Rüzgâr Ahu’nun arkasından kapıyı savurdu. Ahu’nun bugün keyfi yoktu. Halbuki mutlu, neşeli olmalı, bu yaz ne yapacağını şimdiden düşünmeye başlamalıydı. Acaba buzağısı büyümüş mü? Kiraz ağacı çiçek vermiş mi? En sevdiği reçel, çilek reçeli o gelecek diye hazırlanmış mı?.. Okulun son günleriydi, her yaz okullar kapanınca hep birlikte köye gider, ailecek babaannelerinde kalırlardı. Baba tarafından herkes gelir, birlikte güzel vakit geçirir, yıl içinde evlerinin uzak oluşundan dolayı birbirlerini görememenin hasretini giderirlerdi. Bu yüzden Ahu vakit geçirmek istediği ve on bir ay boyunca hasret duyduğu yere gitmeyi iple çekiyordu. Hem baba tarafıyla epey zamandır görüşememişlerdi, kendisini görmemelerinden dolayı ona aldıkları hediyeleri sabırsızlıkla bekliyordu. Yılın bu ayı gelip toplanma zamanları oldu mu uzakta oturan halası, eniştesi ve çocukları bile Almanya’dan gelir, Ahu’ya elbiseler getirirlerdi. Aynı ülkede yaşadıkları hâlde farklı şehirde olmalarından ötürü az görüştükleri amcaları da ona güzel hediyeler getirilerdi. Köy anıları aklına gelirken Ahu, teyzesinin kızı Ayşe’yle yaşadığı hadiseleri hatırlayıp sinirlendi.
Ayşe küçükken Ahu’nun eşyalarına heves eder ve Ahu’nun annesinden isteyerek onları alırdı. Ahu bir seferinde “Halam geldiğinde daha güzel oyuncaklar getirir, daha güzel oyuncaklarım olur. Eski bebek varsın onun olsun, Ayşe İstanbullu bebekleriyle oynasın dursun ben Avrupalı bebeklerle oynayacağım. Ama bu sefer vermem ona, annem ne derse desin. O da haklı Almanya’dan gelen bebek daha önemli olmalı. Sonuçta aynı bebek İstanbul’da yapılsa yarı fiyatına satılıyor.” Bunları hırsla söylerken babası onu duymuş ve ona çok kızmıştı. Birisi hakkında böyle düşünmenin ve başkalarının eşyalarından bu şekilde bahsetmenin hiç hoş olmadığını söylemişti. “Kızım bir eşyanın değerini biçen insanlardır. Bu bebeğin halanın getirdiğinden ne farkı var? Sadece arkadaşların bu bebek Avrupa’dan geldi, kıymetli dediği için daha çok değer gösteriyorsun. Başkalarının söyledikleriyle, değerleriyle kendine kıymet çizgisi oluşturma. Başkaları onu seviyor, onu istiyor diye sen de onu beğenme.” demişti.
Halasının Almanya’dan getirdiği ve Ahu’nun kıyıp giyemediği elbiseyi Ayşe isteyip annesi de ona verdiğinde kıyametler koparmıştı. Ahu, elbiseyi halası aldı diye; Ayşe ise elbise Avrupa’dan geldi diye giyinmek istiyordu. Geri almak için direndi ama ne fayda misafire hürmet evlerinin ana kurallarından biriydi, bu yüzden misafirler ne isterse hemen yerine getirilir ve bu kural değiştirilemezdi. Babası Türkleri, Türk yapan şeylerden birinin de misafire hürmet olduğunu söylemişti; Ahu bunu duyunca Ayşe’ye sinirlenmeyi bıraktı. Ayşe, elbiseyi beğenmemişti ama Almanya’dan geldiği için arkadaşlarına gösterip takdir toplayabilirdi. Ayşe’nin arkadaşları “Avrupa” lafını duydu mu dikkat kesilir, oradan getirilen şeyleri saatler boyu övüp dururdu.
Ahu bunu saçma bulur “Burada üretilen elbiseden ne farkı var ki?” diye düşünürdü. Ahu’ya göre Bursa ipeği elinde olsa, Avrupa havası solumadı diye kıymet bilmeyecek insanlar, burada üretilen sıradan bir ürün Avrupa pazarına girip oradan satın alınıp Ahu’nun eline gelince paha biçilemez bir şeymiş gibi davranıyorlardı.
