Yer İstanbul Üniversitesi Edebiyat Bölümcesi. [fakülte] Tarih 24 Şubat. Yağmurlu bir perşembe öğleden sonrası dışarıdaki rüzgâr ara sıra kapalı yazıhane[ofis] kapısını tıkırdatıyorken Prof. Dr. Mehmet Cüneyt Kaya ile söyleşimize başlıyor ve soruyoruz:
Çağcıllık [modernizm] başlıklı bu sayımızda felsefede bir yolculuğa çıkalım istedik. Fakat başlangıç durağını tespit edemedik. Çeşitli isimlerin ilk durağa dair açıklamalarını inceledik. Örneğin Farabi, ‘Mutluluğun Kazanılması’ isimli eserinde felsefenin Irak halkı Keldanilerde mevcut olduğunu, onlardan Mısır’a, Mısır’dan Yunanlara, Yunanlardan Süryanilere ve daha sonra da Araplara geçtiğini söylemektedir. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? Sizce felsefenin bir ilk durağı var mıdır?
Kaya, sözü ele alıyor. “Başlangıç arayışları doğa ötesi [metafizik] ve karanlık arayışlar olduğundan ilk durak bulma meselesinde nesnel bir tespite ulaşmak oldukça zor. Özellikle düşünce alanına gelindiğinde ve düşüncenin daha işlenmiş bir hali olan felsefe söz konusu olduğunda… Felsefeye veya düşünceye bir başlangıç bulma çağcıl[modern] bir mesele. Öncesinde, bu kadar kökten bir başlangıç bulma çabası pek yok. Mesela İslam dünyasında felsefe ve medeniyet tarihi şeklinde görebileceğimiz daha çok feylesofların, bilim insanlarının hayat hikayeleri, düşüncelerini içeren kaynakçasal[bibliograf ik] eserler olan tabakât metinleri mevcut. Bu metinlere baktığımızda bir başlangıç fikrinin olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Düşünce veya felsefe insanlığın ortak birikimi şeklinde görülüyor.” diyor ve ekliyor, “Farabi’nin bahsedilen anlatısını doğrulamak zor. Ama şunu biliyoruz ki bu tarihi anlatı içerisinde Yunan’ın ayrı bir yeri var. Fenike’nin, Mısır’ın, muhtemelen Dicle ve Fırat Havzası [Mezopotamya] ve Anadolu medeniyetlerinin felsefenin başlangıcına koyduğumuz Yunan felsefesine kaynaklık ettiği bir vakıa. Yunanlar da pekâlâ kendi birikimlerinin Akdeniz havzasından onlara aktarıldığını biliyorlardı, farkındaydılar. Oralara seyahat ettiklerini, oralardan insanların geldiklerini biliyoruz. Yunan’ın farklılığı, bu birikimi ustaca kendi bağlamında yeniden üretmesi ve yazılı şekilde bize aktarmasından kaynaklanıyor. Mezkûr medeniyetlerle kıyaslandığında Yunan’da Yunan üretimi devasa bir birikim var.
“Ama Yunan’ın farklılığı, 19 ve 20. yy’da Avrupa’daki felsefe ve düşünce tarihçilerinin vurguladığı gibi bir mucize değil. 19. yy’ın 2. yarısından itibaren Avrupa, iktisadi, toplumsal ve siyasal gelişimine koşut kendine bir düşünce tarihi yazmış ve buna göre kendisine köken olarak Yunan’ı kabul etmiştir. Yunan mucizesini Avrupa’nın yaptığı gibi bir öğreti kabul edemeyiz ama dediğim gibi Yunan’ın ayrıcalığını da teslim etmemiz lazım. Sonuçta yazılı kültür[!] ve küresel çaptaki etkisi açısından yadsınamaz bir görevi var. Ama Yunan’a kaynaklık eden pek çok medeniyetin olduğu da vakıa.”
Hocamız ilk cevabın ardından çayını yudumlarken ikinci soruyu okuyoruz: Felsefe okumalarına nereden başlanabilir? Çağcıl felsefe ve ilkçağ felsefesinden hangisine öncelik verilmelidir? Hangi eserler okunmalıdır?
