“Hani Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’ dediğinde onlar: ‘Orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek birini mi yaratacaksın? Hâlbuki biz, seni övgüyle tesbih ve takdîs ediyoruz.’ demişlerdi. Allah da onlara ‘Ben sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim.’ buyurmuştu.”
Bakara / 30. Ayet
Ben Kürşad Göktuğ, Dünyalı bir yazar ve gazeteciyim. Dünya adını verdiğimiz, Samanyolu Gök adasında bulunan Güneş düzeneğindeki küçük mavi evimizde, insan ırkı belki de son zamanlarını yaşamakta. Ne yazık ki bunun nedeni biz ev sahipleriyiz. İnsan ırkının doymak bilmez tatmin duygusu ve bitmeyen hırsı buna sebep oldu. Bu gezegenin bize sunduğu olanakları neredeyse tükettik. İlk uygar insanlar verimli topraklar üzerinde doğdular ve öldüler. Onların torunlarıysa toprağın altından değerli madenler çıkardı ve bunları kullanmayı öğrendi. Bu gelişmeyi büyük kentler ve şehirler kurmak takip etti. İnsanlar yemek, toprak, para ve güç için savaştılar. Kimi üstünlük sağlarken kimi yok oldu. Belki de insan ateşi zapt ettikten sonra sırtını dev bir ağacın gövdesine yaslayıp dinlenmeliydi. Uygarlık seviyesi arttıkça dünyadaki her şey değişti. Değişmeyen tek şeyse hırs ve açgözlülüktü. “Hırs!” insanoğlunun yaratılışında var olan en tehlikeli şey.
Sanki dünya, bizden öncekilerin bütün yaptıklarına sabretmiş ve bizim onların üstüne eklediklerimizle birlikte artık bizi istemediğini söylüyor. Eskiden rüzgârlar bu kadar şiddetli değilmiş, çöller basınç alanlarında doğal yoldan oluşan bir iklimin ürünleriymiş, yağmurun sıradan olduğu ülkeler bile varmış. Kısacası bizden öncekilerin yaşadığı Dünya bugünkünden çok daha farklı bir yermiş. Doğa ise bizden bağımsız, o insanlıktan önce de vardı insanlıktan sonra da var olacak. İnsan bu gezegene verdiği zararlarla sadece kendi ırkının sonunu hazırlamış gibi gözüküyor. Dünya artık bize açık bir şekilde onu terk etmemizi söylüyor.
Yirmi yedinci yüzyılın son çeyreğinde insanlık, dünya tarihinin en büyük başarısına tanıklık ediyor. İnsanlı uzay gemisi Ulak-2 canlı yaşamına uygun “Öte Yurt” adlı bir gezegene doğru yola çıkacak. Kardeş gezegenimiz diye anılan “Öte Yurt” ilk defa 22. yüzyılda bir Türk gök bilimci [astronom] Baybars Törüngey tarafından keşfedilmiş. İnsan ırkının tüm ilerleyişinin sonuçlarından biri, bu gezegenin keşfedilişi bütün bilim çevrelerinde büyük bir heyecan uyandırmış. Türk gök blimci 2187 yılında yazdığı bir makalede keşfini şöyle anlatıyor: “Uzun zamandır çalışma topluluğumla beraber Alfa Centauri yıldız düzeneğini inceliyoruz. Buradaki yıldızlar Güneş ile aynı sınıfta bulunuyor, özellikle boyutu sebebiyle Centauri B Yıldızı’na odaklanmıştık. Daha önce yörüngesinde bir gezegenin varlığını keşfedebilmiştik ancak bunca zaman bizden saklanan bir başka gezegen daha vardı. Bu gezegeni keşfedişimiz de mühim bir şeydi fakat asıl önemini daha sonra anladık. ‘Alfa C.3b’ adını verdiğimiz bu gezegenin yıldızına uzaklığı yaklaşık yüz elli milyon[!] kilometre,[!] Dünya’nın Güneş’e uzaklığıyla neredeyse aynı. Gezegenin hava yuvarındaki [atmosfer] hareket eden bulut kümeleri ise bizi çok heyecanlandırdı. Birkaç gün sonra da gezegende donmuş halde su bulunduğuna emin olduk. Artık tamamdı, bu çalışma tüm Dünya’yı tüm yaşamı ve belki de tüm kâinatı ilgilendiren bir meseleye dönüşmüştü. Bu gezegende yaşam olabilir, belki de zeki bir yaşam… İlk iş gezegeni tanımaya yöneldik. Çalışma topluluğumuzun ününü arttıran bu gelişme bizi tüm dünyanın gözdesi yaptı. Bununla iftihar etmekle beraber, ne zor bir işin altına girdiğimizin de farkındayız. Bizler gibi uzaya ve bilime adanmış hayatlar için çok önemli gelişmeler yaşanıyor.