Bu anıyı hatırlayıp sinirlendikten birkaç saniye sonra Ahu onu mutlu edecek bir şeyi, köyü düşünmeye başladı. Toprağın, insanın tüm derdini alıp götürmesini, insanı bu dünyada koşulsuz kabul eden tek şeyin toprak olduğunu bilmek, atalarının topraklarına saygılarını, canlarından öteye koyduklarını öğrenmek onu daha da çok bağlamıştı toprağa. Babası “Bizim memleketimiz, toprağımız farklı kızım. Bizim bu topraklarla geçmişimiz var. Biz bu topraklara sevdiklerimizi emanet etmişiz, sevdiklerimiz topraklarımız başkaları tarafından kirletilmesin diye kendilerini feda etmişler. Bu saatten sonra ne Türk milleti toprağından ne de toprağı Türk milletinden vazgeçer. Bu yüzdendir ki Türk milleti şifayı da dermanı da toprakta bulur. Aç mı kaldı, evsiz mi kaldı, toprağına koşar; toprak vefalıdır, ne derdin varsa ona derman olur.” demişti.
Birden açılan kapıyla Ahu irkildi, annesi sinirli bir şekilde odadan çıkıyordu. Pervin Hanım, elindeki elbiseleri büyük bir çantaya doldurmak için kapıyı açtı. Tam içeri giriyordu ki, Ahu’yu fark etti.
“Seni fark edemedim, ne zaman geldin kızım?”,
“Anahtarla açtım kapıyı anneciğim, duymamışsındır. Çilek reçeli yapacak mıyız?”
“Kızım kaç kere daha söylemem lazım? Çilek reçeli değil, çilek marmelatı.[!] Birinin yanında söyleyip de kendini gülünç duruma sokma sakın.”
“Babam ‘Tek fark içindeki meyvelerin boyutudur.’ diyor, meyve boyutundan dolayı reçelin adını değiştirmeye gerek var mı? Hem babaannemin yaptığı gibi yapıyoruz, o reçel diyorsa aynı şekilde yapıldığı için bunun adının da reçel olması gerekmez mi?”
“Ahucuğum kaç kere konuştuk? Babaannenin kullandığı kelimelerle değil, İstanbul’da kullanılan kelimelerle konuşacağız. Hem marmelat daha yeni bir kelime, reçel eskide kalmış. Eski kelimeler, yeni çağa uyar mu hiç? Eski kelimelerle çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşabilir miyiz hiç?”
“Anneciğim reçel eski bir kelime mi sanki, bir dükkâna girdiğinde reçel isteyince anlayabiliyorlar. Peki, marmelat var mı desen; reçel olduğunu bilmediklerinden ‘Yok.’ derler. Kimsenin anlamadığı kelimeleri kullanarak ve dilimize, dilimizin yapısına uymayan kelimelerle hangi çağa ayak uydurabiliriz?”
“Baban ve çağ dışı fikirleri, artık seni de etki altına almaya başladı. Gerçekten sıkıldım artık.”
“Anneciğim çağ dışı fikir dediğin; bize ait olan şeyi, bize ait olmayan bir kelimeyle mi tanıtmamız? Avrupa’yı bizden üstün sanıyoruz oysa yalnızca fikir dayatma yöntemleri üstün.”
Annesi Ahu’ya derdini daha fazla anlatmak istemedi. Marmelat konusu ne ara medeniyete, değerlere gelmişti sanki? Ancak Pervin Hanım’ın fark etmediği bir şey vardı, medeniyetimize, dilimize, benliğimize en çok bu şekilde zarar veriliyordu. Bir şeyi ifade ederken Türkçe kelimeleri değil, yabancı kökenli kelimeleri kullanmak ya da sırf Avrupa’dan geliyor diye yabancı ürünlere Türk ürünlerinden daha fazla değer vermek; önemsiz bir tutum gibi gözükse de değerlerimizi, medeniyetimizi yok ediyordu.