“Felsefenin çağlara ayrılması araştırmayı kolaylaştırmak adına yapılır. Aslında düşünceyi yüzyıllara ve çağlara ayırmak, bir yüzyıldan diğerine geçtiğimizde düşüncede köklü değişiklikler olduğunu söylemek doğru değil. Zira düşüncede her zaman bir süreklilik vardır. Kopuşlar görülse de bunlar bir sürekliliğin içerisinde meydana gelir.” diyerek asıl cevaba bir temel atıyor hocamız.
“Ben felsefeyi geleneksel[klasik] ve çağcıl şeklinde ayırmayı daha uygun bulurum. Çünkü geleneksel felsefenin varlık biliminden bilgi bilimine, ahlaktan siyasetine, insan, tanrı ve evren anlayışına kadar kendine has koşulları, düşünce tarzı vardır. Geleneksel dönem, farklı medeniyetlerde ortak bulabileceğimiz birçok şeyin olduğu bir dönem. Bakıyorsunuz, İslam dünyasına tercüme hareketi ile Platon, Aristoteles ve Helenistik feylesofların bilinen bütün eserleri tercüme ediliyor. Aynı şekilde İslam üzerinden Yahudiliğe ve Hristiyan[!] dünyaya intikal ediyor. Hepsi çevirilerle gelen düşünceleri kolaylıkla içselleştirebiliyorlar. Bu kolay uyarlama, bahsedilen ortak dünya algısından kaynaklanıyor.
“Ama Avrupa’da ortaya çıkan çağcıllaşma[modernite]ile köklü değişiklikler başlıyor. Bilim devrimi ile birlikte geleneksel dünyanın evren bilimi yıkılıyor. Buna koşut bir şekilde Tanrı merkezli alem ve varlık anlayışı yerini, insanı ve özneyi merkeze alan yaklaşıma bırakıyor. Varlık biliminin yerini daha baskın bir şekilde bilgi bilimi alıyor. Ahlaktan siyasete varıncaya kadar sirayet eden böyle bir dizi değişim var. Yani, 17. yy’dan başlayan ve hâlâ devam eden, çağcıllık ve çağcıl-sonrasıcılık şeklinde kendine yeni karşıtlar üreten, küreselleşmeyle birlikte daha da farklı bir hal alan bir yapıyla karşı karşıyayız.
“Soruya dönecek olursak, felsefenin geleneksel dünyadaki büyük isimleriyle okumalara başlamanın iyi olacağını düşünüyorum. Bu isimlerden biri de her zaman teşvik edici ve ufuk açıcı Platon’dur. Platon’un Diyaloglar’ı sizi sıkmaz, aynı zamanda zihninize çokça soru getirir ve dağınık bir şekilde de olsa varlığa dair neredeyse bütün meselelere değinir. Bu meselelerin düşünce tarihi boyunca izlerini görürüz. Dolayısıyla iyi bir başlangıç noktasıdır.
“Bunun dışında feylesofların metinlerinden ilerlemek daha iyi bir seçenek olabilir. Ahlak, toplum ve insanla ilgili meseleleri ele alan Stoacıların metinleri bu anlamda devam niteliğindedir. Farabi’nin İdeal[!] Devlet şeklinde Türkçeye tercüme edilen Erdemli Şehir isimli eseri yine o dönemi anlamak için iyi bir metindir. Hasılı felsefeye feylesofların metinleri üzerinden giriş yapmak iyi bir başlangıç noktasıdır. Bunun dışında sorunsal [problematik] meselelerin izini sürmekle de felsefeye başlanabilir. Türkçeye başarılı felsefeye giriş kitapları çevrilmiştir. Bunlardan biri okunabilir.”
Eserlerinizi incelediğimizde Peter Adamson ve Richard C. Taylor’ın yayına hazırladığı ‘The Cambridge Companion to Arabic Philosophy’nin çevirisi gözümüze çarptı. Halbuki sizin çevirinizde bu kitap ‘İslam Felsefesine Giriş’ adıyla basılmıştı. Sizce Arabî felsefe ve İslam felsefesinin muhtevası aynı mıdır?
