Baybars, her sabah olduğu gibi penceresiz odasında uyandı. Oda, bir mezarın içi kadar soğuktu ama mezarlardan farklı olarak burada ölüm değil, sessiz, ruhsuz, yaşayan insanlar yaşardı. Başlarda bu odanın dışarıdan ses geçirmediğini sanıyordu. Ancak zamanla fark etti ki gerçek daha derindeydi: insanlar konuşmazdı, kuşlar ötmezdi, rüzgâr bile esmezdi. Hayvanlar, duvarlar, hepsi sessizdi.
Sessizlik bir yorgan gibi örtmüştü, şehrin üstünü. Öylesine kalındı ki, ses duyulmaz değil, garipsenir; ayıplanır olmuştu. Şaşırmak yasaktı, duygu belirtisi göstermek yasaktı, ufak bir tebessümden fazlası fazlaydı. Kurallar evren var olduğundan beri oradaymış gibi kabul edilir, sorgulanmazlardı. Ve sessiz olmak doğal bir durum olmaktan çıkmış, bir kural olarak var olmuştu. Ve o şehirde ses çıkarmak, yankı bulmak değil, suç sayılırdı. Baybars sonradan anladı ki, duygu bir sese, ses bir bağrışa, bir bağrış isyana pekâlâ dönüşebilirdi.
Baybars, çürümüş düzenin içindeki sıradan bir çark dişlisiydi. Döndüğü sanılan bu çark, dönmüyordu; paslanmış sessizce vadesinin dolduğunun fark edilmesini bekliyordu. Ne şehirdeki insanlar ne de Baybars, çarkın ne olduğunu ya da çarkın bir parçası olmanın ne denli “önemli” olduğunu hiç bilmedi. Ne iş yaptıklarını da sorgulamazlardı, her sabah mesaiye gider, kendisine uzatılan evrakları düzenler, akşam olup aynı duvarsız sessizliğe geri dönerdi.
Hatırlıyordu, başlarda bu işin zamanla kolaylaşacağını fark ettiğinde sevinmişti. Önce evrakları okumasına gerek kalmadı, onaylanacaklar belliydi, daha sonra evraklardaki yazı kayboldu, sonra da evraklar. Halbuki bilmiyordu ki kullanılmayan zihin de çürürdü. Aklı yıllar içinde sessizlik kadar durgun ve kasvetli bir suya dönüşmüştü. Ve şehrin insanları, kullanmadıkları zihinlerinin boşluğunun sarhoşluğunu yaşadıklarını hiçbir zaman anlamadılar.
Baybars’ın aklı, zamanla durgun ve kasvetli bir suya dönüştü; içinde balık bile yaşamaz, sadece ağır ağır çöken yosunlar sürüklenirdi. Şehrin üstünden şiirler silindi, çocuk kitapları “tehlikeli” bulunup yakıldı. Okuyan çocuklar, sorgusuz gözaltına alındı. Sonra bir gün kitaplar kaldırıldı. Seslerini çıkarmayı düşündüler ama kullanılmayan bir şeyin bir süre sonra kaybolacağını unutmuşlardı. Bunun üzerinde fazla durmadılar, çünkü yeni kurulan şehrin ilk ve en masum kuralının bu olduğunu bilmiyorlardı. Günler böyle devam etti durdu, Baybars yeni bir güne uyandığını sandı durdu. Aynı günün farklı tarihlerinde kayboldu gitti.
Zamansa sanki, aynı defterin boş sayfaları gibi ilerliyordu, her gün bir öncekine yapışık bir sonrakine sıkıca bağlı ama aynı. Şehirdekiler yeni bir güne değil, aynı güne uyanıyorlardı.
