“Çin’de bir hastalık ortaya çıkacak ve bu hastalık tüm dünyaya yayılacak; salgından ötürü haftalarca evde kalacaksınız. Yasaklar, kısıtlamalar getirilecek, dışarı maskesiz[!] çıkamayacaksınız. En kötüsü de sevdiğiniz insanları kaybedeceksiniz; insanlarla sarılmayı bir kenara koyun tokalaşmaya dahi korkacaksınız.” Geçmişte biri bizlere bunları söylese, “Hangi filmi[!] anlatıyorsun?” derdik. Maalesef, anlattıklarım bir film değil, hiçbirimizin kaçamadığı bir gerçek. Ben bu gerçekle karşılaştığım 2020 yılında Yunanistan’ın Patras şehrinde bir Erasmus öğrencisiydim. Ben ve arkadaşlarım gelmiş geçmiş en talihsiz Erasmus öğrencileri olduğumuzu düşünüyorduk ancak bir yandan da çok mutluyduk çünkü salgın dönemi bizim için gayet eğlenceli geçiyordu. Aynı dönemde Türkiye’de bulunsaydık daha güzel zamanlar geçiremeyeceğimizi biliyorduk.
Hastalık, Avrupa’da yayılmaya başladığı zaman tüm Erasmus öğrencilerine, isteyenlerin ülkelerine geri dönebileceğini söyleyen bildirimler geldi. Bazı öğrenciler Erasmus’larını sonlandırarak ülkelerine dönerken ben kalmayı tercih ettim. Avrupa’da yaşamak, okumak ve seyahat etmek sıradan bir Türk gencinin kolayca elde edebileceği fırsatlar değildir. Elimdeki fırsatın bilincinde, çıktığım yolun sonunu ve yaşayacaklarımı görmeden dönmek istemedim. Yaşayamadıklarımın pişmanlığını yaşamak istemiyordum. Şu an bu yazıyı yazarken şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki doğru bir karar vermişim. İyi ki Yunanistan’da kalmışım ve Erasmus maceramı sonlandırmamışım.
Yaşadığım şehir Patras, İtalya’nın karşı kıyısında, bir liman[!] şehriydi, bu nedenle Patras’a “Avrupa’ya açılan kapı” unvanını vermişlerdi. Sık sık İtalya’dan gelen ya da İtalya’ya giden büyük yolcu gemilerini görürdük. Komşu ülke İtalya’da hastalık çok yayıldığı için Yunanistan’da toplum ziyadesiyle gerilmeye başlamıştı. Patras’ta yaşayan bizler ise ilk vakanın ne zaman duyulacağını merak ve endişeyle bekliyorduk. Okulların açılmasının üzerinden bir iki hafta geçmişti ki Yunanistan’da ilk vaka görüldü. 26 Şubat’ta İtalya’dan Yunanistan’a dönen bir kadında, Yunanistan’da ki ilk Koranavirüs vakası tespit edildi. İlk vakanın görülmesiyle Yunan hükümeti harekete geçti.
Okula sadece bir iki hafta gidebilmişken yüz yüze eğitime son verildi ve uzaktan eğitime geçildi. Uzaktan eğitime son derece hazırlıklılardı. Sanki her zaman uzaktan eğitim veriyorlarmış gibi düzenli bir şekilde eğitim ve öğretime devam edildi. Eğitmenlerin uygulayım bilimi [teknoloji] ile ilişkileri, ders yönetimleri eğitimin aksamamasını sağladı. Elbette, yabancı ülkede sınıf ortamını daha fazla deneyimlemek isterdim ancak her şeye rağmen verimsiz bir eğitim dönemi geçirdim diyemem hatta eğitimin uzaktan yapılması bana birçok konuda fayda sağladı. Bazı derslerde yabancı öğrenci sayısı çok az olduğu için hocaların İngilizce konuşması sıkıntı yaratıyordu. Bizler, yabancı öğrenciler, eğitmenlerle birebir ya da beş altı kişilik topluluklar halinde ders işliyorduk. Sınıf ortamında aynı şartları sağlayamayabilirdik. Ayrıca mimarlık öğrencileri beni çok iyi anlayacaktır ki sıradan bir eğitim döneminde çıktılara ve maketlere[!] çok yüksek meblâğlar harcamaktayız. Eğitim uzaktan gerçekleşince çıktılara para harcamak zorunda kalmadım.