“Hem yayına hazırlayanlar kitabın önsözünde hem de ben yazdığım girişte bu konuya değindik. Oradaki ‘Arabic Philosophy’ tabiri Arap felsefesi değil, Arapça felsefe anlamına geliyor. Bu adlandırma son yıllarda Şarkiyatçı yazında veya Batı’da İslam çalışanların İslam felsefesini adlandırmada buldukları bir çözüm. Ama tabirler arasındaki karışıklık biraz da İngilizceden kaynaklanan bir sorun. Çünkü İngilizcede İslam felsefesi demek isterseniz ‘Islamic Philosophy’ demeniz lazım. ‘Islamic Philosophy’ ise Türkçede İslamî felsefe anlamına geliyor ki bu başlık altında ürün veren feylesofların öğretilerinin İslam’ın ana akımı ve ana kabulleriyle uyumlu olduğunu ima ediyor. Ne var ki feylesofların öğretileri genellikle ana akım dini yorumla çelişen veya onunla tamamıyla koşut gitmeyen öğretiler olduğundan bu ima, tarihi açıdan doğru değil. Yanlış adlandırmadan ötürü gelen eleştirilerin ardından başlayan tabir arayışı sonucunda farklı dinlerden, ırklardan bu feylesofların eserlerini Arapça kaleme almalarından hareketle Peter Adamson ve Richard Taylor gibi isimler Arapça felsefe, yani ‘Arabic Philosophy’ tabirini kullanmayı tercih ediyorlar.
“12. yy’la varana kadar İslam felsefesi feylesoflarının eserlerinin çoğu Arapça. 12. yy’dan itibaren Farsça, felsefe dillerinden biri olma yönünde ilerliyor. Osmanlı’yla birlikte Türkçe de bunlara katılıyor. Yine de felsefi üretimin ana yapısının Arapça olduğunu söyleyeyim. Ne var ki 13. yy sonrasına dair çalışmalar gün geçtikçe artıp işin içine Farsça metinler de girince Arapça felsefe tabiri yeteri kadar kuşatamıyor. Her ne kadar anlamına dair sorunlar mevcutsa da Türkiye’de İslam felsefesi tabiri aşağı yukarı 70-80 yıldır oturmuş. Bu nedenle Arapça felsefe yerine İslam felsefesi başlığını seçtim. Bizim, Türkiye’de İslam felsefesi ile kastettiğimiz ve onların Arapça felsefe ile kast ettikleri şey örtüşmekte.”
Bu sırada araya giriyor ve bir ek yapıyoruz: “Sizin yayına hazırladığınız ‘İslam Felsefesi: Tarih ve Problemler[!]’ isimli eserin giriş kısmında dediğiniz gibi İslam felsefesinden kasıt aslında İslam medeniyetinde yeşermiş olan felsefe, sadece Müslümanlara ait felsefe değil…”
“Dediğim gibi İslam felsefesi tabirinin yanlış yönlendirici bir tarafı var. İlk kez duyanlar için sadece Müslümanlar tarafından yapılan bir felsefedir veya yapılan iş bir tür tanrı bilimdir şeklinde düşünülüyor. Kimileri bu bakışla küçümsüyor, kimileri de bundan dolayı çok büyük değer veriyor.
“Bu feylesoflar topluluğu sadece Müslümanlardan oluşmuyor. Başka dinlerden ve ırklardan insanlar var. Kendi içlerinde de yeknesak değiller. Ayrıca bu insanların eserlerine baktığımızda mantıktan matematiğe[!], fizik[!] bilimine, oradan doğa ötesine, ahlaka, siyasete, ruh bilimine kadar, o dönemde felsefe ve aklî ilim denilince anlaşılan, bilinen her alana dair yazıp çizdiklerini görüyoruz. Dolayısıyla bu insanların yaptığı işin sadece inançlarını açıklamak olduğunu söylemek onları bir yere sıkıştırmak anlamına gelir. Evet, bu insanların birer dini vardı ve bu dinleri felsefelerinde, bilhassa doğa ötesi dünyalarında bir yer buluyordu. Fakat tek uğraşları bu değildi.
“Hasılı, İslam felsefesini sadece din ve akıl ilişkisine; feylesoflarını ise Müslümanlara indirgemek tarihi doğru anlamamaktır. Bundan dolayı İslam coğrafyasında, İslam medeniyetinde üretilen felsefi etkinliğe İslam felsefesi demek daha kuşatıcıdır.”
