Bir edebî eserin doğruluğuna, iyiliğine, güzelliğine ve size kattıklarına ne kadar dikkat ediyorsunuz? Sizce bir eserin iyiliğine ve güzelliğine nasıl karar verebiliriz? Hiç düşündünüz mü? Edebiyat insanı düşündüren, geliştiren ve dönüştüren bir sanattır. Bir kitap okursunuz ve o kitapla beraber yaşamı daha farklı görmeye başlarsınız. Bir şiir dinlersiniz ve o şiiri anlamaya çalışırsınız. Ya da belki de bunların hiçbirini yapamazsınız.
Günümüz dünyasında geçmişe göre çok fazla edebî eser yayımlanıyor. Haliyle biz okuyucuları da doğru yayınları bulup okumak için zorlu bir süreç bekliyor. Süreci başarıyla tamamlamak amacıyla ise ilk önce edebiyatın “eğitim” kısmından geçmemiz gerekiyor. Okuyacağımız metinleri doğru seçmek ve okuduklarımızı ince bir süzgeçten geçirmek verimli okumalar yapmamızı sağlayacaktır. Peki bunu nasıl yapabiliriz? İlkokul çağındaki bir çocuğa okuma eğitimini nasıl aşılayabiliriz? Her şeyden önce okumakla yetinmemeli, okuduğumuz eserlerin üzerinde düşünmeli ve onları anlamaya çalışmalıyız. Anlama aşamasından sonra ise katılacağımız okuma toplulukları vasıtasıyla okuduğumuz eserleri tartışmalı ve böylelikle yorumlama, eleştirme ve fikir beyan etme çalışmaları yapmalıyız. Değerlendirmelerimizi hangi eser türü üzerinden yapacağımıza da yine biz karar vermeliyiz. İşte bu noktada devreye eser ayrımı giriyor. Kitlelere hitap eden eserleri okuyarak mı yoksa güzel duyuya hizmet eden eserleri okuyarak mı gelişim gösterebiliriz? Ben her iki türü de okumalıyız diyorum. Zira edebî değeri yüksek bir eser okumasını layığıyla yapabilmek için zihnimizde bir temel atmalıyız. Kitlelere göre yazılan eserleri de okumalı ama o eserlerin değerini biz belirlemeliyiz. Yazarın okuyucusunun tavrına göre eser yazdığını bilirsek yaygın kültür[!] metinlerini gerektiği gibi yorumlayabiliriz. Elbette bazı insanlar bazı kitaplara hazır değildir. Güzel duyu düşüncesiyle yazılan romanları[!] okuduğumuzda bile değerlendirme yapamadan kitabı hem zihnimizden hem de elimizden bırakabiliriz.
Yazımın ilk kısmında değinmek istediğim hususların genel özeti şu şekildedir: Bir edebî eseri değerli kılan anlaşılmasını sağlayan şey okuyucunun eğitimidir. Çok okunan eserler ise aslında değerli olmayabilir. Nitekim kimi zaman toplum tarafından beğenilen ve değerlendirmeye alınmadan sadece “övülen” eserler, eğitimli okuyucular tarafından tam anlamıyla benimsenemez. Çünkü kendini geliştiren okuyucu eseri iyi, doğru, güzel ve faydalı kavramlarıyla değerlendirebilir. Eğitimli okuyucu bir eserde ne anlatıldığından ziyade anlatılmak istenenin nasıl anlatıldığına dikkat eder. Okuyucu, yazarın vermek istediği iletileri kavrar ve eseri ona göre yorumlar.
Yeni basının edebî eserlere etkisi
Son yıllarda edebiyat, alan bilgisine sahip olan ya da olmayan birçok insan için bir uğraşı haline geldi. Özellikle yeni basının etkisiyle insanlar yetkin olup olmadıklarına bakmaksızın edebî eserler kaleme alıyorlar dolayısıyla “kitap fazlalığı” ortaya çıkıyor. Instagram, Facebook, Twitter gibi yeni basın hesaplarında kitap tanıtımlarına haddinden fazla maruz kalıyor ve bu reklamların etkisiyle çok satan eserlerin iyi yazıldığını düşünüyoruz. Aslında yaygın kültür anlayışıyla kaleme alınan bu eserlerde okuyucuya vadedilen şey anlık “mutluluklardır” çünkü yazarın amacı eserinin içeriğinin devamlı tüketilmesidir. Okuyucu eline aldığı metni hemen okumalı, hayâli unsurların peşinden gitmeli ve gerçek hayattan kendini soyutlamalı, duygusal anlamda bir şey hissetmeli ve bir an önce yeni bir kitap almalıdır.
