Küçük Ağa Ankara'da
Yazar: Tarık Buğra
Her Başlangıç Yeni Bir Bitiştir
Tarık Buğra’nın Küçük Ağa Ankara’da isimli eserini topluluğumuz ile temmuz ayında okuduk. Küçük Ağa romanının[!] devamı niteliğinde ilerleyen eseri okumak oldukça kolaydı. Yazar, vermek istediği iletiyi ilk anlatıda dile getirdiği için zihnimde herhangi bir soru işareti bulunmadan eseri tamamladım.
Tarık Buğra, Küçük Ağa Ankara’da isimli eserinde Kuvâ-yi Milliye’nin toplum üzerindeki etkilerini yansıtmıştı. Hoca, hekim ve toplumun geri kalanı Kuvâ-yi Milliye’yi nasıl biliyordu? Eserden de hareketle şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; Halk neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyor ve alışılagelmiş düzenin dışına çıkmak istemiyordu. Bu yüzden de her şeye karşı çıkıyor ve kendi içinde çatışma yaşıyordu.
Küçük Ağa Ankara’da isimli eserde yazarın simgesel bir anlatım yaptığını düşünüyorum. Bu tespiti yapmamın asıl sebebi ise: İstanbullu Hoca ve Emine arasında yaşananlardır. İstanbullu Hoca Akşehir’e geldiği zaman bekârdı fakat daha sonra Emine ile evlendi. Hoca köye geldiği zaman Kuvâ-yi Milliye’ye de karşıydı. Halka özellikle bu hususta hutbeler veriyordu. Lakin daha sonra düşünceleri değişti. Evlilik ve hocanın düşüncelerinin değişimini bir başlık altında inceleyebiliriz. İki olayın da aynı çizgi üzerinde yan yana durduğunu düşünelim. Evlilik ve Kuvâ-yi Milliye kavramlarını bir terazide dengelemeye çalışalım. Bu terazide zaman zaman sarsılmalar yaşandı çünkü Kuvâ-yi Milliye çoğu zaman ağır geldi. Bir zaman geldi ki denge tamamen bozuldu, Emine hamile kaldı ve dünyaya bir bebek getirdi. Aynı esnada İstanbullu Hoca Küçük Ağa olma yolunda ilerlemişti. Yani bebek doğarken aslında romanımızın asıl kahramanı İstanbullu Hoca yazar tarafından öldürüldü. Dünyaya kimsesiz bir bebek geldi ve İstanbullu Hoca okuyucuya da veda etti. Peki daha sonra ne oldu? Küçük Ağa rüştünü ispatladı ve “ağa” unvanına yükseldi. Fakat bu unvan Ağa’yı ailesinden ayırdı. Ya da hiç sahip çıkamadığı ailesi mi demeliyim?
Hikâyemizin sonunda Emine İstanbullu Hoca’dan bir parça bırakarak Akşehir’den bir daha hiç geri dönmemek üzere ayrıldı. Eserdeki kahramanlar Mehmet’i “Küçük Ağa’nın Mehmed” diye çağırsalar da o İstanbullu Hoca’nın oğluydu ve her bitiş aslında yeni bir başlangıçtı.
-Aslı Aksoy
Kuvâ-Yı Milliye: Kuruluşuyla Olduğu Kadar Kaldırılışıyla da Vatana Hizmet Eden Örgüt
Millî Mücadele kimi yanlı ve yanlış söylemlerin aksine ne yalnızca bir “Türk-Yunan Savaşı”dır, ne de yalnızca Birinci Dünya Savaşı’nın devamı niteliğindedir. Millî Mücadele bir inkılâptır ve bu inkılâp bünyesinde Türk-Yunan, Türk-İngiliz savaşlarının yanı sıra çok daha karmaşık iç ve dış çatışmalar barındırır. Tarık Buğra Küçük Ağa Ankara’da isimli eseriyle Türk İnkılâbı’nın çatışmalarına bir kurgu ile hikâye tadında değinmiştir.
Tarık Buğra’nın eserinde ele aldığı çatışmalar;
1- Gayrimüslim-Devlet
Gayrimüslim Osmanlı halkının savaş esnasında gelecekte hangi devletin vatandaşı olacağına karar verme ve sadakat sorunu.