Uzun gözlemler ve takipler neticesinde çok önemli bulgular elde ettik. Gezegenin iki büyük okyanusu var. Ayrıca bu okyanusları bölen, gezegenin kutuplarından orta kuşaklarına kadar inen iki büyük kıta ile sayılamayacak kadar ufak ada mevcut. Gezegenin büyük bir bölümü donmuş vaziyette yani metrelerce[!] belki de kilometrelerce derine inen bir buzul örtü ile karşılaşabiliriz. Buna karşın gezegende buzul örtünün seyrek görüldüğü hatta çeşitli otsuların yaşadığını düşündüğümüz alanlar var. Gezegen yüzeyi canlı yaşamı için elverişli olamayabilir ama o okyanusların altında muhakkak canlı yaşamı mevcut, bundan eminim. Gezegeni daha yakından tanımak ve araştırmalara yön vermek adına o gezegene bir keşif aracı göndermeliyiz. Ancak gezegenin uzaklığı son derece önemli bir sorun. Ay’daki seyahat şirketleri en hızlı yolculuk seçeneğinde müşterilerine bir buçuk haftalık bir süre ile hizmet veriyor. Ancak bunlar elbette insanlı uçuşlar, insansız uçuşlarda süre azalıyor. NASA’nın Ay’a yaptığı en hızlı insansız uçuşlar yarım saat kadar sürüyor. Bununla birlikte ışık hızıyla gidebilen bir araç için bu süre sadece bir buçuk saniye. Bugünkü uygulayım bilimsel [teknolojik] imkanlar ne yazık ki bu yeni gezegene erişmek için yeterli değil. Bütün bu zorluklara rağmen başarısızlıkla sonuçlanabilecek bir işe kalkışıyoruz. Çok uzaklara insan yapımı bir keşif aracını misafir yolluyoruz. ‘Önder Kaşif’ adını verdiğimiz bir robot[!] o gezegende dolaşan ilk Dünyalı olacak. Yaklaşık 480 Dünya yılı boyunca yolculuk ettikten sonra hedefine ulaşacak. Beni en çok üzen şeyse benim, torunlarımın ve hatta daha birçok sonraki nesilden torunlarımın dahi bu gezegenden dört ışık yılı uzakta ölecek olmamız.”
Europa’da ve Mars’ta uzun yıllardır yaşamaya imkân sağlayacak bir ortam oluşturmaya çalışıyoruz ama bu çok maliyetli çalışma yüzyılı aşkın süredir başarılamadı. Kimilerince Mars’ta kurulan dört bin nüfuslu yerleşim başka bir gezegende de yaşayabildiğimiz anlamına geliyor. Ne var ki bana kalırsa bu yaşayabileceğimiz anlamına gelmiyor ve ne yazık ki bu yerleşim Mars’ı yaşanabilir de kılmıyor. Bu yüzden doğal yollardan yaşama elverişli olma ihtimali bulunan ve belki de ilerleyen yüzyıllarda insan ırkına ev sahipliği yapacak “Alfa C.3b” yeni verdiğimiz ismiyle “Öte Yurt” biz Dünyalılar için çok önemli, o Dünyamızın uzaktaki bir benzeri ve bizi bekliyor. Baybars Törüngey bu keşiften altı yıl sonra hayatını kaybetmiş, onun anısına Öte Yurt’ta kurulan ilk insan şehrine onun ismi verildi.
