Her canlı doğası gereği bir yere ait olmak ister. Barınma içgüdüsü ile insanlık tarihimiz boyunca, mağaralar ve kovuklardan; betonarmeler[!] ve göklere yükselen çelik binalara kadar birçok yeri yuvamız olarak benimsedik. Bir zamanlar doğanın bize vermiş olduğu güzellikleri kucaklarken, şimdilerde ise kendimizi bina yığınları arasında bir nokta olarak bulduk.
Mimarlık, “yapı kurma sanatı” gibi dar bir tanımla açıklanamayacak kadar çok yönlü bir alandır. Bir mimarın, tasarım ve uygulama süreci boyunca birçok farklı dalla, eş zamanlı olarak çalışması gerekmektedir. Yeri geldiğinde bir mühendis, yeri geldiğinde bir malzemeci, yeri geldiğinde bir elektrikçi[!] ve hatta yeri geldiğinde bir ruh bilimci gibi hareket etmek zorundadır. Yapılan tasarımlar, inşa edilen kentler bir insanın yaşam niteliğini [kalite] olumlu veya olumsuz yönde etkileyebilir. Bu nedenle tasarımcı, mimari eserinin insan ruhuna olan etkisini yadsımamalıdır.
Bir yapının dış görünümü, iç mimarisi, kullanılan renklerin ve eşyaların her biri tasarımı oluşturan inceliklerdendir. Yapılan tasarımlar “insan” etmeninden bağımsız düşünülemez. Eğer bir ev tasarlayacaksak, o evde yaşayacak insanların isteklerini göz önünde bulundurmalıyız. Tasarım sürecinde alınan kararlar, adeta bir dil gibi, birçok şey ifade edebilir. Bazen geçmişe duyulan hasreti, bazen geleceğe duyulan merakı anlatır bizlere. Mükemmel olanı hiçbir zaman tasarlayamayız çünkü mimarlık, farklı zevklerin ve fikirlerin tartışıldığı, öznel bir alandır. Kimine güzel ve doğru gelen, diğerine hiç de öyle gelmeyebilir. Bu nedenle ruhuna dokunulacak olan, o mekânı deneyimleyecek kişi ya da kişiler olmalı. Kullanıcısına ulaşamayan bir tasarım, başarılı bir tasarım sayılamaz.
Sokağa çıktığınızda siz de hissediyor musunuz? İnsanlar ne kadar gergin, soğuk ve ürkü [panik] içindeler. Elbet, bu durumun birçok sebebi var ancak ben burada mimarinin etkisine değinmek istiyorum. Nüfus artışıyla birlikte ortaya çıkan yanlış yapılaşmalar, büyük şehirlerde insanların küçük alanlara sıkışmasına ve huzursuzluklarının artmasına neden olmuştur. İnsanların yaşam şekilleri doğallıktan uzaklaştıkça, ruhsal sorunları artmaya başlamıştır. Çoğumuzun yaşadığı bölgelerde bir deprem olduğunda insanların evlerinden dışarı çıkarak toplanabileceği boş bir alan bile yok. Çok acı bir durum ancak yaşadığımız gerçek bu. Hepimiz isterdik, yemyeşil bir manzara karşısında, üzerimize üzerimize gelen binalar olmadan, kendi mahremiyetimizde yaşamak; istediğimizde insanlarla kaynaşabileceğimiz, temiz havayı soluyabileceğimiz, doğayı hissedebileceğimiz yürüyüşler yapmak. Ama birçoğumuzun yaşadığı çevre ne yazık ki buna elvermiyor. Peki, böyle bir çevrenin üzerimizde nasıl bir etkisi olabilir?
