İlk çağlardan günümüze kadar insanlık “barınma” ihtiyacını gidermek için birçok değişik yöntem denemiştir. Yeri geldiğinde doğada var olan bir mağara, yeri geldiğinde sazlıktan bir kulübe, yeri geldiğinde kardan bir ev barınma ihtiyacımıza cevap olmuştur. Geçmişte inşa edilmiş bu barınaklar, geleceğe ışık tutarak bulunduğu çağı anlamamızı sağlamıştır. Çünkü mimari eserler, içinde bulunduğu çağa ve insanlarına ait iktisadın, kültürün[!] ve düşüncelerin bir dışa vurumudur.
İlk mimari eserlerin bulunduğu Cilalı Taş Devri’nden çağdaş [modern] mimarlığa kadar mimarlık tarihi birçok şey deneyimlemiştir. Sanayi Devrimi’nden sonra hızla gelişen sanayileşmeyle karşı karşıya gelen mimari sanat ve tasarım, bu devrimi ve olanaklarını yadsımayarak sanayi ve yapım uygulayım bilimleri [teknoloji] ile uzlaşma yoluna gitmiştir. Oluşan aydınlanma düşüncesi geleneksel mimarlık kavramlarının tekrar gözden geçirilmesine ve yeni gerçeklerin aranmasına sahne hazırlamıştır. Mimari tasarımı büyük ölçüde etkileyen bu farklı mimarlık kuramlarının oluşumu düşünce ve uygulamada yer edinmesine rağmen yapılan tasarımlar, çağın sahip olması gereken sanatsal ruhu yansıtmamıştır. Duyarlı kişiler bu sorun karşısında sessiz kalmamışlar, her çağın kendine göre üslubu olması gerektiği ilkesiyle yola çıkarak sanayinin olanaklarının sanatla nasıl bağdaştığını araştırmışlardır.
Çağdaş mimarlık akımının en önde gelen kuramcılarından biri olan Le Corbusier, günümüz mimarlık ve şehircilik anlayışını derinden etkileyen yenilikçi fikirleri ve yapılarıyla, bir yandan çok eleştirilmesine rağmen tarih sayfalarına adını yazdırmıştır. Uygulayım bilimini bir güç olarak gören Le Corbusier, süslemeden ve ayrıntılardan arınmış çağdaş mimaride uygulayım biliminin kullanılmasını öngörmüştür. 19. yüzyılın kalabalık şehirlerindeki zorlu yaşam koşullarına karşın insanlara daha yaşanabilir yerler tasarlamayı amaçlamıştır. Her ne kadar tasarımlarının amacına uygunluğu tartışılsa da 2. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan sorunların yeni bir mimarlık anlayışı ile üstesinden geleceğine inanmıştır. Yeni mimarlık anlayışının temelinde yapının işlevselliği ve güzel duyumsanmasını [estetik] önemsemiştir. Ona göre bir şeyin güzel olabilmesi bir ihtiyaca cevap verip vermediğine bağlıdır.
Le Corbusier sürekli olarak araba, uçak gibi yüksek uygulayım bilimine sahip ürünlere atıfta bulunarak bunları üretecek düzeyde bir uygulayım biliminin mimarlıkta neden benimsenmeyeceği sorusunu sorardı. Evin, içinde yaşanacak bir makine[!] olması gerektiğini savunurdu. Matematiği[!] ve geometriyi[!] sanatın bir türü olarak kabul eden Le Corbusier, yeni uygulayım bilimine verdiği önemi kitabında şöyle anlatır: “…insanoğlunun araç ve gereçleri, taş, tunç, demir devri gibi medeniyet düzeylerinin sınırlarını çizmektedir. Araç ve gereçler tüm üretim gayretinin belirgin bir biçimde dışa vurulduğu başarılı bir ilerlemenin sonuçlarıdır. Bu araç, gelişimin doğrudan ve ani ifadesi olduğu kadar insana gerekli yardımı ve özgürlüğü de sunar. Bunun için zamanı geçmiş hurda yığınlarını atalım!” Bu anlamda makinenin çağdaş mimarlık için bir ilham kaynağı olması tesadüf değildir. Makinenin güzel duyumsanması 20. yüzyılın bir hakikatidir ve bu yalnız bir görüntüye indirgenemez. Bu görüntü bir makinenin içindeki çarkların kusursuz işleyişi ile hayranlık uyandırmaktır. Bu düzen içinde her şey olması gerektiği gibi ve olması gereken yerdedir ne bir eksik ne bir fazladır. Erken çağcıllık [modernizm] için makine bir simgedir. Makine verimliliğinin kusursuzluğu ile ancak çağdaş hayatın karmaşası denetlenebilirdi.
