“Batıya Doğru Akan Nehir”
***
“Bu çağcıl dünyanın doğuşunun hiç anlatılmamış hikâyesidir. Medeniyetin dünyaya yayılışı için yepyeni bir bakış açısı… İnsanlığın Göbeklitepe’deki başlangıcından Çatalhöyük’teki tarımın ortaya çıkışına, Dicle ve Fırat Havzası’ndaki [Mezopotamya] ilk şehirlere ve krallıklara,[!] dini inanışların doğuşundan tek tanrı inancına, uygarlığın akışını takip etmeye, kaynağından, Orta Doğu’dan başlıyoruz. Binlerce yıldır dünyanın iktisadi, bilimsel ve kültürel[!] merkezi, olağanüstü bir yer… Fikirlerin ve yeniliklerin özgürce el değiştirdiği Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasındaki en önemli köprü olan, bin yılı aşkın bir süre bu bölgeye hükmetmiş bir imparatorluk[!] kuran Türklerin başarılarını takip ediyoruz. Doğuda Hindistan’dan batıda İspanya’ya kadar 16 ülkede çekilmiş; ünlü uzmanlar, harika mekanlar ve eşsiz bilgilerle dolu 20 bölümden oluşan bir dizi…Bu eski [antik] dünyadan çağcıl dünyaya, Doğudan Batıya doğru akan bir nehri takip eden destansı bir keşif yolculuğu olacak.”
***
Batıya Doğru Akan Nehir belgeseli, Başbakanlık Türk Tanıtma kaynakları ve TRT’nin desteğiyle, Bahçeşehir Üniversitesi Medeniyet Araştırmaları Merkezi tarafından büyük bir maddi imkan ile hazırlanmıştır. Basın duyurusunda, belgeselle dünya kamuoyunun dikkatini, uygarlığın gerçek doğum yerine, Orta Doğu’daki iki nehrin arasına, Dicle ve Fırat Havzası’na çevirmenin amaçlandığı ifade edilmiştir. Ayrıca belgesel, 11 Eylül saldırıları ile Doğuya çevrilen devrik gözleri bir nebze hafifletmeyi amaçlamıştır.
***
“Batıya Doğru Akan Nehir” belgeselinde medeniyeti akıp giden bir nehir gibi düşünmek mecburiyetindeyiz. Akan nehir, beraberinde yeni fikirleri alacak ve nehrin kollarıyla birleştirecek yeni kültürleri içine alarak yeni düşüncelerin doğmasına ve medeniyetlerin etkilenmesine yol açacaktır. Tasvir ettiğimiz nehrin yönü Doğu’dan Batı’ya gidecek ve belgeselin her bölümünde yeni iddialar sunularak kanıtlarla birlikte incelenecektir. İddialardan en önemlisi, geçmiş Doğu uygarlıklarının büyüklüğü ve Doğu uygarlıklarının, evrensel uygarlığın gelişimine en az Batı uygarlıkları kadar katkı sunduğudur. Belgeselde Batılı uzmanlara da başvurularak Batı’nın kendisini diğer medeniyetlerden üstün görmesinin yanlışlığı izleyiciye kanıtlanmaya çalışılmıştır. Örneğin Afrodit’in Babillilerin güzellik tanrıçası İştar’la benzerliği Batılı uzmanlarca anlatılmış akabinde dış ses: “İskender’in Doğu seferlerinde gördüğü üzere Doğu ve Batı ayrılmaz şekilde birbirlerine bağlıydılar ve İskender’in gururla kendisinin kabul ettiği Yunan uygarlığı gerçekte Doğu kökenli bir kaynaktan doğmuştu.” demiştir. İskender’in fetihleri, Babil’in alınışı anlatıldıktan sonra, yazının Dicle ve Fırat Havzası’nda bulunuşu ve Yakın Doğu boyunca yayılışı, Homeros’un hikâyelerinin Babil kökenli destanlardan alınışı, Thales’in güneş tutulmasını tahmin edişinden 200 yıl önce Babilli gök bilimcilerin [astronom] tutulmaların, gün dönümlerinin kesin bir dizelgesini [liste] tutuşları ele alınmıştır. Velhasıl günün sonunda Yunanların dünyaya sunduğu çoğu hizmetin Doğu kökenli olduğu ispatlanmıştır.
