Bu yazımda, dünyayı insanlara dar eden, sokaklarda yürütmeyen, herkese maske[!] taktıran ve can varlığının yanında mal varlığına da kast ederek ülkelerin iktisadi yapılarını çökerten virüslerden[!] bahsedeceğim. Gözle göremediğimiz bu ölümcül varlıklar hakkında bazı sorular soracağım ve bu soruları cevaplamaya çalışacağım.
İlk olarak, son bir yıldır dilimizden düşüremediğimiz “virüs” kelimesini ele alalım. Peki, “virüs” nedir? Sık sık kullandığımız bu kelimenin ne olduğunu ya da ne anlama geldiğini biliyor muyuz? Virüslerin ilk görüntüleri, 1931’de Alman mühendisler “Ernst Ruska” ve “Max Knoll” tarafından elektron[!] mikroskobunun[!] icadı sayesinde elde edilmiştir. 1940’lı yıllarda yaklaşık beş bin virüs türünün var olduğu keşfedilmiştir. Günümüzde ise virüs türlerinin milyonlarca[!] olduğu bilindiği halde bu türlerin çok az bir kısmı tespit edilebilmiştir.
Günlük hayatımızda farkında olmadan binlerce virüsle karşılaşmaktayız ancak rastladığımız bazı virüslere karşı vücudumuzun bağışıklığı varken, bağışıklık sahibi olmadığımız kimi virüsler hastalanmamıza ve hatta ölümümüze neden olmaktadır. Virüslerin büyük bir kısmı insanlarla etkileşime geçmemektedir lakin bazı durumlarda virüslerin ister istemez insanlarla etkileşimleri gerçekleşmektedir. İnsanlarla etkileşime geçen virüs türüne, günümüzde hayatımızı etki altına alan Covid-19 virüsünü örnek gösterebiliriz. 2020 yılının başlarında dünya gündeminin en tepesine oturan ve kalkmak bilmeyen SARS-CoV-2 yani nam-ı diğer Covid-19 virüsü, akciğer hücrelerini hedef alıp, solunum yollarını ele geçirmektedir. İnsandan insana kolaylıkla bulaşan koronavirüs şu anda bilindiği kadarıyla yaklaşık 3,4 milyon insanın ölümünden sorumludur. Covid-19’un tespit edildiği ilk 41 vaka, %70’i yasa dışı yollar ile yakalanan ve müşterilerin önünde kesilen hayvanların satıldığı, Huanan deniz ürünleri pazarının düzenli müşterileri, çalışanları ve sahiplerinden oluşmaktadır. Covid-19‘un bu pazardaki hayvanlardan insanlara bulaştığı kesin olarak söylenemez ancak araştırmalar sırasında elde edilen bulgular ile Covid-19’un Huanan pazarında satılan hayvanların aracılığıyla hayatımıza girdiği tahmin edilmektedir. Yani, atalarımızın “Her kuşun eti yenmez.” sözü hem mecaz hem gerçek anlamıyla haklı çıkmıştır.
Peki, virüslerin çalışma düzeni nasıldır? Virüslerin, iç taraflarında kalıtsal [genetik] görevleri üstlenen RNA[!] ya da DNA[!] yer almaktadır; dış taraflarında ise iç tarafı kaplayan protein[!] yapılı bir kılıf bulunmaktadır. Bizim gibi gelişmiş canlıların yanında RNA ve DNA’lar oldukça basit yapıdadırlar lakin basit oldukları kadar da etkilidirler. Basit yapıda oldukları için bir metabolizmaya[!] sahip değildirler. Virüsler, bir canlı ile etkileşim içinde bulunmadıklarında ölü gibi davranmaktadırlar bu yüzden onlara canlı ya da cansız diyememekteyiz. Bir başka deyişle virüsler hem canlıdır hem de cansızdır. Eğer bir virüs bir canlının vücuduna girmeyi ve o canlının hücrelerinden birine sızmayı başarabilirse, hücrenin kalıtsal özellikleri ile etkileşime geçmekte ve hücreyi virüs üreten koca bir tesise dönüştürmektedir. Virüs, etkileşimde bulunduğu canlının bir hücresinin içerisindeyken kendisinden binlerce üretebilmektedir ancak sonunda, o hücrenin kaynakları tükendiği için hücre yok olmaktadır. Geriye diğer hücrelere saldırmaya hazır binlerce virüs kalmaktadır. Virüsler bu yöntemle çoğaldıkları için sayıları üstel bir şekilde artmaktadır. Virüs kendi neslini sürdürebilmek için bu döngüyü gerçekleştirmek zorundadır. Olaya virüsün sızdığı canlı vücut açısından bakarsak artık canlının metabolizmasının virüslerin hizmeti için çalıştığını görürüz. Bu süreçte canlının metabolizması yavaş yavaş çökmeye başlar ve bu çöküşün sonuçları canlı için çok ağır olur.