Hem İbn Sina’nın hem de Aristoteles’in eserlerinin içeriğine baktığımızda bir feylesofun Mantık’tan Hayvan Bilimi’ne, Gök Biliminden Matematiğe kadar kapsamlı bir bilgi birikimine sahip olduğunu görüyoruz. Oysa çağcıl dediğimiz 20. yüzyıl feylesoflarının eserlerinde konu bakımından bir daralma mevcut. Sizce felsefenin günümüzdeki kapsamı ile geleneksel dönemdeki kapsamı arasındaki farkın sebebi nedir?
“Farkın sebebi bilgi yığınındaki artıştır. 18, 19. yy itibariyle başlayan ve 20. yy’da hızlanarak devam eden tek tek bilimler alanındaki gelişmeler göz kamaştırıcı ve takip edilmesi zor bir biçimde ilerledi. Eskiden felsefe büyük bir şemsiye ve bilimler onun bir parçası iken gelişmeler neticesinde bilimler felsefeden bağımsızlıklarını kazandılar ve kendi alanlarını daha belirli bir şekilde tayin edip ayrıştılar. Bu da her birinin uzmanlığının ayrı ve büyük bir zahmet gerektirmesine yol açtı. Dolayısıyla günümüz dünyası gittikçe artan bir şekilde uzmanlaşmaya gitmekte. Artık tek bir bilimin uzmanlığı da yetmiyor, o bilimin kendi içindeki alt dallarında da uzmanlaşılıyor.
“Bilimlerin felsefeden bağımsızlık kazanması felsefenin elinde pek bir şey bırakmadı gibi görünse de bu çok haklı bir eleştiri değildir. Bilimlerin felsefeden bağımsızlıklarını ilan etmelerinden sonra 19.yy’ın başlarında felsefe ölmüştür ve ona gerek yoktur, bilim bize her şeyi sunacak ve açıklayacaktır şeklinde olgucu [pozitivist] ve maddeci bakış açılarının görüldüğünü biliyoruz. Bugün hâlâ felsefenin boş bir iş ve saptırmadan[spekülasyon] ibaret olduğunu, bilakis bilimin gerçek verileri sunabileceğini ve gelecekte de sunacağını savunan, bilime iman eden diyelim, insanlar var. Bu gibi yaklaşımlar olsa da bilim insanlığın bütün sorunlarıyla ilgilenecek ve onları çözecek bir yapıda değil. Hâlâ çözülmemiş, belki de ilelebet çözülemeyecek ama insanlığın zihnini meşgul edecek meseleler var. Bilimlerdeki gelişmeler bu sorunları daha da tetikliyor bir açıdan.”
Bu sözlerin ardından Cüneyt Hoca bahsi geçen sorunlara bazı örnekler sıralıyor: “…İnsan nedir, canlı mı, canlılık nedir, düşünmek, akletmek ne demek, yapay zeka akledebilir mi, ruh diye bir şey var mı, hâlâ bütün varlığın kendisine bağlandığı bir ilk ilkeden bahsedebilir miyiz, varsa bu nasıl bir ilişki olabilir, Büyük Patlama kuramıyla yaratmayı nasıl uzlaştırabiliriz veya hiç uzlaştırmayacak mıyız? Ve ahlaka, siyasete, topluma dair sorular, sorular, sorular…”
Ardından devam ediyor: “Toplum ve insanlık daha karışık hale geldikçe sorunlar da karmaşıklaşıyor. Eskiden ‘basit’ bir hayat yaşayan insan, şimdi daha karmaşık bir hayatla karşı karşıya ve sorunlar da büyüyor. Haliyle bu sorunların cevabını tek başına bilim veremiyor. Bu nedenle felsefe hâlâ ihtiyaç duyulan bir şey ki varlığını sürdürmeye devam ediyor. Yine de geleneksel dünyada fikri her şeyi kuşatan, her şey hakkında konuşan feylesof, sınırını geriye çekmiş bir vaziyette. Bu kaçınılmaz bir sonuç. Bir insanın bütün bilimlerde usta olması mümkün değil artık.