Medeniyetlerin doğuşuna ve çöküşüne tanıklık eden medeniyetlerin beşiği: “Dicle ve Fırat havzası”
Türkiye’nin güneyinde Şanlıurfa yakınlarında 1960’larda keşfedilen Göbeklitepe’nin tarihi günümüzden 12000 sene öncesine uzanır. Kazı bilimi [arkeoloji] profesörü[!] Klaus Schmidt, Göbeklitepe’de, medeniyet halkasında eksik bir parça bulmuştur. Göbeklitepe sütunlarının tarihi, insanların avcılık ve toplayıcılık yaparak yaşadığı zamana uzanır. Avcı-toplayıcı insanlar dünyanın ilk anıtını inşa etmiştir. Dikilen taşlar, taş devri insanının kültürel düzeyinin gelişmişliğini ispatlamaktadır. Henüz gündelik hayat için bir yapı inşa etmeyen avcı-toplayıcı insanlar, dini inançları için bir anıt inşa etmiştir.
Göbeklitepe’nin keşfi erken dönem insanları hakkındaki bilgilerimizde bir devrim yaratmıştır. Yerleşik kurama [teori] göre insanlar çiftçilik yapmak için kalıcı yapılar inşa etmiştir. Fakat Göbeklitepe’deki anıtlar bu iddianın tersini ispatlamıştır. Zira Göbeklitepe’deki anıtlar insanlık çiftçiliğe geçiş yapmadan dikilmiştir. “Peki, avcı ve toplayıcı insanların yani Göbeklitepe’yi inşa edip göçebe yaşama devam edenlerin yerleşik hayata geçişini ne sağlamıştır?” Bir dönem Kazı bilimciler, Yeni Taş Çağı’ndaki [neolitik]en önemli değişimi çiftçiliğin gelişimi sanmıştır. Fakat Çatalhöyük’teki araştırmalar, durumun böyle olmadığını göstermiştir. Çatalhöyük bir nehrin üzerindedir ve nehrin kenarında bulunan kil, yerleşik hayat için son derece önemlidir. Bu bölgede yaşayan insanların tuğladan[!] sağlam evler yapmaları yerleşik hayata geçişi kolaylaştırmıştır. Yeni Taş Çağı’nda tarımın gelişmesi ve yerleşik yaşama geçen insanların artmasıyla toplumsal düzen de doğmuştur. Kısacası belgeseldeki gibi “Bugünkü dünyanın başlangıcı Yeni Taş Çağı’dır.” diyebiliriz. Neticede anlaşılacağı üzere avcı ve toplayıcı insanlar çiftçilik yapmak için değil, barınma isteği ile yerleşik hayata geçmeye başlamıştır.
Batı dünyasına göre medeniyetin beşiği “Eski Yunanistan”
“…Bu, eski doğuya ait bilgi birikiminin, buradan çıkan yeniliklerin ve fikirlerin; Yunanlar yoluyla günümüzde hâlâ yankılarının duyulduğu Batıya ve dünyanın geri kalanına nasıl iletildiğinin hikâyesidir.”
Yunan medeniyetinin önemini göz ardı etmek mümkün değildir fakat yoktan var olduğunu, tarihte bir geçmişinin bulunmadığını öne sürmek de doğru değildir. Her medeniyetin beslendiği, büyümek için örnek aldığı veyahut yok ettiği medeniyetler bulunmaktadır. Yunanlar da kendinden önceki medeniyet birikimlerinden yararlanarak Yunan bakış açısıyla nehirdeki medeniyet birikimini yoğurarak bize yeniden Yunan Medeniyetini sunmaktadır. Fakat uygarlık tarihinde Yunan Medeniyetine atfedilen yer, Doğu’nun çağcıl dünyanın gelişimine yaptığı katkıyı gölgelemektedir. Örneğin prof. dr. Bekir Karlığa belgeselin ikinci bölümünde;
“Bu topraklar medeniyetin buluşma yeri, kültürlerin geçit noktası ve insanlığın medeniyet macerasının başlangıç yeridir. Doğu’yla Batı burada buluşma noktasında bulunduğu için, Doğu medeniyeti Batı’ya buradan, Yunan Adaları üzerinden intikal etmiş ve Yunan Adaları üzerinden gelen bilgelik ve felsefe geleneği de, buradan dünyaya yayılmıştır.”
demektedir. Belgesel boyunca Karlığa’nın benzer ifadelerine rastlamak mümkündür. Çünkü Batılı uzmanlar her seferinde Yunan kültürünün Batı medeniyetine katkılarının önemini vurgularken, Doğu medeniyeti gölgede kalmaktadır. Hâlbuki dediğimiz gibi medeniyet akıp giden bir nehirdir ve beslendiği akarsuları görmezden gelmek de hiç akıl kârı değildir.
