemişlerdir. Daha açık ve anlaşılır bir dil kullanarak eserlerini okuyuculara sunmuşlardır. Şimdi bu eserlerden birini yakından tanımak için 19.Yüzyılın ikinci yarısında yazılmış bir esere değineceğiz.
Hislerinin peşinde bir kadın: Madam Bovary
19. Yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da büyük yankı uyandıran bir eser yazılmıştır. Eserin adı Madam Bovary’dir. Gustave Flaubert tarafından Paris’te kaleme alınan eser, yazılışının üzerinden yıllar geçtiği halde etkisini hâlâ ilk günkü gibi sürdürebilmeyi başarmıştır. Romanın başkahramanlarından Emma Bovary mutsuz bir evlilik yapmış, eğitimli ve yeni heyecanlar peşinde hayatını devam ettirmek isteyen genç ve güzel bir kadındır. Sahip olduklarıyla yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen Emma, yaşamında köklü değişiklikler yapmak ister. Hayatına birden fazla erkek alır ve evliliği devam ederken aynı zamanda başka erkeklerle de ilişkilerini sürdürür. Kadın-erkek ilişkilerinin açıkça ifade edildiği eserde Emma, çevresinde kendini yalnız hisseder ve hep birileriyle arkadaşlık kurmaya çalışır. Noter[!] kâtibi Leon ile tanışan Emma ona aşık olur.
Emma, gerçek mutluluğu bulduğunu sanmış ama çok yanılmıştır. Çünkü Emma’nın aradığı şey gerçek bir aşk değildir. Kendisine heyecan ve macera dolu bir yaşam aramaktadır. Evliliğinde kocasını kendine yakıştırmadığı için gözü hep yükseklerdedir. Genç erkeklerle kurduğu gönül ilişkileri onu macera dolu bir yaşama sürükler. Emma yasak olan her şeyden hoşlanan bir kadındır. Ona göre doğru ve yanlış diye bir şey yoktur. Yaşadığı anın heyecan dolu olması onu ilgilendiren tek şeydir. Hayatına birden fazla erkek girmiş olsa da kendisini onların hayatında geçici biri olarak görür. Onlara şöyle der: “Ama unutacaksınız beni. Yaşamınızdan bir gölge gibi gelip geçeceğim.” Kendisinin gölge olacağını düşünen bu kadın yine de eşinden başka insanlarla gönül ilişkisi kurmaya devam eder. Hayatının sonuna kadar bir pişmanlık yaşamasa bile bazı anlarda pişmanlıklar ve umutsuzluklar yaşar.
İncelediğimiz iki kadın kahramanın ortak noktaları mutsuz bir evlilik yapmalarıdır. Suat kendisini yalnız hissetmeye başladıktan sonra Necip’e gönül bağı ile bağlanır. Emma ise yalnızlığını birden fazla kişi ile karşılayabileceğini düşünür. Emma hayatı boyunca farklı gönüllerde kendine yer bulmayı başarabilmiştir. Fakat Suat her zaman Necip’in varlığıyla kendisini tamamlanmış hisseder. İki kadın kahraman da yalnızlıklarının ve umutsuzluklarının hayatlarına yeni girecek erkekler sayesinde mutluluğa dönüşeceğini düşünürler. Aslında ikisi de hiçbir zaman mutlu olamayacaklardır. İnsan kendisini sevmez ve kendisine güvenmezse ne kadar insanla tanışırsa tanışsın mutlu olamaz. Suat ve Emma da kendi kendilerine mutlu olabilen bireyler olsaydılar hiçbir zaman bir erkeğe ihtiyaç duymayacaklardı. Yalnızlığın kötü bir şey olmadığını, insanın kendi kendini mutlu edebileceğine inansalardı bu zorlu yollardan geçmelerine gerek kalmazdı. Eşlerinden görmedikleri ilgi ve sevgiyi kendi içlerinde aramadıkları için hayatları boyunca içlerinde o umutsuz düşünceleri hapsederek yaşamak zorunda kaldılar. Kahramanlar kendilerini mutlu edemeseler de biz bu iki romanı okuduktan sonra kendi mutluluğumuz için birilerini ihtiyacımız olmadığını anlayabiliriz. Karşımızdaki kişi bizi ne kadar severse sevsin, biz kendimizi sevmezsek hiçbir zaman gerçek mutluluğa ulaşamayız.
Hem Türk edebiyatından hem de Batı edebiyatından aldığımız bu iki eserde kadın kahramanların değişen duygu durumlarına ve yalnızlıklarına değindik. Suat ve Emma’nın kendi dünyalarında mutlu olmamaları onlara başka kapılar açsa da hayatları boyunca bir taraflarının hep hüzünlü olduğunu hissedebildik. Duygu dünyalarını açıklamaya çalıştığımız bu kadınların tamamlanmamış duygularının bir gün tamamlanabilmesi dileğiyle…
(Derginin Sekizinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)