Bir hikâye, bir masal ve bir kış günü…
Soğuktan donmuş ellerini annesinin sıcak avuçlarına dokunarak ısıtmak istiyordu. Üşüyordu ve onu ısıtacak tek şeyin bir anne sıcaklığı olduğunu biliyordu. Dışardan gelen rüzgârın uğultusu, içindeki korkuları daha da arttırıyordu. Etrafın karanlığından değil de yaşayacağı karanlık günlerden korkuyordu.
Yeni yıl gelirken herkes gibi o da çok heyecanlanırdı. Acılar, kederler sanki bir mum gibi erir yerini mutluluklara bırakırdı. Düşler kurar ve bu düşlerin peşinden gitmeyi çok severdi. Ayva tatlısı yiyip içeceği ıhlamuru hayâl ederdi. Onun düşlerinde dışarıda her zaman kar yağardı. Odasına vuran sokak lambasının sarı ışığını hep çok severdi. Penceresinin kenarına koyduğu mor menekşeleri seyretmeye bayılırdı. Ağaçların dallarına yuva kuran kuşları izler, onların küçüklüğü ile kendini kıyaslardı. Ceviz ağacının kokusunu içine çeker, ağacın dalına kendisi için bir salıncak kurardı.
Karanlık günler demiştik, hangi karanlık günler? Elbette ki ölümün getireceği karanlık günleri hissediyordu. Geleceği için kurduğu o güzel düşler yavaş yavaş azalmaya başlayacaktı. Kurduğu hayâlleri kimseye anlatamadığı için suya konuşmaya başlamıştı. Bir saadet mümkün mü diye düşünürken sevdiklerine kavuşacağı günün mutluluğunu düşünüyordu. Onun kaygılı, hüzünlü hatta ağlamaklı hâli dünya için pek bir şey ifade etmiyordu. Çünkü onun gibi binlerce insan vardı. Üzülen, kırılan, yaşamak zorunda kalan ve annesinin sıcak ellerinden ısınmak isteyen birçok insan… O, düşlerine varamayıp yolları geri dönmek zorunda kalan insanlardan sadece biriydi. Zamanla içtiği ıhlamur acı gelmeye başlamıştı. Düşlerindeki karlar yerini fırtınalı yağmurlara bırakmıştı. Ayva tatlısı çok şekerli gelince o eski tadını kaybetmişti. Sahi tadını kaybeden tek şey “ayva tatlısı” mı? Erik ağacından ceplerine doldurduğu erikler bile eski tadını vermiyordu artık. Bunun sebebini kendisi de biliyordu. Bir ölümdü tüm mutlulukları azaltan ve bir doğumdu hayatını tekrar canlandıran. İçindeki düşler azalsa da düşünmeye her zaman devam ediyordu. Okumak ve konuşmak ona çok iyi gelirdi. En son okuduğu kitapta aklında kalan en önemli alıntı şu idi: “Bu dünyada iki mühim hadisenin oyuncağıyız. Doğum, ölüm…” Gerçekten de öyleydi, kaybettiği herkes için üzülürken hayatı parmak ucunda yaşadığının farkına vardı. Eskiden olsa gökyüzündeki fırtınayı abartırdı fakat artık içindeki fırtınaları abartmaya başlamıştı. Dünyaya nerden bakmalı diye düşündü. Artık büyümüştü. Sahi büyümek de neydi? İnsan bir sabah uyandığında “Evet, büyüdüm.” diyebilir mi? Elbette diyemez ama büyüdüğünü anlar insan. Nasıl mı? Üşüdüğünde annesinin ellerindeki sıcaklığı bulamadığında, kuşların küçüklüğü ona hüzün verdiğinde, heyecanla toplamaya gittiği erikleri yiyemediğinde insan büyüdüğünü anlar.
Yeni yıl demiştik değil mi? Çikolatalar, [!] renkli çoraplar, annesinin yaptığı havuçlu tarçınlı keki[!] iştahla yiyen o çocuk yeni yılda tüm bu mutluluğu hisseder. Kasetten[!]çalan bir şarkıyı dinleyerek hiç gitmediği diyarlara gider. İnsan çocukken çoğu zaman başka evlerde, başka insanlarla yaşadığını düşler. Başka biri olsaydım acaba nasıl olurdu diye düşünür, sadece hayâli bile insana iyi gelir. Sonra başını kaldırır, avuçlarında bir toprak yığınını görür, içine öfke dolar ve dünyanın bir yolculuk olduğunu anlar. Hayâli evlerin ve insanların uzaklarda bir yerlerde yaşadığının farkına varır. Onların hikâyeleri, masalları ve kışları farklıdır. Onun tek gerçeği sokakta gördüğü yavru bir kedi, içtiği kireçli su ve burnun direğini sızlatan ölüm soğukluğudur. Okuduğu bir şiir gelir gözünün önüne: “Her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği.”