***
“İlk insanın doğayı, yaşamı ve ölümü ve sonrasını anlama mücadelesini inceliyoruz. Orta Doğu’nun ilk tapınakları ve tanrılarıyla dinin kökenlerini keşfediyoruz. Sonuçta Yahudilik Hristiyanlık ve İslamiyet ve de hepsinin ortak atası Hz. İbrahim’in doğuşundan önce insanların neye inandığını açığa çıkarıyoruz.”
Belgeselin üçüncü bölümünde tek tanrı inancını yayan Hz İbrahim’in Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içindeki Harran’da, yukarı Dicle ve Fırat havzası’nın sınırları içinde yaşadığına inanıldığı söylenerek Orta Doğu topraklarının öneminin altı yeniden çizilmiştir. Hristiyanlığın[!] anlatıldığı dördüncü bölümde ise Hristiyanlığın ve tek tanrıcılığın [monoteizm] Hz. İsa tarafından değil, sonradan Havari Poul adını alan Tarsuslu Saul tarafından yayıldığı belirtilmiştir. Böylelikle gerek tek tanrı inancının, gerekse de Batı uygarlığının temel unsurlarından Hristiyanlığın ortaya çıkıp yayılmasında Orta Doğu’nun önemi vurgulanmıştır.
Belgeselin bir diğer önemli iddiası de Doğu-Batı medeniyetlerinin birbirinden ayrı görülmesinin yanlış olduğudur. Belgesel boyunca fikirlerine başvurulan değerli isimlerden biri de İhsan Fazlıoğlu’dur. Fazlıoğlu’nun, “Doğu-Batı ayrımını biz daha sağlıklı bir medeniyet bakış açısı geliştirmek için ortak bir kültür havzası, bir havuz olarak görmek zorundayız.” biçimindeki ifadesi de belgeselin amacını kanıtlar niteliktedir. Fazlıoğlu’nun bahsettiği bakış açısının kuvvetlenebilmesi için İslam uygarlığının Batı medeniyetine yaptığı katkının kesin bir şekilde ortaya koyulması gerekmektedir. Bu nedenle belgeselde 8. yüzyıldan itibaren Müslümanların Mısır, Dicle ve Fırat Havzası, Hint, İran, Orta Asya ve Yunan dünyasının biliminin ve düşüncelerini Arapçaya tercüme etmesinin üzerinde uzun uzun durulmuştur. 12. yüzyıldan itibarense Arapçaya tercüme edilen eserlerin Arapçadan Latinceye çevrilerek Batı Avrupa’nın gelişimine katkı sağladığı Vurgulanmıştır. Böylelikle bir yandan Batı’ya medeniyetin yegâne kurucusu olmadıkları hatırlatılmak istenmiş, diğer yandan da Doğu toplumlarına özgüven aşılamak hedeflenmiştir.
***
Türkiye uzun yıllardır birçok ortamda özellikle “Doğu ve Batı arasındaki köprü” diye tanıtılmış ve “köprü” benzetmesi, aşağı yukarı çoğu farklı görüş tarafından benimsenen bir teşbih haline gelmiştir. “köprü”, Batı ile Doğu’yu buluşturan bir bağlaç değil, Türk kimliğini kurgulayan varlık bilimsel [ontolojik] bir betidir. “Köprü” benzetmesi kullanılarak kimi zaman “Kötü Batı”ya karşı “erdemli Doğu”, kimi zaman da “cahil Doğu”ya karşı “Gelişmiş Batı” öne çıkarılır. İzlediğimiz belgeselde de köprü benzetmesinden fazlası ile yararlanılmış ve bu sayede Türkiye Orta Doğu’yu Avrupa’ya bağlayan tek güç gibi gösterilmiştir. Bahsettiğimiz köprü benzetmesi belgeselde öncelikle Osmanlı Kuruluş Dönemi ile ele alınmıştır. On dördüncü bölüm Osman Gazi’nin meşhur, efsanevi rüyasıyla başlar ve dış sesn “Osmanlılar hem Avrupa hem de Asya’ya kucak açan bir dünya gücü haline gelecekti.”diyerek söze girer. Belgesele göre Doğu ve Batı’nın tam ortasında olmak bir üstünlük belirtisidir. On altıncı bölümde İstanbul için kullanılan ifadede de şehrin üstünlüğü köprü vazifesi görmesinden gelmektedir: “Bir ayağı Asya’da diğeri Avrupa’da, iki kıta üstünde yükselen yegâne şehir: İstanbul…”
Belgeselde Osmanlı’nın doruk dönemleri, Fatih Sultan Mehmet ve Kanuni Sultan Süleyman dönemleri anlatıldıktan sonra 19. yüzyıla geçilmiştir. Osmanlı’nın Batı’daki gelişmelere ayak uyduramaması ve girişilen Batılılaşma çabaları, milliyetçilik akımları sonucu Osmanlı’nın dağılmaya başlaması, Tanzimat ve Islahat fermanları ve Sultan İkinci Abdülhamit’in İmparatorluğu bir arada tutmak için verdiği mücadele anlatılmıştır. İkinci Abdülhamit üzerinde özellikle durulmuş; İstanbul’u Hicaz’a ve Bağdat’a bağlamak için hazırladığı demir yolu tasarılarından bahsedilmiştir. Günümüzde tamir edilerek hâlâ kullanılan Hicaz Demir Yolu için: “Tarihteki Müslüman güçlerden hiçbirinin rekabet edemediği bir Osmanlı mirasının belgesi” denilmiştir.