“Tabii süreç içerisinde felsefe kendine yeni yöntemler, alanlar ve bakış açıları geliştirdi. Örneğin matematik bilimlerdeki gelişme mantığın çok büyük bir genişleme kazanmasını sağladı, simgesel mantığın, analitik[!] felsefenin gelişmesi bilimdeki gelişmelerle koşut gerçekleşti. Bilimlere pek çok alanı bırakmış olsa bile felsefe, bilimlerin çözemediği veya bir yere kadar çözdüğü meseleleri gündeminde tutuyor. Bu nedenle çok da daralmış değil felsefenin alanı. Bilakis felsefe yapmak çok daha zorlaştı. Çünkü bilimlerin verilerini anlamak, onlara nüfuz edebilmek, onlardan bir şey alıp kendi alanınıza taşımak oldukça zahmet gerektiriyor.”
Günümüzde çağcıl Batı felsefesinden bahsedildiğini sıkça duyuyoruz. Sizce çağcıl bir İslam felsefesinden bahsetmemiz mümkün müdür? Doğu’da felsefenin terakkisi için ne gibi önlemler alınabilir ve ne tür atılımlar yapılabilir?
“Tabii mümkün ve bu yapılan bir şey. Şu anda yoktur demek haksızlık olacaktır.” diyerek konuya giriyor ve bizce de önem arz eden bir soruna değiniyor hocamız: “Doğu toplumları 19. yy’ın 2. yarısından itibaren büyük bir sarsıntı [travma] geçirdiler, geçiriyorlar: sömürgeleşme. İran ve Türkiye dışındaki bütün İslam coğrafyası sömürgeleştirildi. Pek çoğu ancak 1950-60’larda bağımsızlıklarını kazanabildiler. Türkiye sömürgeleşmedi ama Osmanlı’nın yıkılması, yeni yönetim biçiminin Batı’yı örnek kabul eden bir düzen kurması ve bunun beraberinde devrimlerin geçmişle bağı kopartan bir mahiyet arz etmesi; kendine güven içerisinde, kökleriyle barışık ve ona atıfla düşünce üretmeyi zorlaştırdı. Hem gelenekle ilişki koptu hem de Batı’ya tamamıyla uyum gösterilemedi.
Ardından ortada kalma durumunu daha da açıyor: “Öteki olarak duruyorsunuz ortada ve Batı’nın düşünce, bilim alanlarında; toplumsal, siyasi ve mali alanlarda ilerlemesinin karşısında siz baka kalıyorsunuz. Siz onun kadar ilerleme imkanlarına sahip değilsiniz, ona tamamen râm olamıyorsunuz. Aynı zamanda kendi geleneğinize de dönemiyorsunuz. İki arada bir derede kalma durumu… Bu nedenle Doğu toplumlarında düşünce üretmek, felsefe yapmak zahmet isteyen bir iş. Zira hem geçmişle iletişimin önünde dahili engeller hem de Avrupa ile irtibat kurma açısından arada açılmış bir mesafe var. Mesafeyi kapatmak hayli çaba ve zahmet gerektiriyor. Bundan dolayı imkânsız olmasa bile zorlu bir süreçle karşı karşıyayız. Bu sadece Türkiye için değil, bütün Batı dışı toplumlar için geçerli.”
Sorundan bahsetmişken çözüme değinmemek olmaz. Kaya, çözüm niteliğinde şunları söylüyor: “Ben müspet konuşma taraftarıyım. Türkiye’de, yüz yıllık Cumhuriyet tarihinin son 40-50 yılı içerisinde bilimsel açıdan iyi nesiller, araştırmacılar yetişmekte. Bu araştırmacılar günü ve gelenekte olanı; Batı’yı ve Doğu’yu anlamaya yönelik ciddi bir gayret içerisinde. Bu gayretler de ürünlerini veriyor aslında. Bu anlamda yürüyen bir düşünce etkinliği var ama bunun her zaman istikrarlı ve beklendiği kadar ciddiyetle yapıldığını söylemek zor. Belki de en önemli sorunumuz bu: ciddiyet ve istikrar. Bunu sağlarsak daha da iyi bir durumda oluruz diye ümit ediyorum.”
Sizce felsefenin ilkeli olur mu?