Gelişen uygulayım bilimi yeni tüketici toplulukları oluşturmakta ve yeni pazarlar üretmede önemli bir etken oluşturmuştur. Bu da yeni iş kollarına olanak sağlamıştır. Tüm bu gelişmeler kentin yapısı üzerinde etkili olmuştur. Bu gelişmeler sonucunda kırsal kesimden şehirlere doğru kayan nüfus şehirlerde yığılmalara sebep olmuştur. Şehirlerdeki nüfus artışı tasarımcıları yerleşim alanları aramaya ve bu doğrultuda çözümler sunmaya yöneltmiştir. Çağdaş toplum insanının yaşam biçimine uygun devingen, esnek, değişebilen, çok büyük yapılar ve mekânlar tasarlanmıştır.
Kimi zaman var olan, gerçekler ile örtüşür, bu bir anlamda mevcut fikirleri mekâna uygun duruma getirir ve inşa eder. İnşa edilenler ise içinde yaşadığımız ülkelerdir, kentlerdir, evlerdir, odalardır. Yaşadığımız, var olduğumuz ve var olan yerlerdir. Kimi çözümler de vardır ki mevcut gerçekliği reddeder ya da var olan uygulayım biliminin ötesine geçen, onu aşan araçları öngörür. Bunlar kimi zaman sözcükler aracılığı ile kimi zamanda çizgilerle ifade edilir. Var olamayan ama var olması arzulanan yerler tasarlanır. İşte bu tasarımlar düşkent olarak tanımlanır. Düşkent gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı ve düşüncedir. Düşkent, söylemde bir hayal olarak kurulur. Ortaya koyulduğu dönemlerde gerçekleşmesi imkânsız gibi görünen düşünceler özellikle uygulayım bilimi çalışmalarının ilerlemesi ile zaman içinde var edilmiştir.
Mimarlık, toplumsal yaşamın somut bir yansıması olarak düşkentlerin her zaman önemli bir parçasını oluşturmuştur. 20. yüzyıl başında oluşan gelecekçilik [fütürizm] ve kurmacılık [konstrüktivizm] gibi hareketler düşkent olarak ifade edilmiş olsalar da daha çok belli başlı düşüncelerin savunuculuğunu yaparlar. Yüzyıl ortalarına doğru uygulayım bilimi, yeni bir mimarlık için en önemli güç olarak gören ve gelişimine inanan düşsel [ütopik] hareketler ortaya çıkmıştır. Bunlar bina ölçeğinde tamamen uygulayım bilimi kullanan yeni mimari biçimler önerir. Binaların hareketliliği ve değişimlere kendiliğinden uyum sağlayabilmesi önemli özelliklerdendir. Daha güncel düşkentlerde çevresel kaygılardan kaynaklanan yapay çevre ile doğanın kaynaşması ana konusu göze çarpmaktadır. 20. Yüzyıl düşkentleri incelendiğinde ise uygulayım biliminin hepsinde ortak bir özellik olarak ortaya çıktığı görülmektedir. Düşkentler geleceğe yeni bakış açıları sunarak, mimari yaratıcılığa katkıda bulunmaktadır.
Düşeysellik, uygulayım bilimin şehir ölçeğinde etkilerine örnek oluşturan bir kavramdır. İnsan var olduğundan beri düşeyselliğe ilgi duymuş yüksek olanı kutsal saymıştır. Sanayi Devrimi ile yaşanan toplumsal ve iktisadi değişimlere kadar düşeysellik sadece dinsel ve siyasi bir güç ifadesi olarak simgesel bir değer taşırken anamalcı [kapitalist] toplumun oluşumu ile zenginlik, güç ifadesi taşıyan ve faydalanılabilecek bir olgu olmaya başlanıştır. Uygulayım biliminin gelişmesi, çelik gibi yeni yapım malzemeleri bulunması ve asansörün[!] bir düşey taşıma aracı olarak geliştirilmesi ile binalar yükselmeye başlamış ve gökdelen olarak adlandırılan yeni bir yapı türü ortaya çıkmıştır. Bunların sıkça yapılmasıyla gökdelenlerin istila ettiği şehirler oluşmuş ve böylece bir düşkent gerçeklik kazanmıştır.
