Babam bana: “Sırf benim işime yarıyorsun diye tutuyorum seni yanımda. Yoksa her geçen gün daha çok sinirlerimi bozuyorsun, tabii senin bundan haberin yok.” dediğinde henüz 15 yaşındaydım. Ne kadar acı ki hâlâ bir umut babamın beni sevdiğini düşünüyordum. “Babam aslında sever beni, sadece çok yorgun.” diyerek kendimi avutuyordum. Ülkenin birçok yerini gezmiş, dağında bayırında hizmet etmiş, nerdeyse tüm köy çocuklarına şefkat göstermiş babam, bir tek bana sevgisini gösterememişti. Her gün akşam eve geldiğinde “Acaba beni kovacak mı?” diye düşünüp kendimi yiyip bitirirdim.
Babam, benim adımı “Yiğit” koymuştu ama ben onun hayâlindeki erkek çocuğu değildim. Yaşıtlarıma göre çelimsiz, ürkek ve beceriksiz bir çocuktum. Sürekli yazmak ve oturmak isterdim. Koltuğun içine gömülüp saatlerce öylece kalabilirdim. Yaşıtlarımın hepsi yaz ayında ağır işlerde çalışırken ben evde oturup yazı yazardım. Evin suyunu, ışığını, yemeğini kullanmam bile kısıtlıydı. Babam bana ceza vermişti çünkü hangi işe girsem iki-üç gün içinde çıkartılıyordum. Mahalle kahvesindeki insanların benden başka konuşacak bir şeyleri yokmuş gibi günlerce, hatta haftalarca beni konuşurlardı. Halbuki bütün mesele gözler önündeydi; ben çalışmak değil yaşamak istiyordum.
Yazın çalışmadığım için babam okullar açılınca beni bir ustanın yanına vermişti. Yağmurlu, karanlık bir kış gününde şehrin göbeğinde bir araba tamircisinde çalışmaya başlamıştım. Yol boyunca soğuktan ellerim titrer, kirli ve ıssız sokaklardan geçerek dükkâna ulaşırdım. İlk günlerde usta biraz iyi davransa da daha sonradan gerçek yüzünü göstermişti. Yemek saatinde küflenmiş yemekler, üstü kurumuş ekmekler yemeğe başladığımda burada da değer görmediğimi anlamıştım.
– Neden bana kötü yemek veriyorsunuz? Babam yemek konusundaki hassasiyetini belirtmişti.
– Öyle mi küçük bey, şuna bak bir de benden hesap soruyor. Biz senin gibileri çok gördük burada. İstemiyorsan kapı orada, haydi uğurlar ola.
– Beni bırakmayın, lütfen.
Gözlerim yaşlarla dolmuştu, neredeyse iki gündür tanıdığım bu huysuz adama yalvararak ağlıyordum. Araba boyasından rengi değişen pantolonunun[!] paçalarından tutarak adamı yere yatıracaktım.
– Dur dur, yaklaşma oğlum. Fesuphanallah, böylesini de ilk defa görüyorum doğrusu. Hem yemekten şikâyet eder hem de beni bırakma der. Nedir senin derdin anlat bakayım.
– Yalnızım, hem de çok yalnızım.
Yaşlı adam gözyaşlarımı silmek için cebinden bir mendil çıkarttı. Mendilinde kuş ile balık simgesi ve beni derinden etkileyen bir yazı vardı. O yazıyı gördüğümde yüzüme kocaman bir gülümseme yerleşti. “Yapraklar dökülebilir, güller solabilir, seni herkes unutabilir ama ben asla.” Bir süre konuşmadık. Beni kucakladı, kocaman sarıldı ve mendili benim cebime koyup dükkândan ayrıldı. Ben de bir iki saat çalıştıktan sonra arkamdan atlı koşturuyormuş gibi evin yolunu tuttum.