2- Kuvâ-yı Milliye-Kuvâ-yı İnzibatiye
Türk milletinin işgalciler karşısında takınacağı tutum ve Kuvâ-yı Milliye ile Ankara tarafında mı yoksa padişah-halife tarafında mı yer alacakları sorunu.
3- Kuvâ-yı Milliye-TBMM
Zaferin Kuvâ-yı Milliye ile mi yoksa düzenli ordu ile mi kazanılabileceği sorunu.
4- Millici-İttihatçı
Birinci Dünya Savaşı’nın kaybından sorumlu tutulan ve savaş suçlusu kabul edilen İttihatçıların tasfiye edilmesi sorunu.
5- Millici-Hilafetçi
Meclisteki farklı dünya görüşlerine sahip mebusların zafer sonrası tutumları sorunu başlıkları altında toplamak mümkündür.
Tarık Buğra eserinde Kuvâ-yı Milliye-TBMM çatışmasını diğer başlıklara oranla daha belirgin bir şekilde ele aldığı için bu konuya biraz değinerek diğer başlıkları sizin tahlilinize bırakıyoruz.
Kuvâ-yı Milliye Anadolu’nun işgal edilmesine erken bir tarihte, kararlılıkla ve ivedi bir şekilde tepki gösteren efeleriyle yalnızca Yunan ilerleyişini yavaşlatmamış aynı zamanda Türk milletinin işgallere karşı topyekûn bir silahlı mücadeleye girme gönüllülüğünü göstererek Millî Mücadeleye fikri ve askeri temel sağlamıştır. Bununla birlikte tarih ders kitaplarında da öğrencilere anlatıldığı gibi Kuvâ-yı Milliye düzenli Yunan ordusunu Anadolu’dan çıkartacak kesin bir zafer kazanacak niteliğe sahip değildir, zira düzenli bir orduyu ancak yine düzenli bir ordu yenebilecektir. Tarık Buğra eserinde İstanbullu Hoca vasıtasıyla Kuvâ-yı Milliye’nin her açıdan ulvi ve mukaddes fakat yetersiz direnişini değerlendirmekte, tarih ders kitaplarına da geçen zayıf yönünün yanı sıra bambaşka zaaflarının da altını çizmektedir.
“Çerkeş Etem Bey ne idi? Bir hiç. Bir kuvvet topluluğu, yani, evet, bir hiç. Küçük Ağa bu inanışın insafsızlık olmadığını iyice anlamak için koskoca devlet ordularının yenilip yok edildiği savaşları ve o devletlerin yeniden doğuşunu düşünüyordu. Demek ki önemli olan kuvvet birlikleri değil, düzen idi. İşte o parlak, o dağ gibi Osmanlı ordusu bir hiçe dönmüştü. Fakat işte o göz kamaştıran tarih ışıltısının, o büyük düzenin ordudan, kuvvetten ibaret olmadığı bir kere daha ortaya çıkmak üzere bulunuyordu ve bu da elbette Çerkez Etem Bey yüzünden olmuyordu.
Tam tersine, bu başarı da, daha öncekiler gibi, Çerkez Etem’lerin kendilerini de yaratan o büyük, o aziz düzenin eseri idi ve Etem Bey bunun farkına varmazken, Ankara o düzen’in şuuru ve yürütücüsü görünüyordu. Etem Bey küçük -veya büyük- galebelerin peşinde koşarken, Ankara son ve kesin zaferden de önce o millet ölümsüzlüğünün büyüsü olan düzen için çalışıyordu.