2667 yılında Önder Kaşif ve çalışma topluluğunu taşıyan “Ulak-1” adlı uzay gemisi neredeyse beş asır kadar sonsuz uzayda seyahat ettikten sonra hedefine varmıştı. Gemi gezegenin orta kuşağında Anadolu’ya benzeyen büyük bir yarımadaya iniş yaptı. Çeşitli ölçümler sonucunda anlaşıldı ki burası, insan yaşamı için en elverişli bölgeydi, su sıvı haldeydi ve bir dizi işlemle içilebilir hale getirilebildi. Bitki örtüsü Dünya’ya kıyasla zayıf olsa da 30 metreyi bulan odunsu gövdelere sahip ağaçlar toprakları kaplıyordu. Bu gezegen Dünya’nın son Devoniyen[!] Devri’ne çok benzeyen bir dönemi yaşıyordu. Kara yaşamı, deniz yaşamı kadar hareketli değildi. Bu güzel gezegenin okyanuslarında, göz alıcı mercanlar, dallı bacaklılar, üç loblular[!] ve ilkel balık biçimleri bulunuyordu. Hiç şüphesiz kıtasal hareketlilik bu gezegende de büyük bir sorun teşkil edecekti zira gezegenimizdeki kadar olmasa da yanardağ faaliyetleri yaşanıyor ve eriyen buzullar deniz seviyeleri üzerinde etkili oluyordu. Alpha’nın bize gösterdikleri muazzamdı. Sanki karşımızda Dünya’nın 350 milyon yıl önceki hali tüm ihtişamıyla bize hoş geldiniz diyordu. Bütün bu ölçütler bilim insanlarınca değerlendirilerek insan yaşamına uygun bir çekirdek şehir kurulma çalışmalarına başlandı. Alpha ve çalışma topluluğu hızla “Büyük Törüngey” adlı bu şehri, iki buçuk Dünya yılına tekabül eden 3 Öte Yurt yılında inşa etti. Dört mevsimin ikisinin belirgin yaşandığı bu gezegende insan yaşamını tehdit edebilecek düzeyde gelişmiş hiçbir canlı bulunmuyor. Gezegenimizin uzaktaki bir benzeri Kutsal Öte Yurt bize kucak açacağı o günü bekliyor.
Bu görev tasarısının başlangıcındaki dünya ile şimdi ki dünya arasında çok fark var. Gelişen küresel felaketler Öte Yurt ve Ulak-2’nin önemini arttırdı. Öyle ki dünyanın bütün ülkeleri bu çalışmanın maddi yükümlülükleri için kendi kaynaklarını seferber etti. Ülke hazinelerinin bir kısmı bu göreve hizmet için ayrılmış, küresel buhran gittikçe artmıştı. İnsanlar dünyanın dört bir yanında eylemlerle, yayımladıkları bildirilerle hükümetleri zor durumda bırakıyordu. Kısacası devletler aldıkları ortak kararla insan neslinin yarını için bugününü açlığa mahkum ediyordu. Çeşitli sivil toplum örgütleri kuruluyor ve siyasi ortamlarda Ulak-2 tasarısı eleştiriliyordu. Ayrıca sivil toplum örgütlerince tasarının halk üzerinde yarattığı olumsuzluklara son verilmesi isteniyordu. Buna mukabil hükümetlerin aldığı tasarıya destek kararını doğru bulan topluluklar da kuruldu. Bu lehtar hareketin öncülüğünü bilim insanları üstleniyor ve gelecek için önemli bu görev hükümetin yaymaca [propaganda] araçları vasıtasıyla anlatılarak kitleler ikna edilmeye çalışılıyordu. İnsanlar yandaşlar ve muhalifler şeklinde ikiye ayrıldı. Yandaşların fikri önderi kabul edilen ve nicem [kuantum] fiziği[!] üzerine çalışmalarıyla tanınan Profesör[!] Boilsen Gren bir ödül gecesinde muhalif bir