Çömeldiği yerden belli belirsiz bir besmeleyle kalkmayı başardı. Sırtında kurumuş, uzun dallardan oluşan kalabalık bir fındık dalı kümesi vardı. Elleri omuzlarından geçirdiği kuşağının arasında, yavaş ve güçlü adımlarla yürüyordu. Sırtı öylesine nizami duruyordu ki biraz daha dik yürümeye kalksa bu ağaç kümesi onu sırtüstü yere serebilirdi. Bir süre sonra odunları kestiği bahçenin keçi yolundan araba yoluna çıktı, toprak yolda evine doğru yürümeye devam etti. Özensiz bir el oyasına sahip yazmasının altından terden ıslanmış birkaç tel saç gözüküyordu. Yanakları ve burnu soğuğun etkisiyle kırmızı bir renk almış, gözleriyse rüzgârdan sulanmış ve batışıyordu. Tam o sırada çok uzak olmayan bir mesafeden meraklı bir bağırış duyuldu: “Ana!” kadın yüksek sesle karşılık verdi: “Geldim oğul geldim!”
Annesinin verdiği yanıtla rahatlayan küçük çocuk evin bahçesinden yola çıkmak üzere koşacakken arkasından gelen kalın bir sesle irkildi. Annesinden birkaç yaş küçük üvey ağabeyi kendi odasının penceresini açmış, kızgın bir o kadar da ablak bir suratla:
“Ne bağırıyorsun ulan bacaksız! Uyuduğumu bilmiyor musun?”
Çocuk korkulu ve mahcup bir tavırla:
“Özür dilerim ağabey, anam gideli çok oldu merak ettim bende.”
“Başlarım sana da anana da! Bir gıkını duyayım hele…”
Pencereyi kapatırken ağız dolusu bir küfür savurdu küçük çocuğa, ardından perdeyi çekti çocuk da perde kapanır kapanmaz koşarak yola fırladı. Koşar adım yanına doğru gelen oğlunu görünce kadının çatlamış dudaklarında bir tebessüm oluştu. “Usul usul gel, düşeceksin.”
Birlikte eve doğru yol alırken kadın sordu:
“Baban geldi mi eve?”
“Hayır, okuldan gelirken merkezde görmüştüm. Bana ‘Geç geleceğim bu akşam anana söylersin.’ dedi.”
“Kumara kalacak demek ki gene…”
“Ama agamla ablam evdeler.”
“Agan iş buldum merkezde diyordu.”
“İptal etmişler işi agama da gelme demişler. Sinirli baya, bana da kızdı yanına gelmeden önce.”
“Ne yaptın da kızdı gene?”
“Valla bir şey yapmadım ben ana, sana seslendim. Uyuyormuş, uyandı.”
“Her zamanki domuzluğu he…”
“…”
Eve vardıklarında güneş son kızıllığını gökyüzüne saçıyordu. Kadın yükünü bırakarak zaman kaybetmeden ahıra girdi. Küçük çocuk karanlık çökmeden köpeğinin bağını çözmüş, salınmayı bekleyen köpekse bağı çözülür çözülmez evin arkasındaki tarlanın içine doğru koşarak kesik mısır sapları arasında kaybolmuştu. Çocuk köpeğin arkasından bir süre bakakalmış ardından ahırın önündeki büyük ağaç kütüğünün üstüne oturmuştu. Dirseklerini dizinde avuçlarını ise çenesinin altında birleştirmiş ayaklarına bakıyordu. Bir çift eski, aşınmış, burun kısmı incelmiş, tabanındaysa bir deliği bulunan lastiklerine bakıyordu.
Kadın ahırın kapısını bir tekmeyle açtı, elindeki süt dolu sahanı kenara bırakırken oğluna: “Hasan’ım bana su getiriver.” dedi. Çocuk sıkılgan halini terk ederek bahçenin öbür yanındaki çeşmeye yöneldi kadınsa boşalan kütüğe oturdu. Saatler sonra oturmak hem iyi gelmiş hem de yorgunluğunu hatırlatmıştı. Çocuk bir madeni tasa ağzına kadar suyu doldurdu ve iki eliyle sıkıca kavrayarak pürdikkat şekilde dökmeden suyu annesine uzattı. Büyük bir iş başarmışçasına gururla: “Ana bak bir damla bile dökülmedi.” dedi. Kadın aynı dikkatle aldığı suyu kana kana içti. Oğlunun bu kelimeleri bütün yorgunluğunu almıştı sanki gülümseyen dudaklarına gözleri de katıldı ve sordu:
“Söyle bakayım ne düşünüyordun, öyle dertli dertli?”
