Su almak ve biraz serinlemek için dere kenarına gitmek istedi. Dere uzakta olduğu için atıyla gitmeyi düşündü; böylece yolda bir tavşan ya da bir keçi görürse, su testisiyle birlikte kolayca taşıyabilirdi. Uzun zamandır obalarına tek bir yağmur damlası düşmemiş, yapılan yağmur dualarına rağmen toprak kurumaya başlamıştı. Yakındaki dere de yoğun kullanımdan dolayı kuruma tehlikesiyle karşı karşıyaydı.
Alpkutay, su testisini almak için otağlarına girdi. Annesi Aybike ve kardeşi Ayça içeride oturup bir yandan da akşam yemeği için hazırlık yapıyorlardı. Ayça, ağabeyini görünce sevinçle yerinden fırlayıp abisine sarıldı. Alpkutay çok severdi kardeşlerini; kardeşleri de onu sever, sayarlardı. Annesinden testileri aldıktan sonra; otağın dışına, atların yanına çıktı. Eyerini de yerleştirip atına binmeye hazırlandı. İçinde garip bir his vardı, dün gece garip bir rüya görmüştü, rüyanın içeriğini hatırlamıyordu ama rüya ona çok farklı hissettirmişti. O rüyadan uyandığından beri içi içine sığmamıştı. Güneş doğmadan önce uyanmış bir daha da uykuya dalamamıştı. Rüyasını hatırlamaya veya neden böyle hissettiğini anlamaya çalışmıştı, ancak cevabını bulamamıştı. Rüyayı birkaç saat sonra unutacağını kanısına vararak kendini bir de bu düşünceler yüzünden sıkmak istememişti. Obanın su sıkıntısı ve kuraklıktan dolayı azalan yiyeceklerden dolayı herkes gergindi, bir de bu sanrısını birine anlatıp gereksiz bir huzursuzluk çıkarmak istemedi.
Eğer olacakları bilseydi; herkesi meydana toplar, ne yapar ne eder kendisini dinletirdi. Eğer geçmişe gidebilseydi, haberi rüyasında verilen felaketin işaretlerini doğru okuyabilseydi… Bu düşünceler, sonraki yaşamında hep içinde bir ukde olarak kaldı ve en büyük pişmanlığı oldu.
Atın üstünde az gitti uz gitti, dereye vardı ancak dereyi bulamadı. Derenin olması gereken yerde, karşısında bir dağ yükseliyordu. Önce yanlış geldiğini düşündü, etrafa bakındı. Burası kan kardeşi Yaldıray’la gelip testilere su doldurdukları dereydi. Dereyi bulduktan birkaç gün sonra fark ettikleri kayın ağcına obalarının işaretlerini kazımış, analarının kendileri için hazırladığı aşı yemişlerdi. İşaret de ağaç da yerli yerinde duruyordu.
Tam o anda aklına rüyası geldi. İçindeki bu garip hissiyatın, derenin yok olmasıyla bağlantılı olduğunu düşündü. Ne yapacağını düşündü, şimdi geri dönemezdi, otağa su götürmesi lazımdı. Dağın, kuruyan dereyi de içine aldığını ve en azından küçük bir göl bulabileceğini umarak. Dağa çıkmaya karar verdi, yayan mı gitmeli yoksa atını da mı götürmeliydi?
Atıyla dağı tırmanmaya karar verdi. Dağ oldukça dik duruyordu ancak testiler boş olmasına rağmen suyla o kadar yolda taşıyamayacağı kadar ağır olduğundan atını götürebileceği yere kadar yanında götürmeyi böylece testileri taşırken zorlanmamaya karar verdi.