çete[!] tarafından suikaste uğrayarak öldürüldü. Bu durumu müteakip toplum bilimcilerin öngördüğü gibi tartışma ve fikir ayrılıkları yalnız meclislerde ve bilimsel ortamlarda kalmayıp sokaklara inmiş, şiddet ve kargaşa başlamıştı. Küçük devletler için daha sancılı geçen bu süreç, insanlık tarihinin bir kara lekesiydi. Kitlesel katliamlar yaşanıyor ve hükümetler sıkıyönetim ilan ediyor muhalif çeteleri sert müdahalelerle bastırıyordu. Güç, paraya sahip yandaşların elindeydi. Sağduyuyu kaybeden bazı zenginler sokakta azınlık yandaşları destekliyor ve muhaliflere ağır darbeler vuruyorlardı. Neredeyse bütün hükümetler bu duruma sessiz kalıyor ve hatta zenginlerin yandaşları desteklemesini meşrulaştırıyordu. Artık bir yeraltı kültürü oluşmuştu. Muhalifler seğmen [gerilla] yöntemlerini kullanarak var olmaya çalışıyordu. Sokakları zapt ediyor ve kendi simgelerini bir imza gibi işledikleri cinayetlerde kullanıyorlardı, müttefiklerini de bu simgeyle tanıyorlar ve tedbirli kıyımlar yapıyorlardı. Güçsüz olmalarına rağmen bu kargaşada muhalifler, açlığın ve toplumsal çöküşün enkazı altında kalmış halkın desteğini arkalarına alıp; savundukları fikirlerini vicdani yönden pekiştirmişti. Hiç şüphesiz hükümetin yaptığı şiddetli kıyımlar buna önayak olmuştu. İnsanlık, tarihinin en büyük başarısını; yüzyıllar süren uygulayım bilimindeki ilerleyişini yedi yıldır devam eden bu bastırılamayan direnişle yok etmişti. Muhalifler bazı ülkelerin yönetimini ele geçiriyor ve daha da güçleniyordu. Devletler bir türlü anlaşamıyor siyasi gerilim dünyada zirveye tırmanıyordu. Korkulan oldu, imha edildiği sanılan çekirdeksel [nükleer] silahlar ve durdurulmuş olması gereken çalışmalar ifşa edildi. Bu silahlar muhaliflerin elinde bulunan küçük devletler üzerinde bölgesel ölçütte kullanılıyor ve bu ülkelerde canlı yaşamına kısmi olarak son veriyordu. Yaşanan savaşta tarafsız kalmak gibi bir ihtimal söz konusu değildi. Dünya bizden nefret ediyor olmalı.
Bir kere daha yapıyorduk işte. İnsanlığımızı bir kere daha yitiriyorduk. Seciyemizin en kötü yanı olan hırsımız, Dünya’da bizi son kez ele geçiriyordu. İnsan ırkını kurtarmayı o kadar çok istiyorduk ki bu isteğimiz insanlığa zarar veriyordu. Amacımızdan sapmıştık, yüzyıllarca süren çalışmalarımız boşa gitmiş gibi görünüyordu. Ne yapacaktık? Gök adanın başka bir yerinde ilahi bir güzellikle dönüp duran başka bir gezegene yerleşip orayı da mı öldürecektik? Memelilerin hepsi bulunduğu ortamla bir denge haline gelir ve yaşadığı ortama uyumlu şekilde hayatını sürdürür. Ancak biz böyle değiliz, yerleşiyoruz; çoğalıyoruz, tüketiyoruz ve öldürüyoruz. Bulunduğumuz ortam yaşanmayacak hale gelince de bir sonraki yerleşime doğru yola çıkıyoruz. Tıpkı bir virüs[!] gibi. Evet, belki de James Lovelock haklıdır. Dünya yaşayan bir canlı ve biz onun içerisinde peyda olmuş bir kanseriz,[!] onu içten içe yiyor ve bitiriyoruz.