O gün eve doğru yürürken mahallenin girişinde kız kardeşim ile karşılaştım. Kardeşimin sanki benden gizlediği bir kişiliği vardı. Kız kardeşim babamın ikinci eşindendi ve belki de bu yüzden hiçbir zaman birbirimize yakın davranamadık. Sık sık annesi ile fısıldaşırdı. Evin içinde konuşmaya çalıştığımda suçlu bakışları, çekingen davranışları dikkatimi çekerdi. Bu yüzden onunla neredeyse hiç konuşamıyordum. Lakin o gün mahallede yan yana yürüdüğümüz kısa bir zaman diliminde açık yüreklilikle, tıpkı evrendeki diğer abilerin kardeşlerine yaptığı gibi “Neyin var senin?” diye sordum.
– Sana tüm gerçeği anlatacağım, annenden sana hatıra kalan ve hep sakladığın o mendili ben almıştım. Aslında gerçekten saklamak gibi bir amacım yoktu ama sonradan geri veremedim. Gerçekten çok özür dilerim. Nereye koyduğumu hatırlamıyorum. Seni böyle üzgün görmek beni yiyip bitiriyor. Her sabah uyandığımda ve her gece yattığımda keşke diyorum keşke hiç almasaydım.
– Üzülme, kaybettiğimi sandığım en değerli hatıramı hiç ummadığım bir yerde buldum. Mendili senin aldığını biliyordum ama babama söylesem bana inanmazdı.
– Çok özür dilerim hem de çok.
Daha fazla konuşmadan hızlıca eve girdik. Günün yorgunluğu ile üstümü bile değiştirmeden uyuyakalmıştım.
Ertesi gün iş yerine geldiğimde ustamı görememiştim. Dün öylece çekip gidince merak etmiştim doğrusu. Benimle çalışan diğer arkadaşıma sormuştum ama bilmediğini söylemişti. Aradan birkaç saat geçti usta bir hışımla dükkâna girdi ve şöyle dedi: “Topla pılını pırtını, artık çalışmayacaksın. Babana neler anlattıysan adam benimle bir kavgaya tutuştu ki sorma gitsin. Sen yok musun sen. Ne yerden bitmeymişsin. Az kalsın acıyordum sana. Babanla konuşmasam eyvah ki ne eyvah. Allah’ın sevgili kuluymuşum da para pul kaptırmadan def ediyorum seni buradan.”
– Ama hayır, lütfen beni bir dinleyin.
– Zorla çıkmak istemiyorsan, bir an öce toparlan.
Neye uğradığımı şaşırmıştım. Ellerim o kadar titriyordu ki üstümü bile zor değiştirmiştim. Üstümü değiştirdiğim yerde her daim çöp olurdu ve beni rahatsız ederdi. İlk defa huylanmamıştım dükkânın pisliğinden. Kısa bir süre öncesine kadar sıradan insanların arasında acınası, tuhaf ve ahmak bir kişiydim. Lakin şimdi saçları ağarmış ustamın yanında yaşadığımı hissediyordum.
Gözlerim kan çanağına dönmüştü, ustamın yüzüne bile bakamamıştım. Çalışma arkadaşımı başımla selamlayarak dükkândan ayrılmıştım. Usta, koca şehirde tanıdığım tek dürüst insandı. Birdenbire nasıl bu hale gelmişti bilmiyorum ama bu işin içinde bir bit yeniği vardı.
Tekrardan başa dönmüştüm. Yine odam, biraz yemeğim ve içine gömüldüğüm vişne çürüğü rengindeki koltukla baş başa kalmıştım. Göz kapaklarımı nadiren kırpıyor saatlerce öylece oturuyordum. Penceremden dışarı baktığımda gördüğüm sokak çocukları, yoldan geçen hurdacı, her salı günü mahallemize gelen sütçü ile yine baş başa kalmıştım. Sabahın erken vaktinde evdekiler henüz uykudayken yiyeceğim her şeyi odama getirir en az birkaç gün beni idare edecek suyumu da yanıma aldıktan sonra odamın kapısını kitlerdim. Kız kardeşimde arada bir kapının altından bana mektup gönderirdi. Dışarda neler yaşandığını, konuşamadığımız olayların yazıyla daha iyi anlaşıldığını düşünürdü.