1922 yılında Le Corbusier, 20. Yüzyılın kentini kuramsal olarak ortaya koyarken, çağdaş kentte yeşili yok ederek toprağa yayılan çok sayıda bina yerine, içinde çok sayıda insanın yaşadığı, yerden koparılmış yüksek binaların yer almasını önermiştir. Bu tasarım anlayışı ile doğanın korunmasını sağlamayı ve insanların yeşilden daha çok yararlanmasını hedeflemiştir. Çoğunlukla şehir içindeki sorunlara çözüm arayışlarını içeren bu düşkent tasarımları, toplumsal yaşamda ve şehirlerin yapısal oluşumlarında köklü değişimleri ortaya koymuştur. Belirtmek gerekir ki, bu tasarımlarında önerilen yüksekliklerin pek çoğuna günümüzde erişilmiştir.
“Radiant City” yani “Işıldayan Şehir” uygulanmamış olsa da Le Corbusier’in en önemli şehircilik tasarımlarından bir tanesidir. İşlevsel bir ulaşım ağı, geniş yeşil alanlar ve bolca güneş ışığı alan yaşam alanları öneren çalışma yeni ve daha iyi bir toplum önermektedir. Tasarımın inşa edilmesi için belirlenen alanda, yıkılmış Avrupa şehirlerinin kalıntılarından başka hiçbir şey yoktur. “Günümüzde şehirler geometrik bir düzen ile tasarlanmadıkları için ölüyor. Gerçek bir geometrik düzenin sonucu tekrardır. Tekrarın sonucu ise tek biçimdir[standart]. İşte bu kusursuz biçimi [form] oluşturur.” diyen Le Corbusier, katı bir yapıya sahip olan yeni şehir tasarımı tamamen bakışımlı[simetrik], düzenli ve tek biçim haline getirilmiştir. Hazır üretilmiş [Prefabrik] ve birbirinin aynısı yüksek yapılar Le Corbusier’in şehrinin temelini oluşturmuştur. Eşit aralıklarla yerleştirilmiş yüksek konut yapıları geniş bir yeşil alanın üzerine oturtulmuştur. Bu düzenek sayesinde şehir büyük bir yaşayan makineye dönüştürülmüştür. Işıldayan Şehrin en önemli özelliklerinden bir tanesi de şehrin belirli bölgelere ayrılmasıdır. Şehrin içindeki farklı işlevler arasında çok keskin bir ayrım vardır; ticari, konut ve eğlence alanları birbirinden tamamen ayrılmıştır. Şehrin ticaret merkezi kentin göbeğinde, en merkezi bölgesinde yer alıyor ve burada 200 metre yüksekliğe varan heybetli gökdelenler bulunuyor. Bu devasa yapılar 800 çalışanın görev yapabileceği iş merkezleridir. Şehrin ana ulaşım noktası da yine bu merkezdir. Şehrin geri kalan kısımlarına giden ulaşım hatları bu bölgeden dağıtılmıştır. Bu hatlardan en önemlisi, daha dış bölgelerde yer alan konut bölgelerine yayılan geniş yer altı katarı [metro] ağıdır. Konut bölgeleri, merkezin dışında yer alır ve çok katlı binalardan oluşur. Dikey bir köy olarak işleyen her bir binanın giriş katında yemek ve çamaşır hizmetleri veren mekânlar bulunurken, çatı katında ise çocuk yuvası [kreş] ve yüzme havuzu tasarlanmıştır. Tasarıda binaların arasında da yeşil bahçeler düzenlenmiştir. Le Corbusier’ın Işıldayan Şehir’de kurduğu katı düzen, ileriki yıllarda inşa edilen pek çok kentin ilham kaynağı olmuştur. Bu kentlerin başında ise Brezilya’nın başkenti Brasilia gelmektedir. Brasilia, ülkenin yetiştirdiği en ünlü mimarlar Lucia Costa ve Oscar Niemeyer tarafından tasarlanmıştır. Bu ikili tasarladıkları kent düzeninde kusursuz bir geometrik düzen, birbirinin aynısı konutlar ve açık seçik bir işlev ayrımı tercih etmişlerdir. Tamamını Brezilya hükümetinin desteklediği kentte Le Corbusier’in ilkelerini kullanarak toplumsal eşitlik ve adalet sağlanmaya çalışılmıştır.