Yedi yıl süren bu küresel savaş Dünya’daki canlı nüfusunu neredeyse yok etme aşamasına geldi. Kullanılan kitle imha silahları doğrudan insanları hedef aldığı halde, kırsal bölgelere konuşlanarak doğal bitki örtüsünü bir tür gizlenme aracı olarak kullanan muhalifleri etkisiz bırakabilmek adına doğaya büyük zarar verildi. Muhalifleri bu sert saldırılar püskürtse de sayıları çok fazlaydı, yaşanan tüm bu olaylar Ulak-2 tasarısının gerçekleşmesine engel değildi ancak onun mahiyetini değiştirmişti artık. Yandaşlara göre bu çalışma doğal dengesi bozulan Dünya’dan bir tür kaçış biletiydi.[!] Yandaşlar içerisinde fikri ayrılıklar başlamıştı, kimi bilim insanları Dünya’nın tamamen tahliyesinin yanlış olacağını ırkımızın bir yolunu bulup bu yeni Dünya’da da yaşayabileceğini ileri sürüyor, bir kısmıysa tahliyenin zorunlu hale geldiğini ve yeni ev sahibinin Öte Yurt olması gerektiğini düşünüyorlardı. Yandaşlar kendi aralarında olağanüstü bir toplantı düzenlediler ve bu büyük toplantıya bütün müttefik devletleri davet ettiler. Yaklaşık iki gün süren ve çok gizli tutulan bu toplantı sonucunda, Dünya’nın tamamen tahliye edilip; bütün canlı türlerinin kalıtımsal özelliklerinin Öte Yurt’ta yaşatılmasına, yandaşların safında yer alan tüm bilim insanları, sanatçı ve üst düzey devlet çalışanlarının birinci yolcu konumunda gemiye kabulüne, yandaş ülkelerde yaşayan insanlar arasından sağlıklı olanların ikinci yolcu konumunda değerlendirilmesine karar verilerek düğmeye basıldı. Alınan bu karar Ulak-2’yi çağcıl bir Nuh’un gemisi yapıyordu.
Bütün bu gelişmeleri takiben çalışmanın en kilit isimlerinden ömrünü bu tasarıya adayan Profesör Umay Türker ve çalışma topluluğu muhaliflerin safına geçerek Ulak-2’nin bütün gizli belgelerini gün yüzüne çıkardı. Muhalifler resmen Dünya’da ölüme terk ediliyordu. Yandaşlar kullandıkları silahlarla gezegeni yaşanamaz hale getirmişlerdi ve düşmanlarını bu harabe gezegende bırakarak kaçıyorlardı. Bütün bunları insanlığını yitirmemiş bir yandaş olarak söylüyorum. Çok üzgünüm…
Tarih 31.05.2670, Ulak-2 Öte Yurt’a doğru yolculuğa başlayalı 3 saat oluyor. Şu an Kuiper kuşağındayız, Güneş’imize ve evimize veda ediyoruz. Birazdan bana ayrılan bölmede uyutulacağım. 352 dünya yılı sonra uyandırılacağım ve Öte Yurt’a ayak basan ilk insanlardan biri olacağım, bu buruk bir heyecan. Keşke geride yaşanabilir bir Dünya bıraksaydık. Geçmişteki gibi gelişen ve üreten bir insanlık… Umarım bu bilinmeze yolculuğumuz başarılı sonuçlanır ve insan ırkı bir başka yerde de olsa gelişip üretmeye devam edebilir.
***
Yazdıklarına göz gezdirdiği esnada odasına giren kişisel robotunun sesi dikkatini kapıya yöneltti:
“İstediğiniz cam şişe ve mantar[!] tıkacı getirdim Kürşad Bey.”
“Teşekkür ederim Bolby.”
Kâğıdı hızlı bir hareketle dürerek şişenin içine yerleştirdi. Mantar tıkacın sıkıca kapandığına emin olduktan sonra robota dönerek:
“Bunu benim için birkaç saat sonra uzay boşluğuna bırakır mısın?”
“Tabi efendim, siz nasıl arzu ederseniz.”
Robot şişeyi sahibinin elinden alırken sordu:
“Merak ediyorum efendim. Neden kalem ve kağıt kullanarak bir şeyler yazdınız ve yazdıklarınızı neden bir cam şişe içine koyup kaybolması için boşluğa göndermemi istiyorsunuz?”
Kullandığı kalemi eline aldı derin ve anlamlı bakışlarını bir süre kalemden ayırmadı. Robot insanüstü bir sabırla bekliyordu. Gözlerini robota çevirdi ve dudaklarında acı bir tebessümle konuşmaya başladı:
“Bir gün sahilde yürürken, dalgalar ayağına bir şişe getirir. Şişe belli ki uzun bir yoldan gelmiştir ve içinde sanki bir yardım çığlığı barındırır. Mantarını açıverirsin ve o yıllar önce yazılan satırlar sanki şişenin içine fısıldanmıştır da şişe sen onu açınca bu sırrını, zamanında yollanan iletiyi fısıldayıverir. Kim bilir, belki bir gün bu şişe de birilerine bir şeyler fısıldar.”
(Derginin On İkinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)