Sevgili okuycu, bu küçük yazı sizden hayal gücünüzü kullanmanızı istediğim kısa bir metindir. Daha önce bir otobüs[!] yolculuğunda bulundunuz mu veyahut birini yolcu ettiniz mi bir otogardan?[!] Cevabınız evetse eğer sizin de aşina olduğunuz bir ortamı, yani otogarı anlatan bir tiyatro[!] oyununu birlikte inceleyeceğiz. Şayet bu tarz bir yolculuğa henüz girişmediyseniz, zararı yok. Yılmaz Erdoğan’ın Otogargara’sı size bir seyahat deneyimi yaşatacak.
Yılmaz Erdoğan’ın Otogargara isimli tiyatro oyunu ilk kez 1995 yılında, Beşiktaş Kültür[!] Merkezi’nde sahnelenmiştir. Türkiyenin küçük bir resmini çizmek üzere kaleme alınan eserin bir diğer amacı da, zannımca, yazarın bir özsel iç döküme ihtiyaç duymasıdır. Yine zannımca, yazar çevresindeki derdin ve tasanın yükünden ancak yazarak kurtulabilmiştir. Çevresinde neler vardır peki? Köyden kente göç eden ve şehir hayatına uyum sağlamaya çalışanlar -kim bilir başarırlar mı?-, binbir sebeple sevdiğini yolculayan, sevdiğinden ayrılanlar, geri dönmek üzere yola çıkıp son seyehatlerini gerçekleştirenler… Sadece sahnelenen oyun değil, okunan şarkılar ve şarkı sözleri de Otogargarayı izlenilesi kılar. Bendeniz aklımdan çıkmayan iki mısrayı merkeze alıp eserin incelemesine devam edeceğim. “Otogarın gürültüsü şehri anlatır.” Oyunun başlangıç şarkısında da dediği gibi,
“Otogarın gürültüsü şehri anlatır.”
Oyunun ismiyle ilişkilendirdiğim bu cümlecik bende bir oto-gargara, yani bir özsel iç dökme isteği uyandırdı. Her gün bindiğim otobüs, yürüdüğüm yol, alışveriş yaptığım dükkan türlü türlü insanlarla dolu. Hepsi ayrı bir hayat, çok parçalı bir yapboz. Birleşip oluşturduğumuz bir görüntü var ki kimi zaman çirkin, kimi zaman çok güzel. Bütün bir şehir, bir otogar, bir yapboz. Hepsi bir ağız gibi ama binbir dilli… Yaşamımız gürültülü ama bir güzergaha bağlı, akış içinde. Hayat için otogardan daha uygun bir benzetme bulunabilir miydi?
“Bu umutlar şehrinde hiçbir umut yaşayamaz.”
Otogargarayı izleyince biraz daha düşündüm köy yolculuklarımı. Meğer yanımdan geçip gitmişler yolcular, fark edememişim. Ben de gördüm mü onları, Simsar Osmanları, Samileri (ah o Samiler), Hacerleri, ayrılanları, bekleyenleri… Hayatın olağan akışında ne çok acı, hüzün ve mutluluk varmış. Tam bir karmaşa. Aslolan noktaysa tiyatroda gördüğümüz olayların ve kişilerin gerçekçiliği. Örneğin köyden şehre göçen Hacer ve kocası, çekirdeğin de çekirdeği o ailenin kısa soluklu şehir hayatı, gecekonduların susuz ama sesli geçen yazları, hele bir de kışları…. Ne istediler Hacer ve kocasından? Hani cana geleceğine mala gelsindi? Geçim derdi başı sarmış, mala gelen gelmiş zaten. Yoksulluğun içinde bir de cana gelmesi şart mıydı? İnşaatta çalışan amele kocanın ölümü ve ardından Hacer’in söylediği gidiş şarkısı hâlâ kulağımda: “Ne istanbul beni bekler ne de köy yerindekiler.”
Anladım ki vakti gelmiş bir otogargara yapmanın, otogarın yerlisi Simsar Osman misali önce etrafımızı içip sonra içimizi dökmenin. Beni özellikle etkileyen iki şarkıdan yola çıkarak yaptığım bu otogargaranın, yani özsel dökümün sonuna gelmiş bulunuyoruz. Dileriz ki izlemeyenler sözümüze kulak verir ve kendi gargaralarını gerçekleştirirler.
(Derginin On Birinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)