Yeni bir kavram olarak karşımıza çıkan sinir bilimsel mimari, [nöro-mimari] mimarinin insan beynine nasıl bir etkisi olduğunun araştırılması üzerine bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımda insan vücuduna takılan bazı cihazlar ile mimari eserlerin insanda yaratmış olduğu etki gözlenebilmektedir. Araştırmalara göre daha ayrıntılı, karmaşık cepheler insanlar üzerinde olumlu etki bırakıyorken, basit ve sıradan görünümlü cepheler ise insanlar üzerinde olumsuz etki bırakmaktadır. Cephelerdeki ayrıntıların artması insanın ruh halini iyi etkilerken; bir iç mekân tasarımında ise, karmaşıklık ve mekânda gereğinden fazla eşya olması insanı bunaltmakta ve daha gergin olmasına neden olmaktadır. Bence burada dikkat edilmesi gereken unsur şu, bir tasarımın ruhu olması gerekir. Avrupa sokaklarında yürürken, o eski, rutubet kokulu binalara hayranlıkla bakarız. Süslemelerle kaplı, tarihi bir cepheyi izlerken başka diyarlara gideriz. Ancak 2020 yılında eski bir çağa aitmiş gibi bina tasarlayarak o çağa ait ruhu yakalayamayız, o gerçek değildir. Aynı şekilde güzel duyumsanması için herhangi bir kaygı barındırmadan, kâr amacı güdülerek, yan yana dizilmiş binaların bir insana kendisini iyi hissettirmesini bekleyemeyiz.
Yaşadığımız kentler, evler ruh halimizi ve sağlığımızı doğrudan etkileyebilmektedir. Bizim tasarladığımız, şekillendirdiğimiz sokaklar, zaman içinde, bizler o sokaklarda yaşadıkça bizleri şekillendirmektedir. Bir kütüphane tasarımı için, bireysel çalışma alanları ile özel bir mekân tasarlayabilirsiniz ya da kütüphaneyi geniş bir iç avlu[!] tasarımı ile insanların kaynaşacağı, sohbet edeceği, takım çalışmalarının birlikte yapılabileceği, kamusal bir alana dönüştürebilirsiniz. Kamusal alanların tasarımı, insanların birbirine karşı davranışlarını etkilemektedir. İnsanları yakınlaştırmaya teşvik eden tasarımlarda, insanların birbirine iyilik yaptığı görülmektedir. Burada tasarımın gücü ve insanları yönlendirmesi devreye girmektedir.
En yaşanılabilir şehirler dizelgesinde üst sıralarda olan Kanada’nın Vancouver şehrinin dört bir yanı ormanlarla ve doğal güzelliklerle kaplıdır. Vancouver da binaların dağ, orman, deniz manzarası görecek şekilde inşa edilmesine önem verilmektedir. Ancak günümüz şehirlerinde dengesiz nüfus artışının etkisiyle ormanları yeşilden değil de betondan[!] görmekteyiz. Hepimizin rahatça gözlemleyebileceği gibi, doğal çevre, yapay millet bahçelerine[park], köprülere, yan yana dikilmiş konutlara dönüşmektedir. Halbuki, yeşil güzeldir, huzur verir, insanların üzerindeki baskıyı azaltır. Doğanın karmaşa içindeki düzeni insanın ruhunu besler. Bir ormana gittiğinizde yaşadığınızı, nefes aldığınızı hissedersiniz, kuşların cıvıltılarını dinlersiniz. Onunla bir bütün olmanıza, ondan faydalanmanıza, beslenmenize izin verir doğa.
Dengeli nüfus dağılımı ve insan odaklı tasarımlar; insanların yaşamış olduğu buhranı azaltarak, toplumsal refah seviyesinin artmasını sağlayacaktır. Sağlıklı bir toplum yaratmak için, sağlıklı kentler inşa etmek zorundayız. Artık karşı komşunun duvarını değil, ağaçları görmek istiyoruz…
Kaynakça
1) Murat Menteş, “Doğan Hasol ile Söyleşi – Kötü Mekanda İyi İnsan Yetişmez”, Kara Karga Dergisi, 05.08.2016, doganhasol.net Erişim Tarihi: 08.11.2020
2) Ö. Duygu Çil, “Mimarinin Psikolojimize Ettiği”, 02.10.2010, v3.arkitera.com Erişim Tarihi:09.11.2020
3) Burotime, “Tasarımın İnsanlar Üzerindeki Etkisi”, 04.07.2018, blog.burotime.com Erişim Tarihi: 09.11.2020
(Derginin Dördüncü Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)