Küçük Ağa seziyordu ki, Çerkez Etem anlayışının zaferi vatanı derebeylik kavgalarına, o değilse bile post entrikalarının o kadar eritici, o kadar yıpratıcı keşmekeşine götürecek; Ankara’da görülen anlayış ise tam bir kuvvet zaferine ulaşmasa bile, o besleyici, o geliştirici Osmanlı düzeninin kurtuluşu, yeniden yürürlüğe girişi olacaktı.” (440)
-Gürcan Sağlam
Asıl Savaş Zafere Ulaştıktan Sonra Başlar
İngiliz gazeteci Brailsford: “İnsan için asıl harp, harp bittikten sonra başlar.” diyerek savaşların ardında bıraktığı yıkımın etkisini anlatmaya çalışıyor. Ancak Küçük Ağa ve Küçük Ağa Ankara’da romanlarını[!] okuduktan sonra Brailsford’un cümlesine farklı pencereden bakabiliyorum. Bahsettiğimiz iki kitapta da kahramanımız Küçük Ağa’nın savaşın nihayeti hususunda düşünceleri son derece açık bir şekilde okuyucuya sunuluyor. Kahramanımız, işgalcilerle çarpışmanın mutlak zaferle sonuçlanacağının farkında fakat kendi içimizde vereceğimiz savaşın sonucunu kestiremiyor. Peki, kahramanımız için asıl savaş ne anlam ifade ediyor?
Yazar okura iki kitapta da birbirinden farklı iki savaştan bahsediyor. Biri işgalcilere karşı yapacağımız savaş, diğeri ise işgalcileri yendikten sonra kendi içimizde yapmak zorunda kalacağımız savaş. İkinci savaşın şartı elbette ilk savaşın kazanılmasına bağlı. Küçük Ağa’yı tedirgin eden nokta da burası çünkü o, işgal kuvvetlerinin hezimete uğrayacağından emin. “Asıl savaş” diyerek nitelendirdiği, diğer savaşa odaklanmanın gerektiğini düşünüyor. “Zira Küçük Ağa inanıyordu ki, başlangıç bugünlerde değildi. Milletin yeni kaderi zaferden sonra başlayacak ve bu başlangıç Türkiye’nin hayatla savaşının, o sonsuz şakaya gelmez savaşın başlangıcıyla olacaktı.”
Küçük Ağa’nın henüz İstanbullu Hoca şeklinde tanındığı sıralarda, Hekim ile münakaşası esnasında söylediği: “Düşman üç mü, beş mi? Sen ona bir de kendini ekle ve dört de, altı de.” Sözleri Hekim’in fikir dünyasında yeni ufuklar açıyor ve sayfa 96’da Hekim, asıl savaşı kendi kendimize kazanmanın gerektiğinden bahsediyor: “Doğrusu da bu idi ve bu, Hoca’nın kastı için ne kadar doğru ise, Hekim’in benimsediği cephe için de o kadar doğru idi. “Eyvah ki savaşı önce kendi kendimize kazanmak zorundayız diye düşündü. Düşündü ki bunun da zoru vardı, çünkü savaşın sonucu savaşın kendisinden de önemliydi.” Daha sonra bu düşünceler Küçük Ağa’da da hâsıl oluyor. O da tıpkı Hekim gibi savaşı kendi kendimize kazanmamız gerektiğini düşünüyor. Kahramanımıza göre, içimizde düşmanın tarafını tutan bir biz, harekete muhalefet eden ve kendini hak gören bir batıl bulunuyor.
Alberto Bayo’nun şu sözleriyse Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’da tezahür eden düşünceleriyle örtüşüyor: “Zafere ulaştıktan sonra karşılaşacağınız en büyük tehlike, zaferi kazanmanın ta kendisidir. Yıkıcı günlerin ardından gelen bu zafer yeniliğin işaretçisidir. Yenilik karşısına her zaman muhalif toplar. Düşman kuvvetler ve onun hizmetindekiler bozgunu asla kabul etmeyeceklerdir. Bir yılanın ensesine basmak gibidir. Yılan zehrini size zerk etmek için sağa sola hareket edecek ve bacağınıza dolanacaktır.”
-Kadir Kadakal
29 Mayıs
İstanbullu Hoca Akşehir’e gelir. Gerçek ismi Mehmed Reşit’tir ama bu isim çoktan unutulmuştur. Henüz Hoca köye gelmeden ismine “İstanbul” katılmıştır. Adı çoktan unutulan hocanın Akşehir’e geliş amacı bellidir. Hoca, Kuvâ-yı Milliye’yi engellemek amacıyla görevlendirilmiştir. Kurtuluşu halifede ve saltanatta gören Hoca, bütün yüreği ve samimiyetiyle padişaha bağlıdır fakat Akşehir’de gördüğü Kuvâ-yı Milliye destekçilerinin de kendi görüşlerinde samimi olduğunu anlayacaktır. Tarık Buğra bu çelişki üzerine kitabını inşa etmiştir.
