İçeri hızlıca girmeye çalıştı, bugün fazlasıyla yorucu bir gündü. Yağmurlu günleri severdi ama ıslanmayı sevdiği pek söylenemezdi. Kahvesini alsın, pencerenin karşısındaki kahverengi koltuğuna otursun, ona kimse dokunmasa yıllarca oturur kalırdı. Yağmurlu günler, güzel anıları; geçmişi düşünmek ve bu hayat telaşı içinde soluklanmak için bir armağan gibi gelirdi ona. Bugün dışarı çıkması gerekmişti, katılma zorunluluğu olan bir sınav olmasa yağmurlu günler için gelenek haline getirdiği izlencesini asla bozmazdı. Yine de erkenden eve gelebildiği için mutluydu. Şimdi elini, yüzünü yıkar; hemen kahvesini yapmaya koyulur, bir tane kitap seçer ve hayatın tadını çıkarırdı.
Kahvesini yapmak için kahve kutusunu eline aldığında taze çekirdek kokusundan annesinin kahveyi daha yeni çektirdiğini anladı. Talih ondan yanaydı bugün, kimse keyfini bozamazdı. Kahvesi hazır olunca kitaplığın önüne gitti. Bu kitaplık üç kuşağın izini taşıyıp onun önüne diziliyordu. Bazı kitaplarda üç kuşağın yani annesi, anneannesi ve büyük dedesinin karalamaları yazılıydı. Onların aynı satırları okurken neler hissettiğini görmek, hayatlarından bir parçanın muhtemelen onun yaşlarındayken sayfalara döküldüğünü bilmek, satırları okumaktan daha zevkliydi. Eline yeni bir kitap aldı, kapağı yoktu, başlığının bulunduğu sayfa da koparılmıştı. Böyle eski ve birikimli bir kitaplığa sahip olmak güzel olmasına güzeldi ancak eşyalarının yıpranmasına katlanamayanlar için bazen can sıkıntısı olabiliyordu.
Ufak bir serzenişte bulundu, dedesi “Kitabı kapağına göre yargılama!” derdi. Gençlik zamanında bir arkadaşının ona bu konu hakkında ders vermesi üzerine bu düşünceyi uygulanabilecek her alanda engellemeye çalışmış, muhtemelen kitabın kapağını da o yüzden yırtmıştı. Sevdiği kitapların kapağını yırtardı, sevmeyeceği kitapların kapaklarının güzelliğine kanıp zamanını onlara harcamamasını hatırlaması için bir arkadaşı öyle yaparmış. Dedem bunu duyduktan sonra arkadaşıyla anlaşıp birbirlerine kapakları yırtık kitaplar vermeye başlamışlar. Yani dedesinin meşhur arkadaşının armağanlarından biriydi elindeki, o daha var olmadan önce hayat silsilesi içinde tozlu raflarda kaybolmuş kitap.
Kahvesinden bir yudum aldı ve kitabın ilk sayfalarını okumaya başladı.
“Günler ne çabuk geçiyor, derdimiz tasamız yokken kendimizi büyütmeye hevesleniyoruz. Oyuncaklarımızla oynarken, hayat o kadar yalın ve duru gözüküyor ki; bir an önce büyüyüp kendimize büyüklerin dünyasında yer tutmak istiyoruz. İnanıyoruz ki, hayallerimizin gerçekleşmemesinin tek müsebbibi hayallerimizi gerçekleştirmeye yetmeyen yaşımız. Oysa nasıl bir düzene ayak uyduracağımızı bile bilmiyoruz.
Düzensizliğin içindeki düzenin bizi nasıl boğacağından, küçüklüğümüze şikâyetin bir özleme dönüşeceğinden haberimiz dahi olmuyor. Bu karmaşık düzen bir kere bulaştın mı seni o kadar nefessiz bırakıyor ki, o kadar çok koşuşturuyor ki en başında öğrettiği yürümeyi hatta emeklemeyi unutturuyor.
Bize de böyle oldu, kendimizi unuttuk. Mutsuz, konuşmayan, tedirgin kişilere dönüştük. Bu hayat düzeni bizden önce coşkumuzu aldı, “Vaktimiz yok” diye önce ondan vazgeçtik. İlk zamanlarda küçük bir göz ardı edişti ancak bu küçük fedakârlık büyük bir zarara dönüştü. İlk zamanlarda küçük bir erteleyişti ancak bu küçük fedakârlık büyük bir zarara neden oldu. Mutlu olmayı, kendimizi önemsemeyi unuttuk. Kendimize yabancılaştık, çocukken kendi kendimize oyun oynardık; kendimizin en yakın arkadaşı olurduk. Oysa bu karmaşık hayat insanı en çok kendisine yabancılaştırıyor. En bilinmeyeni kendisi olan bir nesil, nasıl var olabilir, gelişebilir. Hayat yabancılaşmaya başlıyor, bize ufak ufak da uyarılar veriyor ancak biz kendimizi o kadar kaptırmışız oluyoruz ki bunu fark ettiğimizde üzerinden yıllar geçmiş ve artık benliğini hiç tanımayan ancak tanıdığından da bir o kadar emin olan insanlar oluyoruz. Kimse de fark edemiyor bu değişimi ne kendinde ne bir başkasında, çünkü yıllar ilerinden baktığında önemsiz sayılacak şeylerin peşinden koşturmakla geçiyor. Yaş almanın en sıkıcı kısmı bu sanırım, düştüğün yollarda başkalarının da takıldığını görmek ancak onların da zamanında senin yaptığın gibi uyarıları dinlemeyeceğini bilmek ve boşuna nefes tüketmemek.”
Oturduğu koltukta yavaşça doğruldu, hava kararmaya başlamıştı. Bu kısa satırlar ona o kadar uzun zamana mal olmuştu ki, gözleri kararmış sayfalara bakmaktan ağrımasa, bir saatten fazladır aynı satırı okuduğunu fark edemezdi.
Daha kitaba başlamamıştı ancak dedesinden kalan bu karalama ona yetmişti. Dedesi uzak bir yerde değildi ancak farklı bir şehirde oturuyordu. Doğrulduktan sonra ilk işi onu aramak oldu. Çaldı, çaldı ve çaldı. Sonunda dedesi hattın diğer ucundan
“Kızım, nasılsın? İyi misiniz!” diye telaşla sordu.
“İyiyim dede, iyiyim artık yürümeyi hatırlayabilirim.” diye cevapladı
Dedesi şaşkınlıkla ve sesi titreyerek,
“Okudun demek, benim karalamamı.” diye cevapladı.
“Evet dede, senin yazdığın o karalama bana yaşadıklarımı, yaşayacaklarımı düşündürdü.” dedi gülümseyerek.
“Biliyor musun? O satırları yazdığımda aslında hayatı sorgulamakla meşguldüm, takriben senin yaşlarındaydım. Hayat anlamsız gelmeye başlamıştı ve yazarken bu satırların sana ulaşacağını düşünmemiştim. Oysa sen doğduğundan beri bu kitabı ve o karalamalara ne zaman yolun düşer diye bekliyordum.”