İstanbul Medeniyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Dr. Araştırma Görevlisi Sezin Seda Altun ile Söyleştik.
Edebiyat ve toplumun birbiriyle ilişkili olduğunu biliyoruz. Bu bağlamda Türk edebiyatında Batılı anlamda ilk edebî eserlerin ortaya çıkışında toplumun nasıl bir etkisi vardır?
Bu çok kapsamlı bir biçimde cevaplanması gereken bir soru ama kısaca ifade etmeye çalışayım. Türk Edebiyatı’nda Batılı anlamda edebi eserlerin ilk ortaya çıkışı 19. yüzyılın sonlarına tekabül ediyor. Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilanıyla birlikte toplumsal ve siyasi hayatta köklü değişiklikler meydana geliyor. Bu değişikliklerin edebiyata yansıması ise kaçınılmaz oluyor. Nitekim 1859’u takip eden yıllarda önce tercümeler, daha sonra ise ilk telif eserler kaleme alınıyor. Kurgu ve işleniş bakımından kusurlu ilk denemelerin ardından da iyi örnekleri görmeye başlıyoruz. Özellikle Halit Ziya’yla birlikte bir kırılma yaşanıyor. Osmanlı-Türk çağcıllaşması [modernleşme] son derece sancılı yaşanıyor, Tanpınar’ın yerinde ifadesiyle bir “medeniyet buhranı”na dönüşüyor. Dolayısıyla bu ilk örneklerde Batılılaşma, özellikle “doğru” batılılaşma meselesi ana ekseni oluşturuyor. Şekilde ve görünüşte kalmayan özümsenmiş bir batılılaşma anlayışı yerleştirilmeye çalışılıyor. İstibdat dönemiyle birlikte ise -ki II. Abdülhamid’in 1876’da tahta çıkışıyla başlayan ve 1909’a dek devam eden bir süreçten söz ediyoruz- toplumun genelinde ağır bir biçimde hissedilen baskının sanatçıları da doğal olarak etkisi altına aldığını görüyoruz. O nedenle bu dönem eserlerinde bireysellik, kara sevda, [melankoli] umutsuzluk gibi konular yoğunluktadır. Sizin de soruda ifade ettiğiniz gibi edebiyatı toplumsal ve siyasi hayattaki dönüşümlerden ayrı görmek mümkün değil. Söz konusu dönem de bu ilişkinin bariz örneklerinden birini teşkil ediyor.
Son yıllarda dilimizde Türkçe kökenli kelimeler yerine yabancı kökenli kelimeler sıklıkla kullanılmaya başlandı. Sizce bunun sebebi nedir? Türk dilinin gelecek yıllarda yaşayacağı sıkıntılar yabancı kökenli kelimelerin kullanılması ile ilişkili olacak mıdır?
Evet, son yıllarda Türkçeye yabancı kökenli kelimelerin girişi hız kazandı. Kimi kelimeler de yerleşti, kanıksandı. Çünkü artık küreselleşen dünyada, sınırların ortadan kalktığı, hem fiziksel[!] açıdan hem de genel ağ [internet] üzerinden birbirimize erişmenin kolaylaştığı bir çağda yaşıyoruz. Etkileşimin neticesinde dile yeni kelime girişleri oluyor, bu da dillerin doğası düşünüldüğünde kaçınılmaz bir durum. O nedenle ben bu konuda çok katı bir tutum içinde olmayı gerçekçi bulmuyorum. Dil, onu kullananlarca yaşatılıyor. Sözlü aktarımda yeni, yabancı kökenli kelimelerin girişini ya da kullanılagelen kimi kelimelerin kullanımdan kalkmasını engellemek mümkün değil bana kalırsa. Yazı dili sözlü dile nazaran daha muhafazakâr olabiliyor, ancak sözlü aktarımda bu etkilenmeler olağan. Ayrıca bu yalnızca Türk Dili için değil, diğer diller için de geçerli bir vakıa. Dolayısıyla dilin yaşadığı bu doğal süreci bir “sıkıntı” addetmiyorum. Hatta bir dilin yaşayacağı tek gerçek sıkıntı o dilin konuşanının kalmaması ve bunun sonucunda dilin ölmesidir. Türkçe ise her geçen gün daha çok kişinin öğrenmeye ve konuşmaya çalıştığı bir dil. Türkçenin Orhun Yazıtları’ndan bu yana geçirdiği dönüşümleri düşündüğümüzde değişen koşullara uyum sağlama yetisinin ne kadar güçlü olduğunu görebiliriz.
Türk edebiyatının yenileşme döneminde sanatçılar farklı akımlardan etkilenmişler ve bu etkilenişlerinin sonucunda farklı edebi anlayışlar kazanmışlardır. Edebi toplulukların bir düşünce etrafında birleşmesi, Türk edebiyatçılarının farklı bakış açıları kazanmalarını engellemiş ya da onlara kısır bir bakış açısı edindirmiş midir?