“Demek Mehmed Reşid Efendi, İstanbullu Hoca olarak ölmüş ve Küçük Ağa halinde dünyaya gelmişti. Ölüm tam bir ölümdü, doğum da yeni başlamanın bütün güçlükleri ile tam bir doğum. Mehmed Reşid Efendi, İstanbullu Hoca ile karısını, yüzünü görmediği oğlunu, ömrünce hazırladığı durumunu, yaşayış düzenini ve en önemlisi mizacını ebediyete vermişti. Şimdi de Küçük Ağa ile yeni hayat, bir düzen kurmanın, yeni bir mizaç ve kişilik edinmenin o zor didişmesini yapacaktı. Ve İstanbullu hocadan Küçük Ağa’ya bir miras kırıntısı kalmıyordu.” (369)
Mehmed Reşit, İstanbullu Hoca ile ölmüş ama Küçük Ağa halinde tekrar doğmuştur. Kitapta da bahsedildiği gibi İstanbullu Hoca’dan Küçük Ağa’ya maddi manevi hiçbir şey kalmamıştır. Küçük Ağa’mızın isminin iki kez değişmesi güçlü bir ihtimalle Tarık Buğra’nın bize kahramanın kişisel özelliklerinden ziyade toplumsal bilinçle eserde yer aldığını göstermek istemesinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle kulağına üflenen ismin eserde sadece bir iki kez geçmesini ve İstanbullu Hoca iken fikirlerinin değişmesi ile Küçük Ağa’ya dönüşmesini açıklayabiliriz.
İstanbullu Hoca iken vaaz esnasında söylediği “Sen Müslümansın ve Osmanlısın.” (95) cümlesi ile Küçük Ağa olduktan sonra “Sanki her şey yeniden başlıyordu, tıpkı 1071’deki gibi, tıpkı 1299’daki gibi.” (292) demesine de dikkat edilmelidir. Küçük Ağa, İstanbullu Hoca iken tarihte Osmanlı’dan öncesine geçemezken isim değişimi ve uyanışla birlikte Türk milletinin tarihinde önemli bir yere sahip 1071 yılını dile getirmiştir.
Başkahramanımızın uyanışı ile Türk ruhu yeniden kendini göstermiştir. İstanbullu Hoca’dan Küçük Ağa’ya evrim, birçok şeyi geride bırakmayı gerektirecektir. İstanbullu Hoca kendini aşmanın acısını ruhunda duyacak ama milletin ruhuyla bütünleşerek ilerleme gayreti içerisine girecektir.
-Elif Küçük
Eserde Geçen Yabancı Kelimeler
Doktor | 138 | Etiket | 3 | Başkumandan | 2 | Kanal | 1 | Fasikül | 1 |
Kumandan | 68 | Tempo | 3 | Frenlenmek | 2 | Lokomotif | 1 | Kaput | 1 |
Lamba | 16 | Jest | 3 | Not | 2 | Kompartman | 1 | Atom | 1 |
Grup | 14 | Net | 3 | Rol | 2 | Düello | 1 | Demagoji | 1 |
İstasyon | 11 | Vagon | 3 | Telgraf | 2 | Hangar | 1 | Sembol | 1 |
Kumanda | 10 | Dramatik | 3 | Telefon | 2 | Reaksiyon | 1 | Viraj | 1 |
Karakter | 8 | Milyon | 3 | Propaganda | 1 | Şarapnel | 1 | Telgrafhane | 1 |
Salon | 8 | Grafik | 3 | Badana | 1 | Alarm | 1 | Elastiki | 1 |
şans | 8 | İdeal | 3 | Paket | 1 | Mistik | 1 | Maniple | 1 |
ton | 8 | Fotoğraf | 3 | Koleksiyon | 1 | Minyatür | 1 | Alternatif | 1 |
Ekip | 7 | Fotoğrafçı | 3 | Dinamit | 1 | Mikroskobik | 1 | Blok | 1 |
Plan | 7 | dram | 3 | Veranda | 1 | Megaloman | 1 | Form | 1 |
Makine | 6 | Kongre | 2 | Organizasyon | 1 | Teknik | 1 | İskele | 1 |