Belgeselde İkinci Abdülhamit’in ardından Birinci Dünya Savaşı ve Çanakkale’de verilen mücadele anlatılmış ve Türklerin bağımsızlıklarını geri kazanmak için ayaklandıkları, “Çanakkale Savaşı’nda adını duyuran Gazi Mustafa Kemal’in” Kurtuluş Savaşı’na önderlik ettiği ayrıca bu savaşın sonucunda yeni bir devlet ve yeni bir yönetim biçiminin kurulduğu belirtilmiştir. İnkılâplar ise dış ses tarafından durgun bir ses ile şu ifadelerle anlatılmıştır:
“Saltanat lağvedilerek Cumhuriyet ilan edildi. Ankara başkent oldu ve burada yeni bir meclis kuruldu. Osmanlı Hanedanı sürgüne gönderildi. Kılık kıyafet devrimi yapıldı. Abece [alfabe] ve takvim değiştirildi. Medreseler kapatılarak Batı tarzı eğitime geçildi. Laikliğin kabul edilmesiyle din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaya çalışıldı.”
***
Bir ülkenin “yumuşak gücü”nün artması, kültürünün evrensel değerleri içermesi ve siyasetinin başka ülkelerin de paylaştığı değerlere hizmet etmesiyle ilişkilidir. Bu bağlamda Türkiye’nin Orta Doğu’da yumuşak güç olma hedefi, siyasetini ve değerlerini yenilemesini ve bölgeye ilişkin yeni bir bakış açısı kazanmasını gerektirmiştir. Batıya Doğru Akan Nehir belgeseli bu amaçla hazırlanmış bir çalışmadır. Belgeselde yalnızca Türkler adına değil, genelde tüm Doğu halkları, özelde de Orta Doğu halkları adına konuşan bir anlatı hakimdir. Anlatının bu denli Dicle ve fırat havzası ve Orta Doğu üzerinden kurulması, Batıya Doğru Akan Nehir’i bu bölge halklarının da rahatlıkla sahiplenecekleri bir konuma getirmektedir.
***
Giriş bölümünde de dediğimiz gibi; belgeselin başlıca çekilme nedeni, “medeniyetler ayrımı” yaklaşımına karşı geliştirilen tepkidir. Dolayısıyla belgeselin temel meselesi, ayrıştırmanın sakıncalarının ortaya koyulmasıdır. Fakat belgeseldeki ses tınısının kişiler karşısında tavırlı bir yaklaşımla kullanılması, İkinci Abdülhamit ve Osmanlı’nın çöküş dönemleri uzun uzun anlatılırken Mustafa Kemal Atatürk’ün yalnızca Çanakkale’deki başarısından bahsedilmesi, Cumhuriyet Dönemi anlatılırken dış sesin durgunlaşması belgesel için verilen büyük emeği yaralamış, belgeselde ayrıştırmaya karşı sergilenen tutum ile örtüşmemiştir.
1) ‘Medeniyetlerin Bugüne Dek Anlatılmamış Hikayesi” 18 Eylül 2011. ehaberajansi.com, (E.T: 11.10.2022).
2) AHISKA, Meltem (2009). “Garbiyatçılık: Türkiye’de Modernliğin Grameri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c. 9, İstanbul, İletişim Yayınları, s. 1039-1065.
3) AYDOS, 2013, Türkiye’nin Ortadoğu’da Yumuşak Güç olma Çabası: “Batıya Doğru Akan Nehir” Belgeseli Üzerinden Bir Okuma, 1-22
4) youtube.com (E.T. 07.07.2022-03.12.2022)
(Derginin On İkinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)