Az gitti uz gitti ama bir türlü dağ yamacına varamadı. Ne gariptir ki dağ, Alptugay’a gitgide bir ova gibi görünmeye başladı. Sanki yürüdükçe yokuş ortadan kayboluyor, dağ ona bir düzlük oluyordu. Bir süre sonra atının yorulduğunu ve susadığını fark etti. Kendi de çok susamıştı ama yanındaki suyu temkinli kullanmalıydı. Babasının Alptugay’a yaş günü için verdiği yol arkadaşına suyu içirmek için temkinli bir şekilde indi. O anda önünde bir şelale olduğunu gördü. Şaşkınlıkla sevinç arasında kaldı, atının üzerindeyken böyle bir şelaleyi nasıl fark etmemişti?
Susamışlığın ve şaşkınlığın verdiği güçle koşmaya başladı. O koştukça şelale uzaklaşıyor, ne kadar yaklaşmaya çalışsa da daha da geriye gidiyordu. Gücü tükenmiş halde yere yığıldı, o an şiddetli bir rüzgar koptu. Önüne ne var ne yok kattı, götürdü. Alptugay bir baktı ki dağ da babasının yadigarı atı da rüzgarla birlikte savrulmuş, yok olmuştu.
Olduğu yere yığılmış kalmış, yorgunlukla gözlerini kapatmıştı. Uykuya dalarken bir karatı belirdi karşısında, adım adım yaklaşmaya başladı. Alptugay kaçmaya çalışıyor ama yerinden kıpırdayamıyordu. Karanlık yaklaştıkça yaklaştı, nerdeyse onu içine katacaktı. Karanlık üstüne gelirken Alptugay korkuyla avazı çıktığı kadar bağırmaya çalıştı, belki yüksek sesten korkup geri kaçar diye. Ama sesi çıkmadı, bir kere daha bağırmayı denedi ama yine sesi çıkmadı. Son kez, can havliyle bağırmaya çalıştı, o anda karanlık ona iyice yaklaşmıştı, karanlık tam üzerine kapanacakken Alptugay tüm gücüyle son kez bağırmayı denedi. Alptugay’ın sesi çıkmış çıkmasına ancak bir insan bağırtısı değil, kurt uluması duyuldu.
O an karanlık dağılmış, yok olmuştu. Alptugay şaşkınlık içindeydi, sesin kendisinden çıktığına emindi. Ama nasıl olup da bağırışı bir kurt ulumasına dönüşebilmişti, yanlış mı duymuştu? Hayır, hayır… Oldukça emindi o ulumayı duyduğundan. Bunları düşünürken yanına yaklaşan gölgeyi fark etmedi.
Bir hışırtı duyunca arkasını dönmek istedi. Bedenini saran bilinmez bir ağırlık onu adeta zincire vurmuştu. O sırada gölge konuştu:
“Gözlerin görmeye değil, kulakların duymaya,
Senin su aramaya değil, yurt bulmaya ihtiyacın var.
Yağmur size değil, siz yağmura gelin.
Gözler kapalıysa, kulaklar duyar; kulaklar kapalıysa ruh işitir.
Alptugay az gitsin uz gitsin yeli takip etsin.
Yel dindiğinde dua etsin, duası bittiğinde Gök’e dönsün.”
“Bu sana son uyarım, sözlerime kulak ver”
Alptugay bu sesi tanıyordu. Dün gece rüyasında bu ses konuşmuştu, aynı şeyleri söylemişti. Sonunda rüyasını hatırlamıştı. Nereye gideceğini, yelin ne zaman çıkacağını, bu sesin; gölenin kim olduğunu ve neden onu kurtardığını, ağzından neden kurt uluması çıktığını sormak istedi. Fakat henüz tek bir kelime edemeden boğazı kurudu, havası tükendi, boğuldu.
Alptugay, bir çırpınışla uyandı. O an bir tek şeyden emindi: Bu rüya ona bir çağrıydı. Obalarının kahramanı Büyük Bey‘in dediği gibi:
“Eğer bir yere acı varacaksa, kurtuluş önceden kulağa fısıldanır.”
