Biz bir bebek gibi emekleyerek evreni keşfetmeye çalışıyoruz. Bir adım atıp sıramızı bir sonraki adımı atacak kişiye devrediyoruz. Düşünün, geçmişten günümüze her bir bilim insanı, insanlık için büyük, evren için küçük bir adım attı ve sırasını devretti. Geçmişten günümüze atılan bu adımlar sayesinde şu an bu yazıyı bilgisayardan veya telefondan[!] okuyabiliyor, telefondan istediğimiz kişilere ulaşabiliyor, merak ettiğimiz şeyleri arayıp öğrenebiliyor, araçlarla çok uzak yerlere seyahat edebiliyor ve geçmişte hayal dahi edilemeyen nice şeyi yapabiliyoruz. Bir zincir oluşturmak istiyorsanız halkaları sırayla birbirine geçirmeniz gerekir, halka sayınız ne kadar fazla olursa zinciriniz bir o kadar uzun olur. Zincirin bir halkasına birden fazla halka taktığınız zaman ise zincir dallanır ve birden fazla kola sahip olur. Bilim insanları da attıkları adımlarla zincirin dallanan ve uzayan kolları gibi bilimin gelişimini hızlandırdılar ve tarihe izler bıraktılar. Bu izlerde ilham bulan insanlık ise yeni adımlarla yeni izler oluşturdu.
Peki, sizce bilim yeterince hızlı gelişiyor mu? Sizi Mars’ta bakteri[!] kalıntısı bulma fikri mi yoksa bilim kurgu filmlerindeki[!] gibi uzaylılara karşı ışın kılıçlarıyla savaşma fikri mi heyecanlandırıyor? Beni Mars’ta bakteri kalıntısı bulma fikri heyecanlandırıyor. Bir gün biz de gezegenimizin yüzeyinde izler bırakarak ortadan kaybolabiliriz. 1973 yılında dönemin en iyi araştırmacıları tarafından bir üstün [süper] bilgisayar tasarlanmıştı. İnsan uygarlığının geleceği hakkında tahminler yürütmesi için tasarlanan World One isimli bu üstün bilgisayarın şu ana kadar birçok öngörüsü gerçekleşmiştir. World One’ın yeni öngörüsü ise şöyledir, herhangi bir önlem alınmadığı takdirde 2050 yılına kadar iklim değişikliğinden kaynakların tükenmesine ve uygulayım bilimine aşırı bağımlılığa kadar birçok nedenden gezegenimiz kirlenecek ve uygarlığın sonu gelecek. Belki siz de benim gibi 2050 yılı gibi yakın bir tarih duyduğunuz için şaşırmışsınızdır ya da ne kadar karamsar bir gelecek öngörüsü diye düşünmüşsünüzdür. Ancak kendi kendime soruyorum, bu tahminin aksini iddia edebilir misin? Dünyamızı geçelim, yaşadığımız yakın çevreyi korumak, güzelleştirmek ve yaşatmak için ne yapıyoruz ki? Yüzlerce yıl sonra başka bir gezegenden bir uzay aracı dünyamıza gelip eskiden burada büyük bir su birikintisi varmış mı diyecek? Bu düşünce tüylerinizi diken diken etmiyor mu?