Çocuk sıkılgan haline dönerek, ayaklarına baktı. Altı delik lastiğinin tabanını göstermek istercesine kaldırarak:
“Baksana ana yırtılmış. Babam ben okula başlamadan almıştı bunları, çok eskidiler.”
“Bir çift lastiğin daha var oğlum, geçen fındıkta almıştı baban onları. Giysene.”
“Olmaz ana olmaz! Onları okula giderken bir de merkeze inerken giyiyorum eğer köyde giyersem onlar da eskir.”
Kadın bu cevapla beraber sarsılmıştı. Feleğin gözü kör olsun ki yoktu işte olsa istemez miydi çocuğunun ayağında güzel bir ayakkabısı olsun. Bey eline geçen aylığı kumarda, meyhanede harcıyor; eve bıraktığını da üvey oğluyla kızı hiç ediyordu. İki tane ineği vardı, bütün serveti, ekmeği buydu. Sütünü alır yağını çıkarır bunları her hafta perşembe günü çarşıya indirir esnafa değerinde satar ay sonuna Hasan’ı yollar parasını aldırırdı. Eve, mutfağa, ahıra, kümese[!] derken bu para suyunu çeker, geriye kalandan üç beş lirayı üveylere verir, gizli saklı bir iki lirayı da kefensiz gömülmemek için yastık altında biriktirirdi. Üzerindeki acıklı ruh halinin etkisiyle azimli bir şekilde konuşmaya başladı:
“Madem öyle Hasan’ım, bu ayki süt parasıyla sana çarşıdan güzel bir ayakkabı alalım, onlarla okula gidersin. Bunları da keser kav ederiz sen diğer lastiklerini de kullanırsın olur mu?”
Çocuk bu cevapla beraber annesinin boynuna hızlıca atıldı. Kadın oturduğu yerde sendeleyerek kahkahayla karışık “Yavaş” dedi. Çocuk şen ve umutlu bir edayla: “Sahi anam alırız değil mi? Kırmızı olsun. Yok yok siyah olsun kenarları kırmızı olsun, mavi var mıdır acaba mavi mi olsun kırmızı mı?”
Kadın gülümseyerek karşılık verdi:
“Dur hele, sabret gider çarşıda bakarız sen hangisini istersen onu alırız.”
Çocuğu koltuk altlarından kaldırarak doğrulttu ardından çocuğun bir kısmı dışarı çıkmış atletini[!] el çabukluğuyla pantolonunun[!] içine soktu ve belini düzeltti, yanağına bir öpücük kondurarak:
“Hadi köpeği bağla da eve gir hava kararıyor.”
Çocuk bir şey söylemedi neşeli hali adımlarına yansımış hızlı ve heyecanlı şekilde köpeğin gözden kaybolduğu tarlaya, kesik mısır saplarının içine daldı.
***
İnce ince kıyılmış pancarları tenceredeki kaynayan suya ekledi. O sırada üvey kızı elinde çaydanlıkla mutfağa girdi. Çaydanlığı kuzinenin[!] üzerine bırakırken, tezgâhın üzerindeki bulguru görünce mağrur bir ifadeyle kadına: “Pancar bilekisinden[!] başka bir yemek bilmez misin sen?”
Kadın, kendinden yalnızca birkaç yaş küçük bu kıza söylenecek çok şey besliyordu içinde ama cevap vermedi. Onun yaşındayken evlenmiş, bu eve gelin gelmişti. Babası ona sormadı bile evlenmek isteyip istemediğini, onu bir düve karşılığı -biri kendisiyle yaşıt- üç çocuklu dul bir adama vermişti. Çocuklardan en büyüğü askerden gelince evlenmiş ve İstanbul’a göçmüştü. Diğeri, hayatta ağabeyi kadar muvaffak olamamış askerden dönünce giriştiği hiçbir işte dikiş tutturamamıştı. Bir de Hasan vardı ilk göz ağrısı, canından bir parça. Beyiyle de konuşup ilk çocuğuna, yalnızca yüzünü anımsayabildiği şehit ağabeyinin ismini vermişti. Kız ise ilçedeki ortaokulu bitirmiş merkezde bulunan liseye[!] başlamış ancak devam etmemişti. Ablası olacak yaştayken bu kendini ve haddini bilmez kıza üvey anne olmuştu. Bunu sorun etmemişti evlenirken. “Nasip böyle” demiş, razı olmuştu ama üvey çocukları kötü davranıyorlar, onu ve Hasan’ı istemiyorlardı. Ne yapsındı iyi kötü karnı doyuyordu, oğlunu büyüteceği bir yuvaya sahipti.
