Küçük kız çocuğu oyuncağını kenara koydu, ninesine bakmaya başladı. Ninesi “Ne bakıp durursun, çok mu yaşlanmışım kara kızım, yaşlanınca elbet güzelliği gider suratın, ona mı bakıp durursun?” diye sordu.
Oysaki küçük kız ninesinin kırışan yüzüne bakıp büyünce ben de mi bu kadar bilge olacağım, benim de mi suratıma yaşanmışlıkların hırçın izleri düşecek diye düşünmüştü.
Bir şey diyemedi, neden desin ki, azar mı işitsin? Bu diyarda saçına ak düşmemişin söz hakkı yoktur. Küçük kız sessiz doğmuştu ve bilmiyordu ki sessiz ölecekti. O kimseye kendini anlatmamıştı, kendini tanıtmamıştı. İnsan kendini nasıl tanıtırdı ki, insan bir başkasını kendi kendine tanımalı diye düşünürdü hep. Sustu, bu yüzden hep sustu, ona “Dilsiz” dediler, “Sesi çıkmaz, bir şey bilmez, yaşı küçük.” dediler, “Hayatı öğrenememiş nasıl bilsin.” dediler.
Ama bilmiyorlardı ki küçük kız biliyordu, doğruyu bilmese bile doğru yolu biliyordu. Renkli resimlerin oynadığı kutuda görmüştü, eğer ninesini hekime götürseler öksürmezdi, belki onunla oyun bile oynardı. Neden oynamasın ki renkli resimli kutudaki küçük resimlerdekiler hep torunlarıyla oynuyorlardı, onlara masal anlatıyorlardı. Onun ninesi de öksürmeseydi onunla oynardı, biliyordu küçük kız bunu en çok bunu biliyordu. Ama dinleyeceklerdi onu, götüreceklerdi onu hemşirelerin sus işaretli resimleriyle dolu beyaz duvarlara, turp gibi olacaktı ninesi. Kimse yapmazsa büyüyecekti ve o götürecekti, hem biraz boyu uzasa, biraz da kilo[!] alsa dinlerlerdi onun sözünü. Bildiği çok şey vardı ancak bunda yanılıyordu, kimse onu dinlemeyecekti, ninesi onunla oyun oynamayacaktı çünkü küçük kızın boyu uzamayacak; kilo almayacak, saçlarına ak düşmeyecekti.
Sıcak bir sonbahardı, üşümeye başlamayı bırak daha sinekleri evlerinden kovamamışlardı bile. Hiç sevmezdi küçük kız sinekleri. Biri bunu duysa “Aman kim sever ki?” derdi fakat küçük kızın sinekleri sevmemesinin nedeni çok başkaydı. Babasından ilk azarını sinek nedeniyle işitmişti küçük kız. Yemek yerken sinek konmuştu yemeğinin üstüne, kovmak istemişti ancak babasının sözleriyle duraksamıştı.
Babası:
“Sinekler bizleri ısırır, yemeğimize konarsa yemeği kirletir; o yemek yenilmez. Sineği gördüğün yerde terlikle öldür, konmasın yemeğimize, ısırmasın bizi.”
Küçük kız şaşırmıştı oysa babası dünyanın en merhametli insanıydı, o keçilerle, koyunlarla her gün ilgilenir, onları beslerdi. O hiçbir canlıya kıyamazdı ki, atın ayağı kırılınca vurmamıştı onu, anası “Vur!” demişti. Babası “Baytara göstermeli, mutlaka tedavisi vardır. Dünya gelişti, devir ilim devri, hanım!” demişti. O gün tüm köy bu sözle dalga geçmişti, “İlim hangi gelenekten, hangi gerçekten üstün gelebilir?” demişlerdi. Öğretmen bey duyunca önce hafif tebessüm etmiş sonra da “İlimin amacı üstünlük değildir. İlim bir şeyleri silmek için değil, geliştirmek; değiştirmek için kullanılır. İyi olan bir şeyi kim neden değiştirsin? insanlar iyi olanın değil kötü olanın üzerine kafa yorarlar. Gelenekler yeterli olsaydı bu köyde kimse hastalanmazdı, kimse erkenden göçmezdi.” demişti.
“Kimse inanmadı, kimse inanmadı ama gerçekler inanan sayısına göre değişmezdi, öyle değil mi?” böyle demişti, öğretmen. “Kimse inanmadı, kimse inanmadı ama gerçekler inanan sayısına göre değişmezdi, öyle değil mi? O yüzden sizin fikirleriniz benim doğrularımı etkilemiyor. Benim doğrularım, başkalarının hata kabul etmez davranışlarından değil bildiklerimden ve bilmediklerimden doğuyor.” demişti köyün muhtarına. Muhtar ise tebessüm etmemişti, kızgın bakmıştı. Korkmuştu küçük kız. Oysa öğretmeni ne söylenirse tebessüm ediyordu. “Öğretmen ne yapıyorsa ne diyorsa ona uyacaksınız.” demişlerdi başlarda. Sonra bu kuralı ilk onlar çiğnememişler miydi, ilk onlar hayır demediler mi doğruya? Şehirden gelmiş olması, büyük büyük binalarda yaşlılardan ders alması bizden farklı yapar mıydı onu, oysa gelenekler de yaşlılardan gelmiyor muydu? O zaman ninem de mi yanlıştı, öğretmenimin hocası yalan söylüyorsa, onlara yanlış anlatıyorlarsa, köyün büyükleri de mi cahildi?