Gölgeden yükselen ses içine işlemişti, sanki zihninde yankılanıyordu sürekli. Ne yapacağını bilmiyordu ancak içindeki bir his, bu sözlerin kaderini değiştireceğini söylüyordu.
Alptugay ayağa kalktı bir de baktı ki derenin yanında kayın ağacının gölgesinde yatıyor. Atı ağaca bağlanmıştı, testiler de suyla dolmuştu. Atın hemen yanında tavşan ve geyik eti duruyordu. Bunların gölge tarafından ona bırakıldığını anladı. Kana kana sudan içti, ömründe böyle güzel su tatmamıştı, pişmiş etten bir lokma aldı, ömründe böyle güzel et yememişti. Ayağa kalktı, kendini hiç bu kadar güçlü ve dinç hissetmemişti.
Atına bindi, sürdü sürdü… Az gitti, uz gitti, sonunda obaya vardı. Ancak gördüğü manzara karşısında yüreği titredi. Oba mahşer yerine dönmüştü. Hemen annesine kardeşlerine koştu, obada kimse yoktu.
Çaresizce, dizlerinin üzerine çöktü. Tam o anda güçlü bir yel esti, ne var ne yoksa alıp götürecek gibiydi. Ardından dağları yıkacak bir fısıltı yükseldi:
“Er yolunu bulamazsa, yel onu bulur,
Er gücünü bulamazsa, Gök’ler onu bulur”
Alptugay atına atladı, yularını eline almadı. Yel onu varacağı yere götürecekti.
Az gitti, uz gitti… Birden durdu kaldı. Etrafa bakındığında, bir topluluğun obadakileri bağlayıp götürdüğünü gördü. Esirleri süren atlılardan biri dikkatini çekti, tanıdık bir yüzdü. Küçüklüğünden beri hiç anlaşamadığı, annesinin söylediğine göre aynı gün doğduğu Togay.
Alptugay güneş doğarken dünyaya gelmişti. Gözlerini açtığında, kurtlar ulumuş. Togay ise o gecenin karanlığında, etrafı göz gözü görmeyen bir sis çökmüşken doğmuş.
Togay obasına ihanet etmişti. Alptugay bir şey yapmalıydı ancak tek başına onlarla savaşması imkansızdı. Bir anda sözler aklına düştü, dua etmeye başladı. Bir yel daha yükseldi ve ormanı inleten yüksek sesli ulumalar duyuldu. Bir kurt sürüsü Alptugay’ın ardında belirivermişti. Bir an korktu Alptugay ancak gözlerini kapatıp dinlediğinde. Kurtların onu izlediğini ve emir beklediklerini anlayınca atını Togay ve adamlarının üzerine sürmeye başladı.
Kurt sürüsünün geldiğini gören adamların birkaçı kaçmaya çalıştı ancak kaçamadan kurtlar onları yakaladı. Kurtlar, esir düşen oba sakinlerinin iplerini parçalamaya başladı. Oba halkı birer birer kurtulurken Alptugay, Togay’ın peşine düştü. Onunla karşı karşıya geldi. Aynı gün doğmuş, aynı aşı paylaşmış iki düşman kılıcını çekmeden önce Alptuga:
“Neden kendi obana ihanet ettin, neden yaptın bunu?”
Togay ona cevap vermedi, birden kılıcını kaldırıp Alptugay’a saldırmaya kalktı. Ancak Alptugay bunun önceden sezmişti. Kılıcını çekti ve rakibini alt etti.
Geri döndüğünde kurtların obadakilere yardım ettiğini gördü. Herkesi çözdükten yaralı ve yaşlıları atlara bindirdiler.
Kurtlar uludu, yel esti. Alptugay ve obası peşlerine kurtları da katarak yeni bir yurt bulmak için göğün çizdiği yolu takip etti. Çünkü “Er gücünü bulamazsa, Gök’ler onu çağırırdı.”