“İnsan, edebi ve edebiyatıyla farkını ortaya koyandır.” diyor Erdem Beyazıt. Bu bağlamdan yola çıkarak siz edep ve edebiyat arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlıyorsunuz?
Edebiyat çok yeni bir kavram. Tanzimat ile birlikte hayatımıza girer. Öncesinde belagat ve şiir vardı. Edeb ise zarif ve edepli olmaktan türeyen bir kelime. İncelik, güzellik, iyilik barındıran bir zerafet ama. Bir de geleneksel kurallar anlamı var. İslamiyet ile birlikte zamanla Arapça ile ilgili ilimlere, sarf, nahiv ve şiire “ilmü’l-edeb” diyorlar ve ders olarak okutuluyor. Bu ilmi bilen kişiye de edîb diyorlar. Ayrıca kelimenin güzel ahlak ve davranış anlamı da gelişiyor ve buradan da âdab-ı muâşeret doğuyor. Bizi ilgilendiren ilki. Erdem Beyazıt o sözüyle edîb olanın hem güzel sözleriyle hem de davranışıyla takdir edilen, örnek gösterilen kişi olması gerektiğini söyler. Ama edipler için her zaman takdir edilecek kadar şahsiyet sahibi ve iyi insanlar olduklarını söylemek güç. Arapların en ediplerinden İmru’l-Kays çok imrenilecek davranışları olan biri değildi mesela. Erdem Beyazıt, ahlakı önceleyen bir gelenekten geldiği için böyle düşünmesi kendi içinde tutarlı. Ancak zaman ahlak anlayışını değiştirmeye başladı. Ama Erdem Beyazıt’ın haklı olduğu bir yön var. Edip, yaşadığı toplumun ahlaki değerlerine saygılı olmalı. Bu ahlaki değerlerin ne olduğu ise topluma ve zamana göre değişiyor. Şiir söyleyen adam kötü olmaz, derler, duymuşsunuzdur. Kötü adamlar edebiyat yapamaz, şiir söyleyemez. Çünkü edipler hassas insanlardır.
Şüphesiz, edebi eserlerin ortaya çıkışında toplumsal olayların etkisi çok büyüktür. Küresel salgının ve beraberinde meydana gelen yeni yaşam tarzının dünya edebiyatına nasıl tesir edeceğini düşünüyorsunuz?
Her devir, her olay kendi dünyasını yaratır. İnsanlar da hissiyatını paylaşmadan duramaz. Dolayısıyla salgın günleri de insanların yaşam tarzını etkilediği gibi edebiyatını değiştirecektir. Edebiyat insanların sıkıntılarını ve ümitlerini dile getirmesine aracı olur. Salgın günlerinin iki önemli durumu var. Yalnızlık ve hapsolma. İnsanlarla eskisi gibi bir araya gelinemiyor. Bir de evlerimize kapandık kaldık. Bu durumda edebiyat bu iki duygu üzerinden üretilecektir. Salgını anlatan hikâyeler, romanlar da yazılabilir elbette. Ama ileride edebiyat tarihçileri bu dönemin şiirini ve öyküsünü yazarken insanın salgın karşısındaki acıklı halini [dram] göreceklerini düşünüyorum. Salgın iletilmek istenen bir düşünceden daha çok yalnızlık ve ümidi ifade etmek için bir zemin, bir bezem [dekor] olarak kullanılacaktır. Tarih boyunca olduğu gibi şairler, insanı ve hallerini anlatacaktır her zamanki gibi.
Çevrimiçi eğitim birçok kolaylığın yanı sıra pek çok sorunu da beraberinde getirdi. Çevrimiçi eğitim tecrübenizden hareketle çevrimiçi eğitimde karşılaştığınız sorun ve çözüm yollarını bizimle paylaşır mısınız?
Çevrimiçi bir imkân, bir fırsat. Bu imkânı keşfettik ve salgından sonra da kullanmaya devam edeceğiz. Ancak uzaktan öğretim olur ama eğitim olmaz. Eğitim biraz da etkileşim meselesi. Her şey kitaplarda yazsa bile bir kişi sadece kitaplar okuyarak meseleleri halledemez. Bir de insan denilen yürüyen kitapları da okumalı, onlarla temas etmeli, tadını almalı, kokusu üzerine sinmeli. Hal ve tutumlarını benimsemeli, taklit etmeli. Bunlar, öğrencilerin kendilerini bulmasında ve kendi olmasında çok önemli. Bu gördüğün en önemli sorun.
Bir diğeri güdülenim. [motivasyon] Uzaktan eğitim derslerinde ekrana[!] konuşuyor olmak sadece öğrencileri değil, hocaların da güdülenimini düşürüyor. O yüzden öğrencilerin görüntülerini açmaları çok önemli. Uzaktan eğitimi sadece bilgi aktarımı olarak düşünürsek büyük kolaylık ve imkân. Ama bir de meselenin arkadaşlık boyutu var. Akran eğitimi meselesi var. Bunlar en az bilgi aktarımı kadar önemli. Sınıfta hocayı beklerken yapılan konuşmalar veya dersten sonra kantine[!] gidip çay içerken yapılan değerlendirmelerin öğrenciler için çok önemli olduğunu hatırlatayım.
