Odanın içinde daireler çiziyordu. Adımları saatin sallanan sarkacı ile uyum içindeydi. Tuğla[!] bezemeli [desen] halısının sadece yeşil renkli kısımlarına basarak bir döngüsünü [tur] tamamlıyordu. “Neden?” diye aklından geçirdi. Neden? İnsanlar üzerine ne zaman düşünse kendini bu soruyu sormaktan alıkoyamıyordu. Neden? Birden durdu. Bakışlarını yavaşça ayaklarına doğru indirdi. Kırmızı renkteki tuğla desenine basmıştı. Örüntüsü bozulduğu için sinirlendi. Öfkeli bakışlarını odanın duvarlarına çevirdi. “Sorun var!” diye haykırmak geçti içinden. “Anlaşılan cehennemin kapısını bir kez daha aralamam gerekiyor” dedi. Ardından çalışma masasının başına geçti. Masanın üzerindeki kara kaplı defteri -sayfalarında barındırdıklarından dolayı kararmış olsa gerek- ve kalemi alarak kaldığı yerden yazmaya devam etmeye başladı.
(…)
Artık bir arada ve mutlu olduğum…
Kaleminin mürekkebi tükenmişti. Birkaç saniye duraksadı. Kalemi gözünün hizasına kaldırdı ve boydan boya süzdü. Bir iç çekti. Geçmişte kısa bir seyahate çıkmıştı. Bu kalem onun için artık bir zaman makinesiydi.[!] Yüzünde ufak ve çok çabuk kaybolan bir gülümseme belirdi. Sanki yüksek sesle söylemeye gücü ve cesareti yokmuşçasına fısıldayarak “Acımasızca geçip giden zamandan geriye kalan sadece hatıralarımızdı.” dedi. Çekmecesini açtı. Birkaç defter ve kağıdın arkasında kalan mürekkep şişesini aldı. Mürekkebini doldurduğu kalemine bir yandan da “Ayrılıklar bu kadar kolay olmamalı.” diyerek öğüt veriyordu.
Şişenin kapağını kapattıktan sonra “Nerede kalmıştık?” diyerek tekrar yazmaya başladı.
(…)
Artık bir arada ve mutlu olduğumuz tek yer fotoğraflar[!]ama onlara da bakamaz oldum. Buzdolabının üzerindeki fotoğrafla yüzleşmekten kaç zamandır kaçınıyorum hatırlamıyorum. Ancak çareyi kaçmakta da bulamıyorum. Aklım sanki en zalim düşmanlarımdan biriymiş gibi her seferinde aynı sorularla beni imtihan ediyor. Ne zaman vefamızı kaybettik? Neden duygularımızın körelmesine seyirci kaldık? Niçin diğerkâm sıfatımızı bir kenara bıraktık? Bir sürü soru var lakin bir tek cevap yok. Zihnimi harekete geçiren ilk dişlinin dönmeye başlamasından bu yana bir cevap, bir çıkış yolu arıyor olmama rağmen sorunlaşmış sorularıma henüz bir çare bulamadım. Bu bilinmezin içinde emin olduğum tek şey ise hâlimin ipleri kesilmiş bir kukladan[!] farksız olduğudur. Dünya sahnesinde cismen yer almama rağmen hayati özellik taşıyan iplerimi -ruhumu- kaybetmiş durumdayım. Belki de bütün bu kasveti ortadan kaldırabilecek bir Şems…
Oturma odasından bir ses yükseldi. “O ses de nereden geldi?” diye kendi kendine sordu ve ekledi “Sanırım bir şey düştü.”. Sandalyesinden kalktı. Temkinli ve sessiz adımlarla önce mutfağı ardından yatak odasını geride bıraktı. Oturma odası kapısının eskimiş kolunu kavradı. Evin kapı kollarının insanı rahatsız edecek şekilde gıcırdadığını bildiği için kolu hızlıca aşağı indirdi ve aynı hızla içeri daldı. Etrafı kolaçan etti ancak aradığı büyüklükte bir şey ile karşılaşmadı.
Pencerenin önündeki masanın üzerinde unuttuğu ve üstünde isminin yazılı olduğu bardağı, yerde parçalarına ayrılmış vaziyette görünce şaşkınlık geçirdi. Bunun sorumlusu kim olabilir diye düşünürken, duvara dayalı koltuğun arkasından aniden bir kedi fırlayıverdi. Odanın içinde bir sağ bir sola koşturduktan sonra açık camdan dışarı atladı. “Tam zamanında kaçtın seni küçük şeytan” dedi. Yere eğildi ve porselen[!] parçalarını toplamaya başladı. “O bardağı severdim. Yazık oldu.” dedi. Bardağın içinde yarım kalmış kahve düşmenin etkisiyle etrafa dağılmıştı. Odanın bir köşesinde zamanla kâğıt yığını haline gelmiş kitaplar, mektuplar, sayfalar da dökülen kahveden nasiplerini almışlardı. “Maalesef sizleri dışarı çıkarmanın zamanı gelmiş” diyerek koca yığını kollarının arasına aldı. Oturma odasından çıktıktan sonra misafir odasının [salon] sonunda bulunan çelik kapıya doğru yürüdü. Kapının solundaki açık kahverenkli ahşap dolaptan battal boy mavi bir torba aldı. Yığını birkaç denemede torbanın içine koyabildi. “Sanki anılarımın bir kısmını kaybediyor gibiyim. Çok garip.” dedi. Torbayı dolabın üstüne koydu. Anlaşılan kâğıt yığını bir müddet de burada kalacaktı. Tekrar oturma odasına döndü. Halının üstünde bir kâğıt vardı. Merakla eline aldı.
“Acaba…” diyerek kağıdı açmaya başladı. Üstünde İtalyanca karalamalar yer alıyordu. Ayrıca kağıdın ortasında bir kalem izi vardı. Hatırlıyordu bu anıyı.
Bir dostu, sırf kalem izi oldu diye bu kağıdı buruşturup bir kenara atmıştı. “İşte insanın vazgeçmesi bu kadar hızlı ve basitti. Söylesene Banksy…” Cümlesinin sonunu getiremedi. Bir anda tüm dikkatini balkon[!] camına yöneltmişti. Kalp şeklinde kırmızı bir balonun havada süzüldüğünü fark etti. Süratle balkona çıktı.
Balonun ipi balkonun demir korkuluklarına takılmıştı. Nereden geldiğini öğrenmek için etrafa göz attı. Sokaktaki küçük bir kız çocuğu gözüne ilişti. “Sanırım elinden kaçırdı.” dedi. İpi takıldığı yerden kurtardı ve eline aldı. “Ama hâlâ umut var.” diyerek kendince bir varsayımda bulundu.
(Derginin Onuncu Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)