Canlılık ile cansızlık arasında sıkışıp kalan bu varlıklar, yapısal olarak inanılmaz derecede küçüktürler. En büyük virüs türü, en küçük bakteri[!] türünden bile küçüktür. Ortalama bir bakterinin boyutu, ortalama bir virüsün boyutundan yüz kat daha büyüktür. Virüslerin boyutları 0,02 – 0,25 mikrometre[!] arasında iken bakteriler 0,5 – 5 mikrometre arasındadırlar. Yaklaşık üç milyon virüs bir araya geldiğinde sadece bir adet pirinç tanesinin boyutu kadar yer kaplamaktadır. Ne kadar küçük olduklarını hayal edebiliyor musunuz? Bu kadar küçük ve basit yapıdaki varlıklar bizi nasıl bu kadar çok korkutabiliyor ve bakterilerden daha tehlikeli olabiliyor?
Bakteriler, virüslerin aksine canlıdır ve bir metabolizmaya sahiptir. Virüslere ise tam anlamıyla canlı denilememektedir ve virüslerin bir metabolizmaları yoktur. Bakteriler ile virüsler arasındaki en büyük ve en tehlikeli fark budur. Bakteriler canlı oldukları için onlara karşı daha kolay bir şekilde ilaç geliştirebiliyor ve bünyelerine zarar verebiliyorken maalesef virüsler için aynı kolaylıktan söz edemiyoruz. Virüslerden korunmanın tek yolu aşıdır. Aşı ile insan bünyesine, o virüsün zayıflatılmış halinin nüfuz edilmesi sağlanır. Amaç vücudumuzun bağışıklık düzenine [sistem] virüsü tanıtmaktır. Aşı sayesinde virüs vücuda girdiği zaman vücudumuzdaki savunma düzeni virüse saldırmaya başlayacaktır. Lakin virüslerinde bu yönteme karşı çok güçlü bir silahı vardır. Hemen hemen her virüs değişinime [mutasyon] uğramaktadır. Hatta aynı tür virüs her insanda farklı değişinimler geçirebilmektedir. Sürekli kimlik değiştirebilme yetenekleri vardır. Elbette, birçok insanın ölümüne neden olan bakteri kaynaklı hastalıklar da var. Örneğin yaklaşık 200 milyon kişinin ölümüne neden olan “veba hastalığı” virüs kaynaklı bir hastalık değildir. “Yersinia pestis bakterisinin” sebep olduğu bir hastalıktır. Veba, yalnızca 14. Yüzyılda bile Avrupa’nın üçte birini öldürmüştür. Bu ölümcül hastalık, 19. yüzyıla kadar her yeni nesille geri dönmüştür. Ancak günümüzde tedavi edilebilen bir hastalıktır. Bakteriler, zaman zaman savaşlar kazanmak için bir silah olarak da kullanılmıştır. Bakterileri kullanarak yapılan dirim bilimsel [biyolojik] silah çalışmaları, maalesef ki 19. yüzyılın sonlarında başlatılmıştır. Aynı yüzyılda Fransız mizahçı Alphonse Allais, “Almanlara savaş ilan etmek yerine, onlara veba veya kolera[!] ilan edeceğiz!” diyerek savaşta bakterilerin kullanılması, hastalıkların bilinçli olarak yaydırılması fikrini başlatmıştır. Silah olarak bakterilerin kullanılmasının nedeni, virüsler kadar sık değişinime uğramamalarıdır. Bir virüsün silah olarak kullanıldığını hayal edebiliyor musunuz? Denetleyemeyeceğiniz ölümcül bir virüsü dünyaya yaymak, hedeflerin ve hesapların dışına çıkmak demektir. Zira virüs sürekli geçirdiği değişinim ile ayırt etmeksizin her önüne geleni öldürecektir.
Son olarak insanlık tarihinde ki en ölümcül virüslerden bahsetmek istiyorum. H1N1 virüsü yani halk arasında “domuz gribi[!]” domuzlarda görülen bir virüs türüdür. Virüsün insanlarla teması sonrasında değişinim geçirmiş ve insanlara da bulaşmaya başlamıştır. H1N1 virüsü akciğer hücrelerini hedef alarak solunum yolu rahatsızlıkları başlatmaktadır. Bu virüs yaklaşık 10 binin üzerinde insanın ölümünden sorumludur. H1N1 virüsünün bir türevi olan İspanyol gribi, 1918 – 1920 yılları arasında 75 milyon insanın ölümüne neden olmuştur. Dört yıl süren 1.Dünya Savaşı’nın sona ermesinde bu hastalığın da etkili olduğu iddia edilmektedir.