Kadının cevap vermeyişi ve aldırmadan işine devam edişi genç kızı öfkelendirmişti. Mutfak tezgâhının karşısında bulunan çekyata oturdu. Az sonra içeri elinde bir kâğıtla küçük Hasan girdi, kadın dikkatli halini oğlunun sesiyle bozdu ve oğluna döndü. Hasan mahcup bir o kadar da sevecen bir tavırla:
“Ana Alabaş’ı bulamadım, hava da kararmıştı tarlanın içine de çok giremedim döndüm geri seslendim de gelmedi.”
“Olsun oğlum gelir girer o gece yerine. Elindeki ne bakayım?”
“Resim çizdim ana bak! Ayağımda da ayakkabılarım var, renginde kararsız kaldım boyarken ben de tekini kırmızı tekini mavi yaptım.”
Kâğıdı eline alan kadının yüzünde hüzünlü bir tebessüm belirdi. Duygulanmıştı, zar zor: “Çok güzel olmuş oğlum” diyebildi.
Ablasını orada gören çocuk, resmi ona da göstermek istedi. Kâğıdı çekyatta oturan ablasına uzatarak:
“Abla bak yeni ayakkabılarımı çizdim.”
Kız kendine uzatılan kâğıda göz ucuyla baktı ve umursamaz bir el hareketiyle geri iterek:
“Güzel de ne bu ikisi de farklı renk?”
Bu cevaba içerlenen çocuk: “Hangi renk olacağına karar veremedim. Anamla aldıktan sonra daha güzel bir resim yaparım.”
Kız bu cevaptan sonra meraklı ve imalı bir tavırla söze başladı:
“Hangi parayla alacakmış anan sana ayakkabıyı bakayım? Yoksa bizden sakladığı parası mı var?”
Çocuk cevap verecekken annesi araya girdi, elindeki tencereyi kuzinenin üstüne koyarken:
“Bu ayki süt parasıyla bir çift ayakkabı alacağım Hasan’a lastiği yırtılmış.”
Bu cevabı alan genç kız sinirli bir şekilde ayağa kalktı patavatsız birine has şekilde, sesini yükselterek:
“Ne demek bu ayki süt parasıyla? Kime sordun da böyle bir karar verdin sen? Bu ayki para bana lazım, terziye yeni bir elbise ısmarlattım.”
“Bir önceki ay da sen aldın parayı. Hasan’a söz verdim, bu ay ona eksik görelim bir dahaki ay sen görürsün.”
O sıra da mutfağın kapısından içeri hışımla abisi girdi. Bunu gören kız ağabeyini arka almak isteyerek:
“Gel ağabey gel, benim ısmarlamam var bu ay nasıl erteleteyim? Bu ayki süt parasını oğluna harcayacakmış hanım!”
Kadın ürkmüştü, kendini savunmaya çalışan bir insanın hırçınlığından çok uzak bir şekilde:
“Hasan’a bir ayakkabı alaca…”
Sözünü bitiremeden, bir tokat darbesiyle yere yığılmıştı. Annesine vurulduğunu gören Hasan da bir çığlık atmış ve korumak istercesine yerdeki kadının üzerine kapanmıştı.
“Ne ayakkabısı ulan! Kara lastik neyine yetmiyor piçin! Benim bacım görecek eksiğini gediğini!”
Kadın tokadın etkisinden kurtulamamış olsa da sendeleyerek kalkmayı başardı. Ağlayan çocuğun elinden tutarak mutfaktan çıktı, yatak odasına girdi ve kapıyı arkasından kilitledi. Hasan’ın çizdiği resim arbedede yere düşmüştü. Kız resmi eline alarak:
“Has ettin ağabey, sen gelmesen beni dövecekti. Sen gelince korktu da geri çekildi. Sen gelmeden üzerime yürüyordu, tam zamanında girdin içeri.” Resmi yanan kuzineye attı.
***
Ne kadardır orada olduğunu bilmiyor, manasız bir şekilde duvara bakıyordu. Gözlerini yanı başında uyuyakalmış oğluna çevirdi. Bunları hak etmiyordu. Keşke orada bulunmasaydı da görmeseydi, duymasaydı bunları. Gözlerinden birkaç damla sızdı. Acıdandı bu yaşlar ama canını yakan şey uğradığı hakaretler veya yediği tokat değil, oğluna bir çift ayakkabının çok görülüyor olmasıydı.