Bomba | 6 | Formül | 2 | Şose | 1 | Mikron | 1 | Komik | 1 |
Tren | 6 | Posta | 2 | Zikzak | 1 | Fizik | 1 | Liste | 1 |
Trajedi | 5 | Pansuman | 2 | Koro | 1 | Motor | 1 | Mimik | 1 |
Kilometre | 5 | Komiteci | 2 | Politik | 1 | Kordon | 1 | Sürpriz | 1 |
Trajik | 5 | Protokol | 2 | Paralel | 1 | Mikrop | 1 | Tablo | 1 |
Portre | 5 | Marşandiz | 2 | Mareşal | 1 | Enerji | 1 | Külot | 1 |
Kabine | 4 | Okyanus | 2 | Pompa | 1 | Duble etmek | 1 | Politika | 1 |
Panorama | 4 | Konsol | 2 | Abluka | 1 | Normal | 1 | Psikolojik | 1 |
Otorite | 4 | İmparatorluk | 2 | Moral | 1 | Entrika | 1 | Tipik | 1 |
Lüks | 4 | Kontrol | 2 | Klişe | 1 | Gaz | 1 | Toplam | 513 |
Gri | 4 | Disiplin | 2 | Balkon | 1 | Detay | 1 | ||
Psikoloji | 4 | Taktik | 2 | Psikolog | 1 | Realite | 1 | ||
Panik | 4 | Politikacı | 2 | Enerjik | 1 | Depo | 1 |
*Eserde geçen anahtar, bomba, parola, patika, şapka, tema, manga, palaska, filinta, manevra, sako, fiyasko, manifaturacı, numara, pusula, patika, makine ve makineli kelimeleri ortak yaşam neticesinde dilimize girdiği için görece masum kabul etmekteyiz. Bu sebeple yabancı kelimeler dizelgesine dahil etmedik fakat sözlüğümüzde bu tür kelimelere de karşılık önermekteyiz. İncelemenizi tavsiye ederiz.
Sayfa başına düşen yabancı kelime oranı: 513 kelime / 250 sayfa = 2,052 kelime/sayfa
-Sezer Aydın
Alıntılar
“İyi yetişmemiş insanların ülkesinde düzen bir bozuldu mu; mağara devri, taş devri hortluyor. Bu bütün tarih boyunca böyle olmuş, böylece de gidecek.” (388)
“Zira, Küçük Ağa inanıyordu ki, başlangıç bugünlerde değildi; milletin yeni kaderi zaferden sonra başlayacak ve bu başlangıç Türkiye’nin hayatla savaşının, o sonsuz, şakaya gelmez savaşın başlangıcı olacaktı. Ve bu başlangıç hangi yöne tutturulursa öyle gidecekti.” (402)
“Siz seviliyor, methediliyorsunuz. Bir de sizi tanıdılar mı kıymetiniz bir kat daha artacak evleviyetle.” (459)
“Ankara bugün için tasnifi yapılmamış bir kitap deposuna benzetilebilirdi, karmakarışık bir yığınak hâlindeydi.
İnsanlar, insanlar, insanlar vardı; bunlar da ani bir göçten sonra bir salona doldurulmuş kitapları andırıyorlardı. Aralarında şaheserler bulunuyor; bilgi ve usûl verenleri, yardımcı-ları, fakat aynı zamanda da pek beyhudeleri, hattâ pek zararlıları da bulunuyordu. En faydalısının belki de bir cildi bu köşede, öteki cildi bambaşka bir köşedeydi, aralarında fasikülleri bile oraya buraya sıkışmışları olabilirdi. Ve asıl önemlisi hiçbiri bulunması gereken yerde değildi, o onun, o da berikinin yerini almıştı, bu şunun yanında olacak iken, gidip kendisiyle ilgisi ilişiği gösterilemeyecek birinin altına girmişti. Kısaca söylemek gerekirse, bu durumuyla ona bir değer biçmek güçten de fazla bir şeydi; insana imkânsız geliyordu.
