“İnsan tutsak olduktan sonra, ister sarayda ister zindanda olsun, bence ikisi de birdir.”
(Namık Kemal/Cezmi)
Hukuk dilinde “Bir şahsı, bir canlıyı veya eşyayı bir yere kapatmak, bir süre alıkoymak” anlamını taşıyan habs (hapis) kelimesinden türeyen hapsetmek eylemi kadimden beri mevcut olsa da, hapishanenin üç asır önce dünyanın hiçbir yerinde var olmadığı görülür. Bahsettiğimiz hapishane kurumunun en ilkel hali olarak, insanın önce avcı ve avlanan ilişkisinde vahşi hayvanı, çobanın kara hayvanını ve köylünün bitki ve akarsuyu kapattığını, ehlileştirdiğini ve bunlar üzerinde iktidar kurduğunu söyleyebiliriz. İktidar, zamanla yerini sıralanımlı [hiyerarşik] ve toplumsal siyaset düzenine bırakınca bu sefer ehlileştirilecek konuma düşen insan olur. Akıl ve duygu sahibi insanın itaatsizliği ve isyanını durdurmak daha zor olacağından gerek suçluyu ıslah etmek gerekse geride kalanlara ibret olması amacıyla, insanı “dört duvar” arasına koymaktan başka seçenek kalmamıştır. Suçlunun nefsini terbiye etmesi ve teslim olması beklendiğinden, “cezaevi” olarak zindanların “cehennemi” temsil etmesi gerektiği kabul edilir. Bu yüzden, kale, hisar, saray ve tersanenin içindeki zindanlar çoğu zaman karanlık, basık, pis ve havasızdır.
Zindandan Hapishaneye Geçiş
Osmanlı Devleti’nin hukuk yapısını, ilk kurulduğu yıllardan itibaren, diğer Müslüman-Türk devletlerinde de olduğu gibi, esasını Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed’in koymuş olduğu hükümlerden alan İslam hukuku teşkil eder. Halil İnalcık’a göre Osmanlı Devleti kendine özel bir hukuk düzeni geliştirmiştir. Devlet’in nizamı, İslam hukuku ile birlikte, hükümdarın şeriata aykırı olmamak şartıyla örf ve adetlerden faydalandığı bir takım kanunlar koyma yetkisine sahip olmasından dolayı oluşturduğu örfi hukuktan gerçekleşir. Hukuk düzenleme yetkisi ise kuramsal olarak padişaha ait olup şeyhülislam başta olmak üzere kazaskerler, hukuki konuları iyi bilen ulema ve nişancı, padişaha kanun koyma konusunda yardımcı olurlardı. Tarihimizde pek çok yeniliğin ilk adımı olan Tanzimat Fermanı’ndan sonra ise hukuk alanında da değişimler gerçekleşmiş, Batı dünyasının hukuk düzeninden etkilenilmiştir. Tüm Avrupa’yı etkisi altına alan hukuk felsefesi, Osmanlı kanunlaştırma hareketlerine de etki etmiştir. Gelişen dünyada Osmanlı’nın toplumsal ve iktisadi hayatında görülmeye başlanan köklü değişiklikler ve gelişmeler, hukuki düzenlemeleri de beraberinde getirmiştir.