Sizce ortaöğretimde Türk Dili ve Edebiyatı dersine gereken önem veriliyor mu? Yükseköğretime geçen öğrencilerde Türk Dili ve Edebiyatına hâkimiyeti ve hassasiyeti yeterli buluyor musunuz? Yükseköğretimde Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerini nitelik olarak yeterli buluyor musunuz?
Bu sorularınıza tüm kalbimle evet demeyi o kadar çok isterdim ki. Çok açık söyleyeyim. Karşımıza gelen bir öğrencinin, Türkçe öğrenmiş bir İngiliz veya Çinli öğrenciden hiç farkı yok. Ezber birtakım bilgiler ve kalıplaşmış düşüncelerle geliyorlar, güzel konuşup yazamıyorlar. Edebiyat dersleri bir öğrencinin talihine kalmış, iyi bir öğretmene tesadüf ederse bir şeyler öğreniyor ama iyi edebiyat öğretmeni ile karşılaşma ihtimali çok yok maalesef.
Bizim bölüm için örnek vereyim, çok iyi hocalar olmasına rağmen müfredat ve anlayıştan dolayı arzu ettiğimiz seviyede olduğumuzu söyleyemem. Türkiye ortalamasının üzerinde, hatta en iyilerden olduğumuzu düşünüyorum ama verdiğimiz eğitimi yeterli bulmuyorum.
İngilizce ve Fransızca ile Arapça ve Farsçayı aynı kefeye koyanlarvar. Bizim bakış açımıza göre İngilizce ve Fransızca kökenli kelimeler yabancı kelimelerken Arapça ve Farsça kökenli kelimeler Türkçedir. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bence ikisi de bir. Bir kelime günlük dilimize girmişse ve kullanılıyorsa, kökeni ne olursa olsun, artık Türkçedir. Kelimelere pasaport[!] sorulmaz. Onlar gelir, yaşama alanı bulursa kalır, bulamazsa unutulur gider. Bu konuda tutucu olmaya gerek yok. Ama züppeliğe de gerek yok. Konuşmalar arasına Türkçesi varken ve yaşıyorken, halkın kullanmadığı İngilizce kelimeler serpiştirmek züppelik ve köksüzlüktür. Muhtelif mesleklerde kullanılan henüz Türkçesi bulunamamış kavram ve isimlerin kullanılmasına bir şey diyemem ama toplantı set[!] eden birinin geleceği olmaz, kaybolmaya ve yok olmaya mahkumdur. İnsanlığa vereceği de bir şey yoktur. Çünkü zihni köleleşmiştir. Unutmayın, dilini esir veren ruhunu da esir verir.
“Annemden Duyduklarım-Giresun Kutluca Köyü Atasözleri ve Deyimleri” isimli kitabınızın ortaya çıkış hikâyesini bizimle paylaşır mısınız?
Ben, Karadeniz’den İstanbul’a göç etmiş bir ailenin İstanbul’da doğmuş, büyümüş bir çocuğuyum. Bir tarafım İstanbul iken diğer tarafım annemden ve babamdan aldığım Karadeniz kültürü.[!] Ara nesiliz bu açıdan. Annemi ona doyamadan kaybettim. Son sınıftaydım annem göçtüğünde. Annem bu milletin irfanını temellük etmiş biri idi. O nesil, tahsil görmemesine rağmen dile hakimiyeti çok kuvvetli idi. Duygularını ifade ederken hiç sıkıntı çekmezlerdi. Rahmetli annem her durumu izah eden bir atasözü veya deyim söylerdi. Ben bunların bir kısmını günlük dilde kullanıyordum ama bir kısmını unutacaktım. Annemin ardından, onun bana söylediklerini çocuklarıma aktarmak isterdim. Annemin sağlığında aldığım karalamaları [not] onun ardından bir araya getirdim, biraz daha zenginleştirip kitap yaptım. Böylece annemle olan bağımı ölene kadar canlı tutmuş oldum. Çocuklarıma da babaannelerini tanıttım, kitabı ellerine aldıklarında annemi dinliyormuş gibi oldular. İleride çok daha fazlasını hissedeceklerine inanıyorum.
Ortaöğretim ve yükseköğretimde okuyan öğrencilere kendilerini geliştirmeleri için vereceğiniz tavsiyeler nelerdir?
Unutulmaması gereken en önemli şey mezuniyet belgesinin [diploma] tek başına bir şey ifade etmediği. Siz bir işe başvurduğunuzda mezuniyet belgenize bakmazlar, o işi ne kadar güzel yaptığınıza ve sizin nasıl yetiştiğinize bakarlar. Okul tek başına yetmiyor. Mutlaka okul dışında da kendinizi geliştirmelisiniz. En az bir dili konuşmalı, uygulayım bilimini [teknoloji] bilmeli, edebiyat öğrencisi olarak güzel sanatlardan biri ile ilgilenmelisiniz. Ayrıca fotoğraf,[!] spor[!] veya bir başka iş ile mutlaka meşgul olup kendinizi dinlendirecek, vakit geçirecek kadar iyi olmaya çalışmalısınız. Sizi zor bir dünya bekliyor. Ama siz siz olursanız ve bir şeyleri iyi yaparsanız her zaman size yer verecek birileri bulunacaktır.
(Derginin Altıncı Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)