Baybars bir sabah, penceresiz odasında değil de bir boşlukta uyandığını hissetti. Hala odanın içindeydi ama her şey anlamını kaybetmişti, bir bıkkınlık vardı üzerinde. Duvarlar siyaha boyanmış, eşyalar gölgelere karışmıştı sanki. Şehir, gölgeler tarafından boşaltılmış, renkler ve insanlar tarafından terk edilmiş gibiydi. Sadece Baybars kalmıştı. Baybars uzun süredir yapmadığı bir şeyi yaptı ve düşündü. “Neden sadece ben kaldım, bu şehir neden sadece beni bunaltıyor, hapsediyor?”
O gün işe gitmedi, ilk defa. Kapıyı açtı ama merdivenlerden inmek yerine yukarı yöneldi. Bu tehlikeydi, alışılmamış ve öngörülemez olandı, yasaktı. Şehir için her olağan dışı hareket, bilinmeyen bir tehdidin varlığı demekti. Sessizlik muhafızları yakalasaydı…
Ama artık düşünmemeye çalışmayı da bıraktı, merdivenleri tırmanmaya başladı. Tırmandı tırmandı, her seferinde ışığa; renklere, seslere biraz daha yaklaştı. Her basamakta, bir şeyler kırıldı içinde. İlki rahatlıktı, sonrası korkuydu ve sonrası…
Duvara yazılmış bir şeyi fark etti, renkli bir yazıydı ama ne rengi tanıyabildi ne de harfleri okuyabildi. Renkler ve harfler vardı, oradaydı ama… Çoktan unutulmuşlardı.
Bir ses duydu, yabancı bir tını. Kulaklarının parçalandığını hisseti, ses yüksek değildi ama etkisi büyük olmuştu. Daha hızlı tırmanmaya başladı. Ve sonunda bir kapıya ulaştı, kapı aralıktı. Az önce duyduğu ses…
Ve içeriden gelen ses, ona unutulmuş bir şeyi hatırlattı: “Sesini bul, kendini hatırla.”
Baybars, hafifçe kapıyı itti. Kapı gıcırdadı. Oysaki şehirde hiçbir kapı gıcırdamazdı, çünkü hiçbir kapı açılmazdı. İçeri adım attığında bir şey fark etti: hava farklıydı. İlk defa nefes aldığını hissetti. Ciğerlerinin uzun süredir temiz hava ile dolmadığını fark etti. Oda küçüktü ama odada devasa bir pencere vardı. Camdan içeri göz kamaştıran bir ışık süzülüyordu. Hangi saatti, hangi mevsimdi? Anlayamadı, anlamak da istemedi. Aydınlık onu bir süre meşgul etti. Kendine gelince ışığın aydınlattığı bir masa ve uzun zamandır görmediği şeyleri fark etti. Defter ve kalem… Başta fark etmemişti ama masanın yanında siyah bir kutu vardı ve duyduğu ses o kutudan geliyordu. Sesin geldiği kutuyu eline alıp üstündeki siyah örtüyü kaldırdı ve kafesin içindeki kuşu gördü. Kafesin uzun süredir örtüyle örtüldüğü, kuşun ışığı fark edince daha da güçlü ötmesinden belliydi.
Baybars kafesi aldığı yere bıraktı ve masanın üzerindeki defteri eline aldı. Uzunca inceledi, sayfaları karıştırdı. Yazılar yazıyordu, uzunca ve özenle yazılmış yazılar. Ancak sonlara yaklaştıkça yazılar hem daha acele ve özensiz hem de kısa yazılmışa benziyordu. Yazıları okumaya çalıştı, ne kadar sürdü bilinmez. Ama harfleri hatırlamaya başladı, harfleri hatırladıkça okudu, düşündü. Baybars o defteri okumayı bitirince, soluklanmadan önce kafesin kapağını açıp içindeki kuşu serbest bıraktı. Ve yıllar sonra ilk defa gökyüzüne baktı; ama gökyüzü bile unuttuğu kadar uzaktaydı. O an anladı: Sessizlik bir kural değil, bir kafesti. Ve Baybars kafesin kapısını açmıştı.