“Karanlık Üzerine Öyküler”, bir Zeki Demirkubuz üçlemesidir. Üçlemenin ilk filmi[!] 2001 yılında yayımlanmış “Yazgı”dır ve Yazgı, Albert Camus’un “Yabancı” adlı eserinin bir uyarlamasıdır. Tabii birebir bir uyarlama söz konusu değildir. “Yabancı” kitabını okuyanlar ve “Yazgı” filmini izleyenler Demirkubuz’un yorumunu hissedecektir. Film toplam dört ödül almıştır.
“Annem ölmüş bu sabah. Belki de dün gece, bilmiyorum.”
Başkahramanımız hiçbir şeye inancı kalmamış, hiçbir acının tesir etmediği hatta sevinç ne bilmeyen Musa’dır. Çünkü onun için dünya boş bir safsatadır. Film boyunca kurduğu cümleler ise “olabilir”, “fark etmez”, “bilmiyorum”dan ibarettir. Musa, hukuk bölümcesini [fakülte] son sınıfta bırakmış, gümrük memurluğuna başlamıştır. Musa işe gitmeden önce her gün Musa’nın kahvaltısını hazırlayan yaşlı annesi filmin ilk sabah sahnesinde uyanmamıştır. Musa annesinin ölme ihtimalini günün öğle yemeğinde arkadaşları ile sohbet ederken düşünmüş ama eve gidip bakma ya da akşam eve erken gitme gayesi gütmemiştir. Akşam eve geç saatte gittiğinde ise annesini sabah nasıl bıraktıysa yatakta aynı şekilde bulmuş, odanın kapısını kapatmış, kendine bir sütlü kahve yapmış ve koltukta uyuyakalmıştır. Günlük iş sıralaması belli olan Musa sabah kalkıp işe gitmiş ve işverenine durumu açıklarken bir şey hissetmediğini söylemiştir. Hatta “Her insan yakınlarının ölümüne biraz sevinir. Bu annesi olsa bile.” diye ekleyerek toplumsal ahlaki bakış açısına tepki göstermiştir. Annesinin ölmesi anlaşılacağı üzere Musa’yı üzen bir olay değildir. Hatta Musa’nın söylemlerinden bu ölüm olayına sevindiği bile çıkarılabilir fakat Musa’nın da filmde söylediği gibi bu açıklaması zor bir durumdur.
“…
Savcı: Ne yaptık size?
Musa: Üç insanı öldürmekle suçladınız ama annemin ölümüne üzülmediğim ve karımın aldatmasına kayıtsız kaldığım için cezalandırdınız. Bu da yetmezmiş gibi şimdi de Tanrı’nın mahkemesine havale etmeye çalışıyorsunuz.
Savcı: Bu kötülerin bile bir şeye inanmak istediğini, bir anlama ihtiyaç duyduğunu göstermiyor mu?
Musa: Benim için ikiyüzlülüktür bu. Böyle olmasaydı başkalarından önce kendinizi cezalandırırdınız.
Savcı: Peki bütün insanlık ikiyüzlülük mü yapıyor?
Musa: Daha da beterini. İnsan olmanın bütün yükünü benim gibilerin omuzlarına yıkıp kaçıyorlar.”
Aslında annesinin ölme ihtimalini düşündüğünde Musa’nın eve gidip annesine bakmayı reddetmesinden ya da o gün eve geç gitmesinden ölümü kabullenmediğini hissediyoruz. Musa’nın annesini sevmediğini bile düşünebiliriz oysa tam tersi günlük hayatındaki değişimi reddettiğini görmeliyiz. Annesinin ölümünden kısa süre sonra işyerinde çalışan Sinem’le evlenmesi de evdeki anne eksikliğini tamamlamak istemesinden kaynaklanıyor. Sinem, Musa için ulaşmaya çalışılacak bir kadından ziyade annesinin boşluğunu tamamlayacak bir kahramandır. Çok sık duyduğumuz Musa’nın “fark etmez” söylemi ya da filmin sonunda eve döndüğünde sütlü kahve içmesi de günlük düzenine geri dönmek istemesinden kaynaklanıyor.
***
“…
Savcı: Ağır konuşuyorsunuz. Eğer gerçek bu bile olsa, karımızın bizi aldatmasına seyirci kalıp, annemizin ölümünden sevinç duymayı kabul edersek, geriye pek bir şey kalmaz. İnsan ruhu bu kadar da boş olamaz.