Birileri, böyle davranmaya devam edersek ki devam ediyoruz, dünyanın sonunun çok yaklaştığının farkında ve bu nedenle yaşamını evrene yaymak istiyor. Gerek insan oğulcukları [embriyo] uzaya bırakılarak gerek yaşam olabilecek gezegenlere göç etmeye çalışılarak gerek ise evren, sırrı çözülüp himaye altına almaya çalışılarak sonun nasıl değiştirilebileceği araştırılıyor. Her canlıdaki gibi insanda da hayatta kalma ve neslini devam ettirme içgüdüsü mevcuttur. Peki, siz hangi yolu denerdiniz? Güneş düzeneğini denetim altına alıp dünyamızı milyonlarca[!] yıl ayakta tutmak mı yoksa evrenin sırlarını çözerek bütün evreni denetim altına alıp tüm evrende milyarlarca[!] yıl yaşamak mı istersiniz? Sizin için ölümsüzlük iksiri bulmak mı yoksa koşut [paralel] evrenler arası yolculuk yapmak mı daha iyi olurdu? Bu yazdıklarımın gerçekleşebileceğine inanıyor musunuz? Bir şeyler yapmazsak ya da bir şeyleri değiştirmezsek dünyanın sonunun geleceği ne kadar gerçekse koşut evrenler, ölümsüzlük iksiri gibi kavramlar da bir o kadar gerçek, imkânsız diye bir şey yok. Gerçekleşmesi imkansız gibi görünen bu kavramlar üzerine 1964 yılında gök bilimci [astronom] Nikolay Kardaşev, Kardaşev ölçeğini ortaya sunmuştur. Evrenkent Kalemleri Dergisi’nin “Medeniyet” üst başlıklı yedinci sayısında Kardaşev ölçeğini ayrıntılı bir şekilde incelemiştim. Konuyu merak edenlerin eski sayılarımızı ziyaret etmelerini rica ederim.
Bizim medeniyetimiz ardında bir iz bırakarak dünyadan ve evrenden silinecek mi, yoksa ebedi yaşamın içinde iz bırakmaya devam mı edecek? Bu soruları cevaplamak güç olsa da sorgulamak ve sormak zorundayız.
Bana göre medeniyetimizi ileri seviyelere taşımak oyunu kuralına göre oynamaktan geçiyor yani işin sırrı evrenin düğümlerini [şifre] ve dilini çözebilmekte saklı. Ufakların dünyasını anlayabilmek, davranışlarını çözümleyebilmek, yapı taşlarını ve yapı taşlarının da yapı taşlarını denetim altına alabilmek bizim düğümü öğrenmemizi sağlayacak. Birçok ülkenin milyar dolarlar harcadığı ve on binden fazla bilim insanının görev aldığı “Büyük Hadron Çarpıştırıcısı” tam da bu sebepten ötürü kuruldu. 27 km[!] uzunluğundaki bu devasa deney geçidinin temel amacı iki öğeciği [atom]çarpıştırarak yapay bir “büyük patlama” oluşturmaya çalışmaktır. Büyük patlamadan hemen sonra ögecikler nasıl oluştu? Ögeciklerin tuhaf davranışlarını denetim altına alabilirsek biz de istediğimiz öğeciği üretebilir miyiz? Ögecikler arasındaki inanılmaz kuvveti kullanabilirsek bir kilo[!] demir ile bütün bir ülkenin yüz yıllık erke [enerji] ihtiyacını karşılayabilir miyiz? Madde ile erke arasındaki bağlantıyı denetleyebilirsek erkeye dönüşebilir miyiz? Evrenimizin %3,6’sı maddelerden oluşuyor, geriye kalan karanlık erke ve karanlık madde bağlantılarını çözümleyebilecek miyiz? Bu sorular gibi cevap bekleyen yüzlerce soru ve kuram mevcuttur. Bir uzay gemisine atlayıp dünyadan kaçmak hiç de kolay değil. Stephen Hawking, Albert Einstein, Richard Feynmann, Erwin Schrödinger, Heisenberg gibi birçok düşünürün ve bilim insanının uğrunda bir ömür harcadığı, birbirine adeta bir zincirin halkaları gibi bağlı dava günümüzde hâlâ bilinmezlikleriyle devam etmektedir. Bir gün hafif esintili bir havada rüzgâr yüzünüze dokunup geçtiğinde rüzgârın aslında yüzünüze çarpan ögecikler olduğunu düşünmeye ve hissetmeye başlarsanız sizler de benim gibi bilimin sihrine kapılmışsınız demektir.
(Derginin On İkinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)