Bir seferinde demişti ki öğretmeni “Büyüklerin sözünü dinleyin, en çok onları dinleyin ama dediklerini yapmayın!” Sıra arkadaşı sormuştu öğretmenine “Ama öğretmenim, büyükler ne derse doğru değil midir? Sizin de büyük öğretmeniniz varmış, öyle demiştiniz bize. Siz onların dediklerini yapmadınız mı, hani onlar demişlerdi size buraya gelmenizi; bize bakmanızı. ‘Gidip çocukları okutun.’ diye.” Öğretmenin küçük bir gülümsemeyle cevapladı. “Evet, onlar böyle dedi ama ben kendi fikrimi gerçekleştirdim. Fikriniz olmadan başkalarını dinlemeniz, yönlendirilmeniz demektir.” ve devam etti “Atlı arabada yolcu mu yolu seçiyor yoksa arabacı mı?” hepimiz arabacı demiştik o gün. “Siz de istediğiniz yere gitmek istiyorsanız, kendi arabanız olsun; istediğiniz yere gidin, başkalarının arabasına binmek kolay diye başkasının arabasına binmeyin, yoksa sizin değil başkalarının istediği bir yere gidersiniz. Yani size söylenileni düşünün, taşının sonra söylenen eğer güzelse, doğruysa söyleneni yerine getirin. Yoksa başkasının fikri, sizi ancak bu dünyada yolcu yapar. Siz kalıcı olun, düşünür olun.”
Bunları ninesine anlatmıştı küçük kız ama ninesi kızmıştı. “Bu öğretmen de fazla olmaya başladı, büyükler ne derse doğrudur kızım. Bak bana anam ne dedi ise onu yaptım, senin annen de ben ne dediysem… Şimdi sen de annenin dediğini yapacaksın.” itiraz etti küçük kız “Ama ben annem değilim, annem de sen nine… Annemin zamanında radyo[!] vardı, şimdi renkli resimli kutu var. Bu yeni, sen bunun nasıl kullanılacağını hâlâ bilmezsin ki annem de bilmezdi, ben söyledim; ben öğrettim ona.” Ninesi kızgınca “Ne ayıp, küçük büyüğe akıl mı verirmiş, biz bilmeyiz öyle gavur işlerini; sen de bilme, iyi değil. Söylemiştim ‘Ne radyo ne de o kutu mudur nedir? O bizi aşar, buraların huzurunu bozar. Kendimizi korumalıyız, bak küçükler başımıza çıkacak şimdi.’ Ah çok şımardın sen de!” dedi. Yine susmuştu küçük kız.
Düşündü. Bilmenin yaşı olur mu, arkadaşının ninesinden küçük babaannesine sormuşlardı neyin nereye ekileceğini. Onun da suratında kırışıklık vardı ama ninesininki kadar fazla değildi. Kimin daha çok bildiğine nasıl karar verecekti, birinin her konuda söylediği doğru olur muydu? Hocası bir keresinde “Herkes bir gün yanlış bir kelam eder, sadece ne zaman olduğunu bilmez. Birini ikna ederse, mutlu olur. Bu mutluluk onu zehirler ve doğruluğunu sorgulamayı bırakır. Daha sorgulamaz, çünkü sorgulamak zordur. Sorgulamadan da doğrular oluyorsa, neden çetrefilli yolu seçsin ki insan?” demişti. Ninesi de bırakmış mıydı?
“Düşünmeyi bilmeyenler, bir kişiyi bile ikna ediyorsa dediğinin doğru olduğunu sanarlar. İşte en büyük suç da buradadır. Çünkü onun yanlışı başka bir doğrunun doğmasına engel olur, doğruyu karartır.” diye devam etmişti hocası.
Şimdi anlamaya başlamıştı küçük kız, ninesi düşünmemişti; ona ne denildiyse onu yapmıştı. Çünkü düşünmek öğretilmemişti, düşünmek suçtu. Küçükler düşünemezdi çünkü bilmezlerdi. Peki bilmek için büyük olmak değil düşünmek gerekmez miydi?
Bunları düşünürken yoldaki taşı görmeyip takılıp düşmüştü küçük kız. Başı biraz acıyıp geçmişti; fakat saatler sonra tekrar ağrımaya başlamıştı. Ninesine göre şişi inmişti, morarmamıştı. Bu muhakkak ki şımarıklıktı. Babasına demişti ki “Başım acıyor, beni beyaz duvarlı, hemşireli binaya götürür müsün babacım?”
Ninesi “Gerek yok, şımarıklık. Çok şımartmaya gelmez çocuk kısmını.” demişti. Babası da “Şehre götürmenin zor olacağını, onu yoracağını, birazdan geçeceğini söylemişti.” Ama babası hekim, hemşire değildi. Bu sözlerin sahiplerinin hiçbiri bilgili değildi. Ama hayat onlara, sabah olunca, birçok şey öğretti. Birçok acı, birçok gerçek…