Genellikle yazarların dünya görüşlerinde, siyasi tutumlarında, güzel duyu [estetik] anlayışlarındaki ortaklıklar onların aynı edebi toplulukların içinde bir arada bulunmalarını sağlamıştır. Diğer bir deyişle, önce fikir edinme daha sonra bu fikrin etrafında birlikte eyleme geçme niyeti söz konusudur. Ortak bir hedefe hizmet eden, belli bildiriler etrafında bir araya gelen isimler bir süre sonra farklı sanat görüşleriyle, farklı etkilenmelerle kendi yollarını çizmiş ya da toplumsal devinimlerin değişmesiyle dağılmışlardır. Topluluk içinde ürettikleri süre zarfında belirlenmiş ilkelere bağlı kalarak hareket etmeleri onların farklı bakış açıları edinmelerine engel bir durum şeklinde ifade edilemez. Zira az önce de belirttiğim gibi, farklı saiklerle davranmak, farklı bir tavır almak istediklerinde ya da güzel duyu görüşlerinde değişimler, dönüşümler gerçekleştiğinde söz konusu ortaklıklar da sona ermiş zaten.
Toplulukların dönemin temayülleri üzerindeki belirleyiciliğinin diğer sanatçıları bir kısırlığa sürükleyecek derecede etkili olduğunu da düşünmüyorum. Bundan çok, dönemin hâkim anlayışlarının, eğilimlerinin dışında kalan isimlerin eserlerini halka ulaştırmak konusunda diğerlerine nazaran biraz daha zorlandıklarını, bir tür ötekileştirmeye maruz kaldıklarını söylemek lazım. Her dönemde yaşanabilen bir durum bu.
Türk edebiyatçıları geçmişten günümüze çeşitli alanlarda eserler meydana getirmişlerdir. Dönemleri değerlendirirsek tüm zamanlarda okuyucunun teveccühünü en çok kazanan edebi tür hangisidir, neden?
Cevaplaması zor bir soru bu… Çok açık bir cevabı da yok sanki. Dönemlere şöyle bir bakarsak, çağcıl öncesi dönemde elbette şiir en önemli ve rağbet gören türdü. Türk Edebiyatı’nın en önemli kaynağı, başat ifade aracı. Halk edebiyatı da Divan edebiyatı da şiir merkezli edebiyatlardır. Şiir başlangıcından bugüne derinde bir damar gibi varlığını sürdürmüş, değerini asla kaybetmemiş. Çağcıl Türk Edebiyatı’nda ise roman[!] bir nebze daha öne çıkmaya başlıyor demek yanlış olmaz sanıyorum. Yeni, Batılı bir tür olması nedeniyle gelişiminin ve iyi örneklerinin ortaya konulması zaman alsa da çağcıllaşma sürecinde işlevsel bir görev edinmiş, halkın eğitilmesi gayesiyle araçsallaştırılmış. Milli edebiyat yine roman merkezli bir edebiyattır. 1950 sonrası Türk Edebiyatı ise bireysel eğilimlerin yoğunlukta olduğu ama yine romanın daha çok ilgi gördüğü bir dönem diye düşünüyorum. İkinci Yeni’nin şiirdeki etkisini yadsımıyorum ancak dönemi içinde roman daha baskın gibi geliyor bana. Hem toplumsal ve siyasi meselelerin hem bireysel duygulanımların, duyarlıkların derinlikli bir biçimde işlenmesine müsait bir tür roman. Biçim mükemmeliyetini önceleyen, güzel duyu kaygılarını önde tutan çağcılcı roman da kendisine uyanık ve bilinçli okurlar arayan çağcıl sonrası [postmodern] roman da ilgi görmeyi sürdürmüş, bugün de sürdürüyor. Şiir ise, her zaman ilgili, sadık okurunu kaybetmeden yoluna devam ediyor.
Dil ve edebiyat alanında kendini geliştirmek isteyen gençlere neler tavsiye edersiniz? Türk Dili’ne ve Edebiyatı’na daha hâkim olabilmek için hangi kaynaklara, kimlere başvurmak gerekir?
Dil ve edebiyat alanında gelişme sağlayabilmenin olmazsa olmazı okumak diye düşünüyorum. Okuma alışkanlığı edinmek, olabildiğince çok metnin kapısını açmak, Türk Edebiyatı’yla sınırlı kalmayarak farklı edebiyatların yazarlarına ve eserlerine meraklı olmak… Türk Dili ve Edebiyatı’na hâkim olmak denildiğinde elbette çok sayıda yazardan ve eserden söz etmek mümkün, fakat bundan önce bir yabancı dil bilmenin, dolayısıyla çeviriye muhtaç olmaksızın başka edebiyatların ürünlerine ulaşabilmenin kişinin kendi anadilinde üretilmiş edebiyata da eleştirel, mukayeseli ve kapsayıcı bir biçimde bakmasını sağlayabildiği kanaatindeyim.