Uygulayım biliminin gelişmesi ile oluşan tasarımlarla birlikte yapım uygulayım biliminin gelişmesini sağlamış tasarımlarda bulunmaktadır. Danimarkalı mimar Jorn Utzon tarafından yapılan dünyaca ünlü Sidney Opera[!] Evi, görüntüsü ile birlikte hikayesiyle de herkesi etkilemektedir. Bu opera evi için 1957 yılında uluslararası bir yarışma yapılır. Sidney’i hiç görmeden tasarımını yapan Jorn Utzon çizimiyle herkesi etkiler ve yarışmayı kazanır. İnşa aşamasına geçildiğinde tasarımdaki bazı yerlerin inşasının imkânsız olduğu görülür. Özellikle bina dışındaki kabuklar mühendisleri oldukça düşündürür. Bu uzun ve zorlu süreçten sonra Sidney Opera Evi yeni bir uygulayım bilimi ve yeni bir malzemeyle inşa edilir. Sidney Opera Evi, mimari açıdan insanı büyülemesinin yanında çağı için imkânsız görüneni başarmış bir mühendislik harikası örneğidir. Bu yüzden yeri geldiğinde yeni bir yöntem yapıda kullanılırken, yeri geldiğinde bir tasarım yeni bir icadın yapılmasına olanak sağlar. Mimarlık ve uygulayım bilimi arasındaki ilişki bu iki alanın birbirlerini geliştirmesini sağlar.
Son yıllarda, özellikle bilgisayar alanında yaratılan birçok devrim insan yaşamında büyük değişikliklere gidilmesine neden oldu. Mekân kavramı günden güne boyut atlayarak gerçek dünyamızdan sanal ortamlara taşınıyor. Yurt dışında bir müzeye[!] gitmeden aynı gerçeklikle içinde dolaşabiliyoruz. Gidişat böyle iken insan yaşantısının büyük bir kısmını oluşturan yerleşimler, binalar ve konutlar da bu değişimden nasiplerini almaya başladı. Tüm bu oluşumların konut içindeki eylemlere olan büyük etkisi ise tasarımcı ruhunu elinde tutan mimarlar için yeni bir tartışma ve geliştirme ortamı doğurdu. Konuta eklenen düzenekler insan hayatını daha kolay bir hale getirmeyi amaçladı. Çağdaş çalışma ortamlarının gereksinimlerine cevap verebilmek için katlar yoğun kablo[!] ağını içerebilecek biçimde alışıla gelmişten daha yüksek tavanlı ve mümkün mertebe az dikey taşıyıcı ile bölündü. Kapsamlı bir güvenlik düzeni, son derece gelişmiş haberleşme alt yapısı, gelişken bir aydınlatma, havalandırma düzenekleri, hızlı ve verimli asansörler yeni yazıhane binalarını cazip kılan niteliklerden oldu. Bu büyük kapsamlı binalar, uygulayım biliminin sağladığı olanaklardan mümkün olduğunca faydalanmaktadır.
Her çağın sorunlarının farklı olmasıyla birlikte içimizde hep en iyisini bulma ve en iyisini yapma arzusu bize ilerleme yolunda basamakları çıkma gücü vermektedir. İmkânsız gördüğümüz birçok şey bir bakmışız gerçek olmakta ve yerini yeni imkânsız gözüken düşlere bırakmaktadır. Günümüzün mimarları çağın ruhunu taşıyan binalar tasarlamak ve gereksinimlere cevap olmak için devinim halinde olan bu çağa ve insanlarına uyum sağlamalı ve cesur kararlar alarak sürekli kendini aşmalıdır. Mimari tasarımda beklenen kendi başına güzel duyumsanan, esnekliklere olanak vermesine rağmen düşük bütçesi ile beraber emniyet de veren, bir taşıyıcı uygulayım bilimi tasarlanmasıdır. Tarihimize ve doğaya sahip çıkarak farklılığa ve uyum sağlamaya açık olmalıyız. Gerçekleşme yolundaki ilk adım düşlerimizde başlar. Hayallerimiz ve en yükseğe ulaşma isteğimiz var oldukça istediğimiz dünyayı inşa edebiliriz. Bugünün düşleri, yarın var edilmiş olabilir.