“Düşüncenin bir gelişim seyri takip ettiğini reddedemeyiz. Bu gelişimi insan kendisinde görebilir ve yaşı ilerleyip birikimi arttıkça, olgunlaştıkça bakış açısının yetkinleştiğini fark edebilir. Meselelere daha hoşgörülü, kuşatıcı bir şekilde bakabildiğini anlar. Bu süreç felsefi konuların ele alımında da böyledir. Her ne kadar yargılayıcı, yermeli gibi gözükse de insanlık tarihinde bir gelişim seyri öne sürüyorsak, düşüncenin ilkelliğinden ve gelişiminden söz etmek mümkündür. Bunun yanı sıra şunu da belirtmek lazım ki belli toplumlarda felsefi meselelerin daha çok gündeme gelmesi, konuşulması ve yazılması düşüncenin daha işlenmiş hale gelmesini sağlamaktadır. Bildiğimiz kadarıyla Yunan’ı bu toplumlara örnek gösterebiliriz.”
Kaya, şu meseleyi özellikle vurguluyor: “Yunan’ın gelişmişliği örneğin Fenike’nin daha ilkel bir düzeyde olduğu anlamına gelmiyor. Sonuçta insan aynı insan. Ama siyasi, iktisadi, toplumsal şartları sayesinde Yunan dünyasında bugün felsefe dediğimiz şeyin çok daha etkili, güçlü ve yoğun bir şekilde işlendiğini, geliştirildiğini görüyoruz. Denebilir ki düşünce üzerine ne kadar düşerseniz o kadar kök salar ve derinleşir.
“İnsan düşünen canlıdır, tanımından yola çıkacaksak şayet, düşünme kabiliyeti X toplumunda daha az, Y toplumunda daha fazla; bu ırklar daha iyi düşünür, şu ırklar düşünemez demek özcü bir yaklaşım doğuracaktır. Bu yaklaşımın hesabını vermek de mümkün değil. Mesela yukarıda da bahsettiğimiz gibi 19. yy’dan itibaren başlayan Avrupa tarih yazımı sürecinde özcülüğü görüyoruz. Buna göre Aryan ırkı akılcı düşünmeye en yatkınken karşısında yer alan Samiler, Yahudi ve Araplar kastedilmektedir, ancak mistik[!] bir düşünce üretebilir. Dolayısıyla o dönemde Batı’nın Doğu’ya karşı ‘sizden bilim ve felsefe çıkmaz’ şeklinde ayrıştırıcı ve yargılayıcı bir bakış açısı var. Bu, Şarkiyatçılıkta da kendini gösteriyor.
“Bence böyle bir ayrım yapmak doğru değil. Ama şu bir vakıadır ki belli toplumlar düşünsel meselelere daha çok kafa yorunca orada o iş daha fazla gelişiyor. Bu Yunan olur, İslam toplumu olur, Çin, Hint olur, fark etmez. Bu bizim için de geçerli. Biz felsefi meselelere kafa yorup ‘yatırım yaparsak’ Türkiye’deki felsefi gelişimin hızlanmasını, Türkçe’nin daha arıtılmış bir felsefe dili haline gelmesini sağlarız. Ama böyle bir yatırım yapmazsak, sadece tercümelere dayanırsak var olanı tüketir veya aktarırız, ilerleyemeyiz.”
İngilizce ve Fransızca ile Arapça ve Farsçayı aynı kefeye koyanlar var. Bizim bakış açımıza göre İngilizce ve Fransızca kökenli kelimeler yabancı kelimelerken Arapça ve Farsça kökenli kelimeler Türkçedir. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kaya, öncelikle dil, felsefe ve düşünce arasındaki ilişkiden söz açıyor: “Felsefede yaptığımız iş düşünce ve düşüncenin dille ifadesi. Bu nedenle dil çok önemli bir araç. Hem sadece araç da değil, aynı zamanda düşünceyi belirleyen bir tarafı var. Aslında tavuk-yumurta örneği gibi dil mi düşünceyi, düşünce mi dili belirler sorusuna nihai bir çözüm bulmak zor. Birbirlerini belirleyen bir boyuta sahipler. Bu nedenle az önceki soruda dediğim gibi bir dilde felsefi meseleler ne kadar derinlikli bir şekilde tartışılmaya cesaret edilir, nesiller boyunca uğraşlar verilirse meselelerin, kavramların ve nesnelerin isimlendirilmesi, dile dökülmesi konusunda o kadar çok seçeneğe sahip olunur. Mesela, İngiltere’nin sömürgesel tahakkümünü de göz önünde tutarak diyebiliriz ki günümüzde dünyada büyük bir kitle İngilizce yazıyor, çiziyor. Bu aslında İngilizceyi güçlendiriyor ve İngilizce pek çok meseleyi ifade edebilecek bir hale bürünüyor. Biz bile bazen Türkçe karşılığı olmayan ama İngilizcede çok iyi oturmuş kelimeleri kullanmak mecburiyetinde hissediyoruz.”