Ama Küçük Ağa aynı sohbetten anlamıştı ki, bu karmakarışık şehirde, cephedekine eşit bir de tasnif, düzenleme çabası vardı. Ve bu yine cephedekine eşit bir ölüm-kalım önemi taşıyordu. Kolayca söylenebilirdi. Burada da -cephede olduğu gibi- Yunan vardı. İstanbul vardı. Kuvâyı Milliye vardı, ordu çekirdeği vardı.
Kuvâyı Seyyare ve çeteler vardı, hattâ bütün grafiği ve bu grafiğin buhranları ile birlikte İstanbullu Hoca vardı; hepsi de tasnifi kendine göre yapmak için didiniyor, sonucu kendi anlayışının yönüne çevirmek istiyordu. Kısacası savaş burada da aynı hızı, aynı karakteri taşımakta idi.
Kitaplar kendi köşelerini bulabilecek, her köşe kendi içinde doğru sıralamayı bulabilecek miydi? Bu mümkün müydü?
Küçük Ağa tam bir dua psikolojisi ile:
“Bu olmalıdır” diye mırıldandı. Zira kurtuluş, cepheden çok ve cepheden önce buna bağlı idi.Küçük Ağa bunu derin bir endişe ile seziyordu. Tarih bilgisi kuvvetli idi. Hâdiselerden hüküm çıkarabilecek bir kafası vardı. İçinde bulunduğu zamanın şartlarına takılıp kalan, toplumun fevkalâde anlarını yalnız kendi sınırları içinde değerlendirmeye kalkışan budalalardan değildi. Şimşek çaktı deyip geçmez, şu şu sebeplerden şimşek çaktı demeye çalışır ve aynı sebepler bir araya gelince şimşeğin yeniden çakacağını düşünürdü. Yani toplumu ilgilendiren hadiselerde de sebeplere inmeyi denerdi.
Bu yapısı içinde Küçük Ağa biliyordu ki, büyük sarsıntı ve çalkantı devreleri vurguncuları çok şiddetle ilgilendirmektedir. Vurgunla zengin olmak, emeksiz ve liyakatsiz mevki edinmek isteyenler böyle devrelerde pınarın başında kümeleniyorlardı. Böyle olunca da -kitapların tasnifi- post ve servet avcıları ile hakiki iyi niyet erbabının ayırt edilmesi çok güçleşirdi. Üstelik birinciler dalavere ile, hile ve iftira ile ikincileri yıpratmaya çalışır, savaşların en vahşisi, en kalleşi suyun altında, fakat gaddarlığı azalmadan, ara vermeden devam eder giderdi.
Ayrıca bu keşmekeşin içine karşı kuvvetlerin sızdırdığı fitnecileri, fesatçıları da hesaba katmak gerekiyordu.
Yemekten sonraki sohbetin bilhassa bu tehlikelere dokunan kısımları Küçük Ağa’yı tedirgin etmişti. Hiç de iyi ısınmayan odasında, üstüne kaputunu da attığı yorganına sımsıkı sarılmış, kalıp gibi yatarken bütün bu endişelerden sıyrılıp gelecek günlerin, vatan istikbalinin ne olabileceğini düşünmeye çalışıyordu. Bu boşuna çaba sinirlerini adamakıllı germişti.
Boşuna çaba, zira Ankara’yı saran keşmekeşin kaderini kestiremedikten sonra gelecek için ne söyleyebilirdi? Önemli olan, bu şehirdeki gizli savaşın nasıl biteceğini kestirebilmekti.
Küçük Ağa sarsılmaz imanı ile, eninde sonunda, zar zor olsa da, mutlaka fakat mutlaka iyinin, doğrunun ve haklının kazanacağına inanıyordu. Büyük tereddüdü kazanç cephe-sine sızacak kötülüğün ve kötü ihtirasların nispetini kestirememekten doğmakta idi. Bu sızıntı ona sürmekte olan kalleş savaştan da korkunç geliyordu. Çünkü bu sızıntı zaferin sömürülüşü, kemirilişi ve hedefinden uzaklaştırılışı olacaktı.” (460)