Musa: Ya bu kadar boşsa?
Savcı: O zaman o ruh için dua etmekten başka çare kalmamış demektir.”
Filmde bir aileyi katletmekle suçlanan ve buna yine herhangi bir tepki göstermeyen Musa’nın kayıtsızlığı, seyirciyi telaşa sürükleyebilecek niteliktedir. Filmin sonunda ise toplumsal baskıdan dem vuran Musa; savcı ile konuşmasında aileyi katletmesi doğal karşılanırken, annesinin ölümüne sevinmesinin kötü karşılandığını söylüyor.
Musa için yine bir anlam ifade etmese de bunun film boyunca Musa’nın gösterdiği en insani tepkilerden biri olduğunu görüyoruz.
***
Varoluşçu felsefenin bakış açısına göre içgüdülerinin baskısı altında yaşamını sürdüren Musa, dünyanın bir karmaşa yeri olduğunun farkına varır ve bu durum onu kendi anlamsızlığına götürür. Camus’a göre hayatta belli kalıplar ve kurallar vardır, insan ise hayatın içinde bu kalıp ve kurallara bağlı bir şekilde yaşar. Hayatın sonunda ölüm olması ise bireyin; kendisine ve hayata yabancılaşmasına sebep olmakta, mutluluğunu engellemektedir. Yabancılaşma ise insanın kendisini ya da kendisine ait bir parçayı, kendisinden bağımsız veya kendisine düşman görmesidir. Yabancılaşmaların ilki doğadan kopuştur. İnsan toplumsal ve kültürel alanda yeni bir dünya inşa etme sürecine girmiş kendisine başka bir dünya kurmuştur. Aslında bu olumlu bir yabancılaşmadır. İkinci yabancılaşma ise tıpkı Musa’nın yaşadığı gibi, toplumsal düzenin yarattığı yabancılaşmadır. Anamalcı [kapitalist] düzenin bize dayattığı üretim ve tüketim yolculuğunda insan kendi doğasına yabancılaşır. Kişi maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak zorundayken emeğini artık bir nesne gibi görmekte ve kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşmaktadır. Musa da her şeyden arınmış bir birey, günün işleyişine bağlı ve her şeyin farkında bir kahramandır. Onun için yaşam ile ölüm arasında bir fark yoktur ve bu şekilde yaşamını sürdürmektedir.
“Tuhaf! Varla yok hiç bir olur mu?
Örneğin ben şimdi varım, yarın yok olacağım.
Bu ikisi arasında fark yok mu?” dedim.
Deli, başını çevirdi. Kahkahayı bastı:
“Vay! Sen varsın ha! Acaba var mısın?”
A’mâk-ı Hayal
Filibeli Ahmed Hilmi
***
Savcı: Tanrı üzerine gerçekten çok düşündünüz mü?
Musa: Tanrı’yı düşünmek benim için gereksiz.
Savcı ve Musa’nın konuşmasında bizi rahatsız eden durum, Musa’nın Tanrı’dan bu denli kolay vazgeçmesidir. Bir sebep sunmadan Tanrı’yı düşünmenin bile gereksizliğini vurgulaması insanın varoluşundan beri yapmaya çalıştığı anlamlandırma çabasından gelmektedir. Tarihteki sonsuz Tanrı tanımlamaları bize insanın “nasıl”dan ziyade “neden” sorusunun peşinden koştuğunu göstermektedir. Musa’nın “neden” sorusunu ciddiye almayan tavırları da çevresi tarafından haliyle kabul görmemektedir.
***
Filmin son sahnesinde ise Musa yıllar sonra eve döndüğünde eve çok aldırış etmeden televizyonun[!] karşısındaki koltuğa oturmuştur. Karısından bir sütlü kahve istemiş ve eski düzenine devam etmek istemiştir. Bir hiçlikle başlayan film yine bir hiçlikle, Musa’nın geri kalanı anlatmasıyla sonlanmıştır: “Sonra yatıp seviştik. Sabaha karşı uyanıp kalktım, pencereyi açtım sokağı seyrettim. Uzun zaman sonra annemi hatırladım o gece. Ölmeden neler düşünmüştü acaba? İçimde bir şeyler kıpırdadı, dinledim ama ruhum hâlâ bomboştu.”