Turgut Uyar’ın bu dizesini okuduğunda hayatı daha anlamlı hâle gelir. Her şeyi ama her şeyi düzeltmeye çalışırken birdenbire yok olur tüm dünyası. İşte insan bazen düzeltmemeyi, belki de büyümemeyi bilmelidir. Küçükken boya kalemleri ile boyadığı ormanların yeşiline gözleriyle şahitlik eder. Düşlediği her şeyi suyun kenarına bırakır ve gerçeklerle ağı ağır yürümeye başlar.
Yukarıdaki hikâyenin bir baş kahramanı yok çünkü onda çoğumuzdan parçalar var. Kişinin adı yok çünkü adımız bizim için sadece bir yük. Yaptığımız tüm eylemlerden mesul kabul edileceğimiz bir yük. Bence çoğumuz zamanında çok fazla düş kurduk, belki de hâlâ kuruyoruz ama içimizde bir yerlerde hep bir burukluk var. Her birimizin yaşamı birbirinden çok farklı hikâyelere sahip. Kimimiz kendi masallarımızı kendimiz okuduk, kimimiz bir günde büyüdüğümüzü anladık. İşte insan olmak da bu değil mi? Yaşadığımız farklı olaylar bizi birbirimizden ayırsa da bir “olay” yaşamamız bizi birleştiriyor. Bir bakış açısı hikâyemizi kökten değiştirebilir. Bu noktada yukarıdaki hikâyede özellikle vurguladığım bir husus var: “Ölüm…” Uzun zamandır (yaklaşık bir yıldır) okuduğum çoğu romanda[!] en çok dikkatimi çeken kavram ölüm ve insan kavramı oluyor. Uzun uzun düşünüyorum, acaba çocukluğumda da ölümü bu kadar düşündüm mü diye. Fakat fark ettim ki düşünememişim. Çünkü çocukluğum hep hayâl kurmakla geçti. Otobüsle[!] sahil kenarından geçerken evleri seyretmeye bayılırdım. O evlerin içinde yaşayan kadın ve erkeklere isimler verirdim. Onlarla sohbet eder, çikolatalı pastalar[!] yerdim. Evin en küçük kızının en değerli oyuncakları bana hediye edilirdi. Gece olduğu zaman o evden sahile bakacağımı düşünür ve sahilden geçen gemilerin içindeki kaptanların[!] yerine koyardım kendimi. Tabii bunların hepsini o kasvetli otobüste yapardım. Benim için hayâl kurmak dışarıda gerçekleştirilecek bir eylemdi. Çünkü ev demek gerçeklik demekti. Kurduğum bu düşleri zaman zaman hatırladıktan sonra nihayet sorumun cevabını aldım. İnsan bu kadar düşün içinde ölümü nasıl düşünsün ki?
İşte büyümek bana ölümün varlığını kanıtladı. Okuduğum kitaplardan öğrenmedim ölümü. En derinden, en hisli yerden öğrendim. Çocukluğumda kurduğum hayâller kadar uzak değildi. Hatta çok fazla yakındı. Ölümü anladıktan sonra okuduğum her yeni kitapta, tanıdığım her yeni insanda benden gidenlerden (hep içimde kalacaklardan) bir parça aradım. Kurduğum hayâllerdeki ev sahibi başımı sıvazladı. Sadece ben daha mutlu olayım diye, evin en nazlı kızı en sevdiği oyuncaklarını bana hediye etti. Karın soğuğunu hissetmekten çok daha zordu ölüm soğuğunu hissetmek. Bunları yazıyorum çünkü unutmamak istiyorum. Çocukluk düşlerimi unutmadığım gibi “ölümü” de unutmak istemiyorum. Artık sahil kenarındaki evlerin önünden geçerken o insanların benim acıma ortak olduklarını biliyorum. Zamanında benim onların mutluluğuna şahitlik ettiğim gibi onlar da benim yanımdalar artık. Kaybettiğim, benim yanımda olmayan herkes için o evin sahipleri benim yanımdalar. Mor menekşeleri çok seven kız, karın yağmasını heyecanla bekleyen küçük erkek çocuğu, ıhlamur içmeye bayılan bir babaanne, ceviz ağacına salıncak kuran ve içindeki çocuğu kaybetmeyen baba… Şimdi onlar benim gerçekliğimde hayâl kuruyorlar.
Bu yıl kaybettiğim tüm sevdiklerime…