Saatler, günler hatta haftalar geçmişti ama babam odamın kapısını hiç çalmamıştı. Babam çok güçlüydü ve güçlülerin zayıfları, azınlıkların çoğunluğu ziyaret ettiği nerede görülmüştü? Tabii ki de kendi gücünden ödün vermeyen babamın kapımı çalması çok geçmeden gerçekleşti. Kız kardeşimin yazdığı yazılara cevap vermiyor, mektubu yerinden almıyordum. Evin önündeki yabani otlarla ve çalı çırpı ile dolmuş eski bahçeyi izliyordum öylece. Benden cevap gelmeyince kardeşim babama haber vermiş olacak ki vakti seçemediğim bir saate odanın kilidi açıldı. Babam yüzünde bir tiksinti, gözlerinde bir ateş parçası varmış gibi ağır adımlarla koltuğun karşısına geçti.
– Söze şöyle başlayayım, bütün samimiyetimle seni anlıyorum. Sadece gücünü ve iradeni gerektiği gibi kullanamıyorsun. Çalıştığın yerden kovuldun ama bunun için hiç mücadele etmedin. İşine ve ustana bağlanmana rağmen yine başladığın yere geri döndün. Yaşadıkların sana bir oyun gibi gelmişse çok yazık. Şimdi eski yaşantına geri dönmek, devam ettirebilmek sana kolay geliyor. Aklınla ve kalbinle durmadan çalışmak sana zor geliyor.
– O halde sizin düşüncenize göre (babama hiç sen diye hitap etmemiştim) ayrım yapmaksızın herkes ağır işlerde, ağır yüklerle çalışmak zorunda mı?
– Hayır, bahsettiğim bu değil. Aramızdaki duvarlar yüzünden beni anlamak istemiyorsun. Bilmiyorum belki de birbirimizi hiç anlayamayacağız. Misal büyük bir yazar ya da sanatçı olmak istiyorsun ama hep aynı şeyleri yazıyorsun. Yazılarını okumadığımı sanma sakın. Seni okuldan almam, zorluklarla mücadele etmene sebebiyet vermem, hepsi düşünülmüş şeylerdi.
– Keşke bana iyilik ya da kötülük yapmak yerine düşünmeme imkân tanısaydınız. Aşama aşama çözdüğüm sorunlarımın en büyük sebebi sizsiniz. Hayır, sizi suçlamıyorum lakin anlamak da istemiyorum. “Sırf benim işime yarıyorsun diye tutuyorum seni yanımda. Yoksa her geçen gün daha çok sinirlerimi bozuyorsun, tabii senin bundan haberin yok.” dediğiniz günü hiç unutmuyorum. Bu konuşmayı yapmak için bile günlerce beklediniz. Bir kere bile varlığınızı hissettirmediniz. Bu savaşta haksız aramıyorum ama siz hiç haklı değilsiniz.
Konuşmalarım babamı durgunlaştırmıştı, ilk defa karşımda çekingen, çelimsiz bir adam vardı. Babam benim yerime geçmişti ben de babamın. Sessiz, mavi sularda sükûnet veren bir andaymışım gibi hissediyordum. Dünyadaki en iyi şeyler sanki babamın elindeymiş gibi bir tutum sergilemesi artık sonlanmıştı. O an yaşadığım sevinci, çocuksuluğu ve saflığı hayatımda çok nadir yaşamıştım. Babamın gözleri yavaş yavaş sönüyordu. Ben konuşmaya devam ettikçe güçlü omuzu, dinç vücudu düşüyordu. Bense içinde bulunduğum başıboş ve belirsiz durumdan kurtulmuş, bu evden çekip gitmek için uygun zamanı kolluyordum sadece.
Bir Kasım sabahı herkes uyurken yollar çamur deryasına dönmeden evden çıkmanın hayâlini kurmuştum. Sevgili anneciğimin bana bıraktığı nakışlı mendilini alıp uzaklaşmak istemiştim buralardan. Ustamın yanına gitmeyi, çok uzun süredir birbirimize yakınmışız gibi onunla konuşmayı dilemiştim. Ustam ile karşılaşmamız, işten ayrılmam benim hikâyemdeki sadece bir bölümden ibaretti. Fikirleri ve hayata bakışıyla beni kanatlarımı çırpamaya hazırlayacak o adamla tekrardan buluşmam gerekiyordu ve artık balıkla kuşun kavuşma vakti gelmişti.