Bu çok kapsamlı bir soru tabii. Cevabı “Yeni Türk Edebiyatı” tarihiyle sınırlamak gerekirse Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı’ndan, Mehmet Kaplan’ın çalışmalarından, Orhan Okay’dan, İnci Enginün’den, Zeynep Kerman’ın katkılarından söz etmek gerekir. Berna Moran da Türk Edebiyatı’na Eleştirel Bir Bakış I-II-III’de belirleyici, ufuk açan tespitler ortaya koymuştur. Nurdan Gürbilek’in ayırmaksızın tüm eserleri hem farklı bakış açıları sunan hem de zevkle okunan metinlerdir. Yazar ve şairlerin yaratıcı eserleri dışında kalan düşünsel ve kuramsal metinlerine, gazete ve dergi yazılarına, denemelerine bakmanın da faydalı olacağı muhakkaktır. Kurgusal metinlere gelince, Halit Ziya, Tanpınar, Halide Edip, Yakup Kadri, Refik Halit, Sabahattin Ali, Sait Faik, Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Oğuz Atay, Yusuf Atılgan, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Bilge Karasu, Füruzan, Leyla Erbil bir solukta sayacağım isimlerdir. Bu isimleri okumak Türk Dili’ne ve Edebiyatı’na bir hâkimiyet sağlayacaktır elbette.
Yazarın yaşadığı çevre şüphesiz, inşa ettiği metnin ayrılmaz bir parçasıdır. Söz gelimi bir yolculuğa çıksak, İstanbul’da, İzmir’de, Bursa’da, Ankara’da hangi yazarlar ve hangi metinleri eşlik eder bize?
İstanbul denildiğinde çok fazla metin geliyor aklıma ama Orhan Pamuk’un İstanbul -Hatıralar ve Şehir- kitabını alabilirdim yanıma. Ankara ilk önce Yakup Kadri’yi akla getiriyor; ancak Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanındaki Ankara imgesi benim zihnimde daha baskın bir imge. Malum, Raif Efendi’nin Maria ile olan hayatı Berlin’le simgeleşirken, evliliği ve çocukları ile kendisini anlamaktan uzak insanlar arasında peşinden sürüklediği hayatı Ankara’da geçer. Yaşamaktan mutlu olmadığı bu şehrin sokaklarında Maria Puder’le birlikte geçirdiği eski günlerini anar. Berlin sokaklarında onunla baş başa yaptığı yürüyüşlerin belleğindeki izini Ankara’nın sokaklarında sürer. Tıpkı Raif Efendi gibi bir anının peşinden gitmek, şehrin sokaklarını romandaki unutulmaz aşkın zihnimdeki imgesiyle yürümek güzel olurdu.
İzmir deyince Halit Ziya’nın İzmir Hikâyeleri ile Ernest Hemingway’in İzmir Rıhtımında ve Diğer Öyküler kitabı geliyor aklıma. Bunlardan biri eşlik edebilirdi yolculukta. Bursa’yı ise Tanpınar’la özdeşleştirmişim. Hem Beş Şehir’deki Bursa anlatısı hem de “Bursa’da Zaman” şiiri bana bu yolculukta eşlik edebilecek metinler olurdu.
Sizin, bir yazarla özdeşleştirdiğiniz, bir yazar aracılığıyla tanıdığınız bir semt, şehir, ülke var mı?
Aklıma ilk gelenler Kafka’nın ve Milan Kundera’nın Prag’ı, Dostoyevski’nin St. Petersburg’u, James Joyce’un Dublin’i, Hugo’nun, Baudelaire’in Paris’i…
Türk Edebiyatı’nda elbette Yaşar Kemal’i anmak lazım. Çukurova’nın insanı, doğası, havası onun kaleminde bambaşka bir lezzet kazanıyor. Sonra, Melisa Gürpınar’ın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Samiha Ayverdi’nin ve daha nicelerinin İstanbul’u…
Aslı Erdoğan’ın “Kırmızı Pelerinli Kent”i Rio de Janerio… Tehlikesi, gerilimi, tekinsizliğiyle öylesine yaşar ki şehir, neredeyse romanın başkişisine dönüşür. Bir de Berlin deyince aklıma Füruzan gelir. Berlin’in Nar Çiçeği güzel bir dostluk hikâyesi olmanın ötesinde incelikli bir metindir. Fakir Baykurt’un Duisburg Treni’nde anlattığı öyküler de enfestir. Şüphesiz unuttuğum yazarlar ve kentler vardır, dediğim gibi bunlar ilk aklıma gelenler.
(Derginin Sekizinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)