1851 yılına gelindiğinde, İngiliz Büyükelçisi Canning’in Osmanlı Devleti’nin yeniden yapılanması ve “Avrupa medeniyeti”ne dâhil edilmesi konusundaki ısrarı sebebiyle hapishanelerle ilgili de teftiş yapmış, bunun sonucunda Osmanlı Devleti’nin hapishane ıslahatı yapması gerektiğini bildirmişti. Fakat Osmanlı Devleti’nde hapishanenin yokluğu, haliyle hapishanenin ıslahatını mümkün kılmıyordu. Nitekim Osmanlı coğrafyasında tutuklama ya da hapis cezası için kullanılan mekânlar kale, tophane, saray gibi binaların içinde bu işe ayrılmış herhangi bir yerden ibaretti. Buralarda da çoğu zaman ayrı bir mekân tahsis etmek mümkün olmadığından kadın suçlular dinlerine göre imam, papaz, haham ya da şehir halkından birinin veya muhtarın evinde tutuluyordu. Yani Osmanlı’da sadece suçluların ve tutukluların hapsedilmesi için yapılmış, sadece bu amaçla kullanılan ”hapishaneler” bulunmuyor, zanlılar ancak mahbes ya da zindanda tutuluyorlardı. Bunun yanında bu tür mekânların elverişsiz koşulları, sağlık hizmetinin düzgün verilmiyor olması, Batı’nın, Osmanlı Devleti’ne baskısına neden olmuştu. Böylelikle Osmanlı Devleti’nde 1851 yılı itibariyle çalışmalara başlanmış, hem mahbeslerin iyileştirilmesi hem de yeni hapishaneler inşa edilmesi sağlanmıştır.
Osmanlı’da Kadın Mahkûmlar
Osmanlı’da geleneksel dönemden imparatorluğun[!] sonlarına kadar kadın ve erkek mahkûmların ayrı yerlerde tutulduğu görülmektedir. Bahsettiğimiz gibi, kadın mahkûmlar için ayrı bir bina niteliğinde kadın hapishanesi bulunmuyor, kadın mahkûmlar cezalarını mahalle imamının gözetiminde ya da kendileri için özel kiralanmış evlerde çekiyorlardı. 1912 yılına kadar, hem devletin kısıtlı geliri gereği hem de kadın mahkûm ve tutukluların sayısının az olmasından dolayı kadınlar için ayrı bir hapishane yapılmasına ve kadın hapishane bekçilerinin tayin edilmesine gerek görülmemiştir. Zaman zaman yeni kadın mahkûm ve tutuklulara yer bulunamayınca, devlet; kadın hapishanelerine bütçe ayırmamakta ısrarcı olarak, kadın mahkûmları hâlihazırdaki hapishanelerin koğuşlarına yerleştirmeyi geçici bir çözüm olarak bulmuş fakat bu yeterli olmamıştır. Ancak 1912 yılından itibaren kadın mahkûm ve tutuklu sayısının giderek artması, kadın hapishanelerinin oluşturulmasını zorunlu kılmıştır. Ancak 20 yüzyılın ilk çeyreğinde kadın mahkûmlar için yeni hapishanelerde erkeklerden ayrı olarak kadın koğuşlarının inşa edilmesiyle düzene kavuşmuş, bu süreçte ise kadın mahkûmlar onlar için tahsis edilen erkek mahkûmların bulunduğu hapishanelerin bir bölümünde alıkonmuşlardır.
Kadınlara özel hapishanenin tahsisinden sonra Hapishaneler İdaresi’ne mahkûmların başına kadın hapishane bekçileri konulması için pek çok istek gelmiştir. Çünkü kadın mahkûmlar için erkek hapishane bekçisinin görevlendirilmesi ciddi sorunlara yol açmıştır. Bunlardan en dikkat çekici olanlardan biri, Mehmet Çavuş adlı hapishane bekçisinin, kadın mahkûmları yasağa rağmen dışarı çıkarttığı ve onları fuhşa sevk ettiği savının doğruluğunun kanıtlanması üzerine, Mehmet Çavuş’un yargılanarak kendisine gerekli cezanın verilmesidir. Genellikle kadın mahkûmlar ve erkek bekçilerin ilişkisi, belirli yasakların göz ardı edilmesi gibi sorunlar ortaya çıkarmıştır. Bunun üzerine devlet tarafından kadın bekçi istekleri değerlendirilmeye alınmış, nihayetinde maaşı erkek bekçilere oranla daha az olan, çoğu zaman gönüllü olarak çalışan kadın bekçiler tahsis edilmiştir.
Konu kadın mahkûmlar olunca, çocukların anneleriyle beraber kalıp kalmayacağı da tartışılan sorunlardan biri olmuştur. Hazırlanan kanunla 0-6 yaş arasındaki çocukların anneleriyle birlikte kalmaları uygun görülmüş, altı ve üstü için de suçlu anne ve çocuğunun birlikte alıkonulmasının sakıncalı olduğu belirtilerek, çocuklu kadın mahkûmların çocuklarıyla birlikte Darülaceze’nin bir bölümünde mahkûmiyetlerini tamamlamasına karar verilmiştir.
