Çocuk, oturduğu koltuktan “Baba! Bana verdiğin kitabın içinde bir suret [fotoğraf] buldum.” diye bağırdı. Karşılık gelmeyince bir kez daha seslendi. “Baba!” Yine bir cevap yoktu. Koltuğunu geriye itti, Kızıldeniz gibi yarılmış kitabın ortasındaki sureti eline aldı. Doğruldu ve ayağa kalktı. Söylenerek yürümeye başladı. “Bu adam da iyice ağır işitir oldu.” Bir yandan yürüyor bir yandan da elindeki surete bakıyordu. Meraklı gözlerle süzdü. “Acaba burası neresi?” diye kendi kendine sordu. Bir tıkırtı duyunca kafasını kaldırdı ve mutfağa doğru yöneldi. Mutfak kapısından içeri girerken tekrar “Baba!” diye seslendi. Babası, bir elinde demlik diğer elinde çay bardağı ile kapıyı gözetliyordu. “Efendim.” dedi. Çocuk, babasına biraz daha yaklaştı ve “Bu, verdiğin kitabın içinden çıktı.” diyerek sureti babasına uzattı. Baba, önce elindeki bardağı tezgâhın üzerine koydu. Ardından işlemeli ahşap sapından tuttuğu demlikle çayını doldurdu. Dilinin yanmaması için çayını hep az ısıtırdı. Gönül rahatlığıyla çayından bir yudum içti, bardağı yerine koydu ve “Ver bakalım neymiş.” diyerek oğlunun uzattığı sureti eline aldı.
Babası gündelik hayatta da pek gülmezdi ama sureti gördüğü an yüzü öyle bir düşmüştü ki tekrar eski hâline getirmek için kaldıraca ihtiyaç vardı. Baba mutfak masasının yanındaki sandalyeye yavaşça oturdu. Önce surete baktı. Ardından başını tavana dikti ve biraz düşündü. Çocuğunun yüzüne baktı, “Aklımdan neredeyse çıkmıştı.” dedi. Eliyle suretin ortasındaki kayığı göstererek “Issız ovanın ortasındaki bu yalnız sandal, bir zamanlar vefanın ve dostluğun simgesiydi.” dedi ve anlatmaya devam etti. “Bursa’nın Eskikaraağaç köyünde Âdem isimli bir amca vardı. Baba mesleği, Uluabat Gölü’nde balıkçılık yapardı. Onun için doğan her yeni gün, öncekinin benzeriydi. Fakat 2010 yılı hayatındaki tekdüzeliği alıp götürdü. Mart ayının bir günü Âdem Amca her zamanki gibi balık tutmak için göle açıldı. Diğer günlerin aksine o gün teknesine bir tanrı misafiri geldi. Bir leylek. Yaren leylek!” Şimdiye kadar söylediklerini tek nefeste anlatmış gibiydi. Biraz soluklandı ve devam etti. “Yaren’in bu ziyareti bir sonraki sene de gerçekleşti. Sonraki sene de. Ondan sonraki sene de. Adeta bir gelenek haline geldi.” Babanın yüzünde bir tebessüm belirdi fakat göz açıp kapayıncaya kadar kayboldu. “On altıncı senenin mart ayında Âdem Amca yine kayığıyla göle açıldı. Yaren’inin yolunu gözlüyordu. Bir gün bekledi. İki gün bekledi. Bir hafta… Bir ay derken yıl bitti. Yaren gelmedi. Âdem Amca umudunu kesmedi. Ertesi sene tekrar bekledi. Yine gelmedi.” Babanın gözlerinde belli belirsiz bir ıslaklık oluştu. “O yıl Âdem Amca hastalandı.” Artık dudakları titriyordu. Hüzünlü bir sesle “Maalesef gelecek seneyi göremedi.” dedi ve başını önüne eğdi. Çocuk ne diyeceğini bilemedi. Yutkunarak, zor bela “Bu… Bu böyle… Bu böyle son bulmamalıydı baba.” diyebildi. Baba kafasını kaldırdı ve oğlunun gözlerinin içine baktı. “Ne yazık ki hayat, matematiğe[!] benzemiyor evlat. Gerçek hayatta ikiden bir çıkınca geriye hiçbir şey kalmıyor.” Ortamı kasvet bürümüştü. Sessizlik çöktü. Birkaç dakika sonra çocuk çekinerek “Baba sen bir gölden bahsettin ama bu surette su yok. Sadece karaya oturmuş bir sandal var.” diyebildi. Babanın yüzü iyice ekşidi. “O gölün hikayesi de Yaren’inki kadar hazindir. Âdem Amca’nın vefatının ardından yöre halkı göldeki suyu bitmeyecek, tükenmeyecek gibi kullandı. Sonraki yıllarda da yağmur yağmadı, kuraklık yaşandı. Geriye de ıssız bir tekne, bir hikâye ve bu elimdeki suret kaldı.”