Kapı çalıyordu, irkildi ve telaşla oturduğu yataktan kalktı. Yavaş adımlarla odanın kapısına yöneldi, yere çömelerek kulak kesildi. Eve giren beyiydi, kızı kapıda karşılamıştı babasını ve hararetli bir konuşma başlamıştı. Misafir odasına geçmişlerdi. Belli belirsiz sesler alıyor telaşı katlanıyordu. Biraz sonra sesler kesildi ve kocasının gürleyen sesi sofada yankılandı. Onun adını haykırmıştı. Derin bir nefes alarak Hasan’a baktı, uyuyordu. Sessizce kapının kilidini açtı ve odadan çıktı.
***
Yüzünde bir ıslaklık hissederek gözlerini araladı. İlk başta görüşü netleşmese de yüzünü yalayan köpeği fark edebildi. Epey üşümüştü, yüzükoyun yere serilmiş ve baygınlığı Alabaş’ın çabasıyla geçmişti. Kollarıyla zar zor kendini oturur vaziyete getirdi. Evin dış kapısının eşiğinde oturuyordu şimdi. Elleriyle yüzünü yokladı, kanla dolmuş göz kapağı şişmiş ve sağ gözünü tamamen kapatmıştı. Soğuğun da etkisiyle bedeni uyuşmuştu, bu suratına ve vücuduna aldığı darbelerin acısını biraz da olsa dindiriyor, hissettirmiyordu.
Belki de kâinattaki en kederli yaşlardı o an gözlerinden süzülenler. Kocasının onu dövdüğünü ve kapının önüne yarı baygın şekilde fırlattığını anımsıyordu. Adamın ona vururken söyledikleri zihninde yankılandı: “Ha kenefteki bok, ha sen! Benim çocuklarıma sesini de yükseltemezsin, elini de kaldıramazsın…”
Kapıdan destek alarak kalktı. Duvarda bulunan sigorta[!] kutusuna zor da olsa birkaç adımla ulaşmayı başardı. Kutunun altında bulunan yedek açkıyı [anahtar] aldı ve sendeleyerek kapıya tutundu. Soğukkanlı ve kendinden emin bir şekilde kapının kilidini çevirdi. Sofayı yavaş adımlarla geçerken gözleri oturma odasına kaydı. Kocası uzandığı çekyatta uyuyakalmıştı. Hemen yanı başında bir sehpa ve boş bir rakı şişesi duruyordu, sızmıştı. Gözü duvardaki saate takıldı neredeyse sabah olacaktı. Öldü sanmış olacaklardı ki o şekilde kapıya atılsın. O an içindeki hüzün ve çaresizlik yerini inanılmaz bir öfkeye bıraktı. Hızlıca mutfağa yöneldi. Tezgâhın üzerinde bulunan bıçakta, doğradığı pancarın parçaları duruyordu. Bıçağı eline aldı ve sendeleyerek oturma odasına gitti. Şimdi kendisini bu hale getiren adam karşısında bir leş gibi uzanmıştı. İki eliyle kavradığı bıçağı bir hışımla başının üzerine kaldırdı. Kalbi, öfkesinin esiri olmuştu. Yüreği göğüs kafesinden çıkarcasına çarpıyordu ama hissetmiyordu, hissizleşmişti, çaresizdi ama ne kadar çaresiz de olsa insandı. Yapamadı, yapamazdı. Elindeki bıçağı sehpaya bırakarak odadan çıktı, yavaşça yatak odasına girdi. Hasan bıraktığı gibi uyuyordu. Döşemedeki tahtalardan birini kaldırdı, içinde para bulunan beyaz bir bez parçasını aldı ve kapının arkasında asılı yeleğinin cebine soktu. Daha sonra uyuyan oğlunu uyandırmamaya özen göstererek kucağına aldı. Odadan çıkarken yeleğini de alarak üşümemesi için çocuğun üzerine örttü ve önce odadan ardından evden çıktı.
Toprak yolda sendeleyerek yürüyor, kucağındaki çocuğun ağırlığı her adımda biraz daha artıyordu. Karşıki dağların ardından güneşin ilk ışıkları gökyüzüne yayılmış, kasvetli havayı umut gibi aydınlatıyordu. Bir gece daha bitiyor ve yeni bir gün başlıyordu. Hasan gözlerini açtı, başını annesinin omzundan kaldırırken merakla sordu: “Nereye gidiyoruz ana?”
Kadın kapanmış gözünden akan yaşları parmaklarının ucuyla silerken cevap verdi: “Ayakkabı almaya…”
(Derginin Dokuzuncu Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)