Edebiyatın son zamanlarda yeni basından faydalandığını görmemek mümkün değildir. Yazar, yeni basın hesapları üzerinden okuyucularıyla iletişim kurabilir ve kitaplarının tasarımı hakkında okuyucularından fikir alabilir böylelikle okuyucular yayımlanacak eserlere yön verebilirler. Şahsen yazar ile okuyucunun arasındaki bu iletişimin edebiyatın gizemini bozduğunu düşünüyorum. “Yazar” benim zihnimde ulaşılması zor, gizemli bir kişiyi temsil ediyor. Fakat yeni basın tüm sınırları ortadan kaldırıyor. Yazar ile okuyucu arasındaki sınırın ortadan kalkmasıyla birlikte yaygın kültür okuyucularının çok sevdikleri yazarları dahi kolaylıkla gözden çıkardıklarını ve yazarlar ile kısa vadeli bağlar kurduklarını görüyoruz. Anlaşıldığı üzere yeni basın gün geçtikçe okuyucuları edebî kaygıdan daha uzak, tüketime elverişli metinlerle buluşturuyor. Edebiyat “edebî” kavramını yitirdiğinde nasıl bir sanat hâline gelecek bunu bilmiyoruz fakat yaşayıp göreceğiz.
Yazımın en başında da belirttiğim gibi edebiyatın bir “eğitim” bilinci aşıladığını düşünüyorum. Eğitim bilincini alan okuyucular, edebî eserlerde çoğul okumalar yapabilirler. Çoğul okuma, eseri tek bir yönden incelemeden farklı alanlarla birleştirilerek yapılan okumadır. Yaygın kültür eserlerine ilgi duyan okuyucularda “bilinçli okuma” kavramını göremiyoruz. Bir eseri tek bir açıdan değerlendirmek edebî metnin değerini yüceltmediği gibi okuyucuya da yeterince katkı sağlamamaktadır. Oysa edebiyat okuyuculara farklı bakış açıları kazandırabilir. Okuyucu okuduğu metinler sayesinde gelişebilir ve metni nasıl değerlendireceğini öğrenebilir. İnsan zamanla değişim gösteren bir varlık olduğu için edebî anlayışlar da zamanla değişebilir.
Örneğin: Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” isimli eserini iki farklı kişinin okuduğunu düşünelim. Birinci okuyucunun eseri metnin yazıldığı tarihe, topluma ve ruh bilimine göre; ikinci okuyucunun ise sadece “ölüm” konusu üzerinden incelediğini varsayalım. Aynı eserin birbirinden çok farklı şekillerde değerlendirildiğini görürüz. Nitekim bir edebî eseri yorumlamanın tek bir yolu yoktur. Her okuyucu kendi bilgi birikimi ve düşüncesiyle esere bir katkı yapar. Deyim yerindeyse okuduğumuz her eseri kendimiz yeniden yazarız.
Bir eseri ilk okuyuşumuzda doğru değerlendirmeler yapamayabiliriz. Lakin okuma maceramıza devam edip yeni eserlerle tanıştıktan sonra daha önceden okuduğumuz kitaplara farklı yorumlar katabiliriz. Bu sayede okuduğumuz her eseri kendimiz yeniden yazarız. Aklımıza gelen her yeni düşüncede yazarın cümlesine eklemeler yaparız ve eseri çoğaltırız. Eserle birlikte biz de çoğalırız. Okuduğumuz her yazıya geçmiş okumalarımızdan izler bırakırız. Tüm bunları yaparken de eseri “neden” okuduğumuzu düşünürüz zira neyi neden okuduğumuzu bilmeli ve edebî eserleri kavrayabilmek için irdeleme, eleştirme ve anlayış aşamalarından geçmeliyiz. Sonuçta “okumak” abece [alfabe] bilen her insanın yapabileceği bir eylemdir. Fakat gerçekten “okumak” nedir? Bu soruyu biraz düşünmeliyiz…
(Derginin On Dördüncü Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)