Hocamız ardından dildeki kavram üretme yetersizliğine değiniyor: “Düşünmek, düşünce üretmek ve bunun dille nasıl ifade edileceği üzerine kafa yormak lazım önce. Bu sayede kavram üretme konusunda kısıtlılık yaşayan diller gelişebilir. Dilin üzerine düşünülürse, uğraşılırsa, tabii sadece yapay bir şekilde dayatılarak dilin üzerine düşmekle olacak bir şey değil bu, dil aracılığıyla düşünmenin üzerine düşünülürse ilerleme sağlanabilir.”
Girizgâhtan sonra sorumuzun ana cevabına geçiyor: “Dili bir yerle sınırlandırmak, sadece şu kökten gelenler bize aittir, bu kökten gelmeyenler bizden değildir şeklinde bir ayrım yapmak pek mümkün değil. Bu imkân sorunu biraz da dilin canlı yapısı ile alakalı. Yani siz ne kadar zorlasanız da bir kavram, bir tanımı karşılamaktaysa o kendine bir yol bulur. Engellense bile dile girer ve yaygınlık kazanır.
“Tedavüle girdiyse Arapça ve Farsça kökenli kelimelerin kullanılmasında, bunların Türkçe değerlendirilmesi konusunda hiçbir sıkıntı yok. Tabii onların karşılıklarını Cumhuriyetin ilk yıllarında yapıldığı ve Güneş Dil kuramında ön görüldüğü gibi İslam öncesi Orta Asya kökenli kelimelerin birleşimiyle üretmeye çalışmak başarılı bir sonuç vermiyor. Hiç şüphesiz o dönemde üretilen ve kullandığımız kelimeler mevcut. Bazısı yaygınlık kazanmış, bazısı ise başarısızlıkla sonuçlanmış. Ama bu kelimelerin dilde yaygınlık kazanabilmesinin bir ölçütü yok. Bu zorluk dilin canlılığıyla alakalı.
“Diğer yandan İngilizce ve Fransızca için kesin ayrımlar yapmanın zor olduğu kanaatindeyim. Bir kere Osmanlı dünyasının çok ulusluluğunu hatırlayalım. Türkçeleşmiş pek çok Rumca, İtalyanca, Ermenice kökenli kelime vardı. Tabii dilin, düşüncenin belirlenmesindeki görevini hatırda tutarak dili muhafaza konusunda, en azından yazı dilini muhafaza anlamında bir gayret göstermek gerekiyor. Ama bunda da dengeyi nasıl tutturacağımız üzerinde düşünmeliyiz. Zira kesin sınırlar çizmek hakikaten zor.
“Örneğin, problem[!] kelimesini kullanıyoruz. İngilizceden geldiği için bunu reddetmenin, yok saymanın bize kazandıracağı bir şey var mı? Türkçeye yerleşmiş bir kelime artık. Tabii izlemsel[stratejik] noktalarda kırmızı çizgiler çizilebilir ama bu çizgileri belirleme noktasında düşünmek lazım. Dediğim gibi sınırı çizmek kolay değil.”
Bu noktada bir ek yapma ihtiyacı duyuyoruz: “Haklısınız, ne var ki biz de ‘problem’i tedavülden kaldırmayı savunmuyoruz. O kelimenin Türkçe olmadığını, eş anlamlılarını kullanabileceğimizi, başka bir seçeneğin varlığını göstermeye çalışıyoruz.”
“Tabii eş anlamlı kelimeler konusu önemli. Herkesin şikâyet ettiği bir konudur bu. Artık insanlar sınırlı sayıda kelime ile konuşuyor. Oysa Türkçe eş anlamlılar bakımından oldukça zengin, maalesef kullanmadığımız için aklımıza gelmiyor. Bu noktada eş anlamlıları arttırmamız, insanlara bilinç kazandırmamız lazım.”
Söyleşinin son sorusuna geliyoruz: Biz dil üzerinde çalışan bir topluluğuz. Bu bağlamda dil ile düşüncenin arasındaki önemli ilişkinin farkındayız. Sizce insanların ana dilleri dışında konuşarak, düşünerek felsefe yapmaları mümkün müdür?