H5N1 virüsü yani “kuş gribi” esasında kuş türlerinde bulunan bir virüstür. İlk olarak 1878 yılında tavuklarda keşfedilmiş ve “tavuk vebası” olarak isimlendirilmiştir. Daha sonra 1997 yılında insanlara bulaşmış ve dünyaya Çin’den yayıldığı anlaşılmıştır. Genelde hayvandan insana bulaşan bir virüs olmasına rağmen, insandan insana bulaştığı da görülmüştür. Bu virüs türü de akciğeri hedef aldığı için solunum yolu sorunları başlatarak ölüme sebep olmaktadır. Yeterince solunum yapılamadığı için vücut ölümden önce morarmaya başlar. Bu sebepledir ki Endonezya’da “mavi ölüm” adıyla bilinir. Bu virüs türü 167 insanın ölümüne ve Hollanda’da kümes[!] hayvanlarının üçte birinin yani 30 milyondan fazlasının itlafına neden olmuştur.
Rabies virüsü, bizim bildiğimiz ismiyle “kuduz”, canlıların beynini hedef almaktadır. Genellikle virüsü taşıyan canlıların ısırığı yoluyla insanlara bulaşmaktadır. Günümüzde hayvanlar ve insanlar için aşısı mevcut bulunduğundan gelişmiş ülkelerde pek yaygın bir hastalık değildir. Bununla birlikte Hindistan ve Afrika ülkeleri gibi bölgelerde sıklıkla görülmektedir. Kuduz belirtileri başlamadan önce aşı olunmalıdır. Eğer geç kalınırsa kurtuluş yoktur. Kuduz virüsü, her yıl yaklaşık 60 bin kişinin ölümünden sorumludur.
HIV virüsü yani “AİDS”, 1959 yılında hastalığı taşıyan bir insanın kanında tespit edilmiş fakat o tarihte virüs ile ilgili bir tanım yapılamamıştır. Virüsün keşfi ise ancak 1983 yılında Amerikalı ve Fransız araştırmacılar tarafından gerçekleştirilebilmiştir. HIV virüsü, cinsel ilişkiyle, kan temasıyla, uzuv [organ] nakilleriyle insandan insana bulaşmakta veya anneden bebeğine sirayet etmektedir. HIV virüsü insanın bağışıklık düzenini hedef almaktadır. Bu virüs türü aslında insanı öldürmemekte ancak savunmasız bırakmaktadır. Ne var ki bağışıklığı çöken yani savunmasız kalan bir insan en ufak bir hastalıkta ölümle burun buruna gelmektedir. Son 35 yılda, yaklaşık 35 milyon insan HIV virüsü yüzünden hayatını kaybetmiştir.
Rota virüsü, 5 yaşından küçük çocuklara bulaşarak şiddetli ishale sebep olmaktadır. Aşısı bulunduğu için gelişmiş ülkelerde bu hastalığa bağlı ölüm vakaları ile nadiren karşılaşılırken gelişmemiş ülkelerde hastalığa bağlı ölümler çok yaygındır. Bu virüs her yıl 600 bin çocuğun canını almaktadır.
“Çiçek hastalığı”, Poxvirüs adlı bir virüs çeşididir. Oldukça bulaşıcı bir hastalık olduğu için hasta ile aynı ortamda bulunulması durumunda bile hastalık kişiden kişiye bulaşabilmektedir. Çocuklarda daha fazla görülmesinin yanı sıra, genç, yaşlı herkesi hasta edebilmektedir. 1966 yılından itibaren bütün dünya ülkelerinde çiçek hastalığı aşısı yapılması zorunlu hale gelmiştir. Ölüm sayısı kesin bir şekilde bilinmemekle birlikte 300 milyon kişinin ölümünden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir.
İki türün hayatta kalma savaşı, virüs ve insan. İnsanlar neslini devam ettirebilmek için aşı buluyor, virüsler kendini korumak için değişinime uğruyor. Bir tarafta katrilyonlarca[!] hücreden meydana gelen, dokuların, uzuvların ve düzenin bir arada bulunduğu; zekaya, özgür iradeye ve düşünme yetisine sahip insanlık; diğer tarafta ise son derece küçük [nano] boyutlarda yarı canlı basit bir DNA/RNA parçacığı. Geçmişten günümüze bakıldığında 20. yüzyıla kadar savaşın mutlak galibi virüsler gibi görünmektedir. Gelişen uygulayım bilimi [teknoloji] sayesinde virüslerle olan savaşımızda artık biz de üstün yanımızı gösterebiliyoruz. İçinde bulunduğumuz günlerde zor şeyler yaşıyoruz, deyim yerindeyse adeta dünyamız başımıza yıkıldı. Ancak bir virüsün kendini korumak için değişinime uğraması gibi insanoğlu da her çağda her zorlukta hayatta kalmanın ve yaşamaya devam etmenin bir yolunu bulmuştur, bulacaktır. Biz de bu süreçte mücadeleye devam ederek özgürlüğün yolunu bulacağız.
(Derginin Altıncı Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)