Kadın hapishanelerinde giyim-kuşam, yeme-içme gibi zorunlu ihtiyaçlar her ne kadar toplumsal-iktisadi şartlar hapishane işletimini zorlaştırsa da kısıtlı imkanlar dahilinde mahkûmların elbiseleri, yatakları ve korunması gereken eşyaları tedarik edilmeye çalışılmaktaydı. Mevsimlere göre kıyafetlerin seçilmesine özen gösteriliyordu. Fakat yemek konusunda aynı özenin gösterildiğini söyleyemiyoruz. Yemek miktarı az olduğu için çoğu zaman yetersiz kalıyordu. Ayrıca birçok öğün verilememekteydi. Ancak hamile ve çocuklu kadınların fazladan yemek almasına müsaade ediliyordu. Mahkûm ve tutuklulara verilen yemek ve ekmek miktarının kısıtlı olması, bazı sağlık sorunlarına yol açıyordu.Kadın hapishanelerinde sağlık hizmetlerinin ve imkânlarının kısıtlı olmasından dolayı, tedavi sürecinde güçlük yaşanıyor, mahkûmlar arasında bulaşıcı ve salgın hastalıklar hızla yayılabiliyordu. Hapishanenin ıslahı için yapılan çalışmalar sık sık yenilense de bunun genel anlamda yeterli olmadığını söyleyebiliriz.
Kadın mahkûmların hapishane yerine genellikle askeri dikimevlerinde çalıştırılması ve onlardan iş gücü olarak faydalanılması sıklıkla rastlanan bir durum olmamakla beraber, mahkûmların çalışmak istedikleri ve devletin de mahkûmlara zanaat öğretmek ve onları meslek sahibi yapmak gayretinde olduğu görülmektedir.
Osmanlı’da Kadınlar Hangi Suçları İşliyorlardı?
Osmanlı kadınlarının suç işleme oranları düşük olsa da genelde, borç ödememe, hür insan ticareti, katle sebebiyet, hırsızlık, yataklık ve fuhuş gibi suçları işledikleri, bunun karşılığında kısa süreli tutuklama ve büyük oranda da sürgün cezası aldıkları dikkat çekmektedir.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu sıkıntılı dönemde, uzun süren savaşlar, siyasi güç kaybı, bununla beraber maddi yetersizlikler ve toplumdaki ahlaki çöküş nedeniyle toplumu iyileştirme hedefine ulaşılamamıştır. Neticede suç oranı artmış, o dönemki Osmanlı kadınının kendini gerçekleştirmek için doğru olmayan kararlar alarak yanlış mecralara sürüklenmesi olası hale gelmiştir. Toplumda yaşanan cehaletin etkisiyle maddi-manevi özgürlüğe sahip olamayan kadının, evlenene kadar babasının, evlendikten sonra da kocasının “malı” olarak görülme anlayışının yaygın olmasının, işlenilen suçlarda etkili olduğu anlaşılmaktadır.
Kaynakça
1) YILDIZ, Gültekin, “Mapusane (Osmanlı Hapishanelerinin Kuruluş Serüveni 1839-1908)”Kitabevi, İstanbul 2012
2) ÖZDEMİR KIZILKAN, Ayşe, “Osmanlı’da Kadın Hapishaneleri ve Kadın Mahkûmlar (1839-1922), Doktora Tezi, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Isparta 2011
3) ÖZTÜRK, Sevcan, “XIX Osmanlı Ceza Sisteminde Dönüşüm: Zindandan Hapishaneye Geçiş”, Yüksek Lisans Tez, Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Aydın 2014
4) BARDAKOĞLU, Ali, “Hapis”, TDV, XVI, İstanbul 1997, ss. 54-64 (15.08.2020)
5) 1000Kitap Alıntılar (19.08.2020)