Hocamız önce dil ve felsefe ilişkisine değiniyor: “İnsan düşünen bir varlıksa ve insanın bir dili varsa hangi dilde olursa olsun felsefe yapabilir. Bir dil felsefeye daha müsaittir veya müsait değildir şeklinde nitelenemez. Örneğin bir dilde felsefenin daha önce yapılmaması ileride de yapılmayacağı anlamına gelmez. Fakat işlenmiş ve işlenmemiş diller vardır denebilir.
“İnsanın ana dili dışında felsefe üretip üretemeyeceği büyük bir felsefi sorun. Bu soru, düşünceyi üreten kişi ile düşüncenin üretildiği kültür ve coğrafya arasındaki ilişkinin oranı doğrultusunda farklı cevaplandırılabilir. Bu oranı açmak gerek. Diyelim ki bir tarafta hayatı boyunca ana dilinin dışında bir dilde eğitim gören bir kişi var. Örneğin İngilizce eğitim görmüş bir Türkü ele alalım. Nihayetinde kültür, kişinin düşüncesinde açığa çıkar, Türk, Türklüğünü her koşulda hem muhafaza hem de belli eder diyor ve düşünceyi üretenin kökeni ile düşünce arasında sıkı bir ilişki var sayıyorsanız o kişi ana dili dışına çıkamaz, başka dilde felsefe yapamaz anlamına gelir.
“Diğer yandan, eğer kökenlerin düşüncenin üzerindeki belirleyici etkisinin varlığını kabul etmiyorsanız, insan başka dillerde de düşünebilir, yazabilir. Farklı dünyaların sorunlarına çözüm üretebilir. Küreselleşme bizi buralara doğru götürüyor, yani kökenlerden kopararak Anglosakson dünyanın kurguladığı kürenin bir ferdine dönüştürüyor.”
Kaya, iki farklı bakış açısını sunduktan sonra kendi fikrini açıklıyor: “Bence ana dilin düşüncenin üretilmesinde daha belirleyici bir görevi var. Ama ana dil karşısında küreselleşme adını verdiğimiz insanları tektürleştiren bir olgu da mevcut. Küreselleşme fikirleri Anglosakson dünyanın etrafında birleştiriyor. Küreselleşmenin yanı sıra eğer kişi iyi bir eğitim aldıysa ve uzun yıllar başka dillerle haşır neşir olduysa, söz konusu dillerde düşünebilme imkanını yadsımıyorum. Ama nihayetinde insanın kökenine dair izlerin düşüncesinde açığa çıkacağını düşünenlerdenim. Bu nedenle verdiğim iki farklı bakış açısının ortasındayım.”
Son kez söze karışıyoruz: “Aslında ana dilde ya da başka dilde felsefe üretebilmemizi bir kültüre kendimizi ait hissetme oranı belirliyor diyebilir miyiz?”
“Tabii, his ve duygu ile de alakalı. Vatandaşı bulunduğunuz ülkede yaşarken de kendinizi başka bir dünyaya ait hissedebilirsiniz. Kendinizi nereye ait hissettiğiniz ile ilişkili bir durum.” diyerek son soruyu da yanıtlıyor.
Söyleşimizi bitirirken Cüneyt Hoca masasındaki bir esere (Türkiye’de/Türkçede Felsefe Üzerine Konuşmalar) uzanıyor ve bunu görmüş müydünüz, diye soruyor. Hayır dememiz üzerine de kitabı bize hediye ediyor. Bu yazı vesilesiyle bize zaman ayırdığı ve beklenmedik hediyesi için ona tekrar teşekkürlerimizi sunuyor, kitabı okur okumaz kapısını çalacağımızı bildiriyoruz.
- Prof. Dr. Mehmet Cüneyt Kaya’nın izniyle söyleşi sırasında kullandığı bazı kelimeleri kendi tercihlerimiz doğrultusunda Türkçeleştirdik ve Prof. Kaya’nın kullandığı kelimeleri köşeli ayraç içinde verdik.
- Köşeli ayraç içindeki ünlem işareti, Fransızca ve İngilizce kökenli olup Türkçe karşılık bulamadığımız kelimeleri belirtmek için kullanılmaktadır.
(Derginin Dokuzuncu Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)