Yüz yüze eğitime ara verilmesine rağmen yurt ve yemekhane hâlâ açıktı. Okul yemekhanesinde üç öğün yemek çıkıyordu ve yemekler ücretsiz verildiği için yemekhaneye gitmek, özellikle maddi yönden, bizi çok rahatlatıyordu. Eskisi gibi yemekhane de oturup yemek yiyemiyorduk. Yemekler paketlenmiş[!] halde dağıtılıyordu ve yemeğimizi aldıktan sonra yemekhane dışında istediğimiz herhangi bir yerde yiyebiliyorduk. Bir süre yemekhane bu işleyişle açık kalmaya devam etti; fakat vakalar artınca yemekhane ve Yunan öğrencilerin yurdu tamamen kapatıldı. Yabancı öğrenciler, Yunan öğrencilerin kaldığı okul sınırları içinde bulunan yurtta kalmıyordu. Biz şehre daha yakın, küçük bir yurtta kalıyorduk. Kaldığımız yurt, yurttan ziyade iki katlı, büyük bir öğrenci evine benziyordu. Yurtta iki kişilik odalarda kalanlar tek kişilik odalara yerleştirildi. Herkesin kendine ait bir odası vardı ama bizim için fark eden bir şey yoktu. Biz ortak alanda hep birlikte vakit geçirmeye devam ediyorduk. Türkiye’deki gibi tam zamanlı bir sokağa çıkma kısıtlaması Yunanistan’da hiç yaşanmadı. Sadece yaşadığımız yerden dışarı çıkarken gideceğimiz yeri ve ne sebeple dışarı çıktığımızı devletin verdiği numaraya[!] bildirmemiz gerekiyordu. Yunanistan çok kalabalık bir ülke olmadığı için hastalığı denetim altına almaları çok da zor olmadı. Yunanistan, diğer birçok ülkeden daha rahat durumdaydı. Maske kullanmak, kalabalık halde dolaşmamak, kafelere[!] oturmamak gibi günlük hayatımızı çok da etkilemeyen kurallar vardı sadece. Orada yaşadığım süre boyunca şunu çok iyi anladım, Yunan halkı ve Türk halkı birbirine çok benziyordu. Kurallar çok sıkı olmadığı halde Yunanlar için rahatsız ediciydi, onlar da bizim gibi kurallardan pek hoşlanmıyordu.
Patras şenliği…
Patras şehri üç şeyiyle meşhurdur: Limanı, depremi ve şenliği. Patras Şenliği Yunanistan’ın en büyük ve en önemli etkinliği kabul edilmektedir. Kırk günlük Paskalya orucuna başlamadan önce yapılan bir şenliktir. Şenlikten sonraki gün temiz pazartesi diye bilinir ve orucun ilk günüdür. Kırk gün boyunca et ürünleri tüketmezler. Orada bu inanca tanık olduğumda, “Hristiyanlar[!] da böyle oruç tutuyor demek ki.” diye düşünmüştüm. Bir sene boyunca hazırlandıkları bu şenlikte, binlerce insan sokağa dökülüyor, yürüyüşler yapıyor ve raks [dans] ediyorlar. Biz bu şenliği göreceğimiz günleri heyecanla beklerken, salgın sebebiyle şenliğin iptal edildiği açıklandı. Tabi, herkes büyük bir hayal kırıklığına uğradı ancak herhangi bir sokağa çıkma yasağı getirilmemesi nedeniyle, resmi olarak şenlik iptal edilse de bölge halkı için hiçbir şey bitmiş değildi. Şenlik günü geldiğinde insanların kutlamalar için sokağa döküleceği haberini almıştık. Herkes sokaklarda raks ediyor, topluluk halinde geçitler düzenleniyordu. Biz de insanların arasına katılıp o anların tadını çıkardık. Sabaha kadar sokaklarda raks edildi ve eğlenildi. Resmi geçit törenleri iptal edildiği halde her şey son derece güzeldi. Törenler iptal edilmeseydi kim bilir neler yaşayacaktık. O anları yaşamak bir film sahnesinin içinde olmak gibiydi. Sanki bir geceliğine zamanı durdurmuştuk.
Hafta içi derslerimizle ilgilenirken, hafta sonları yurt arkadaşlarımızla 10-15 kişi Yunanistan içinde seyahat etmeye başladık. Salgın sürecinde Avrupa’da gezemesek de Yunanistan’da birçok şehir gezdik. Farklı milletlerden insanlar ile seyahate çıkmak eğlenceli bir deneyimdi. Salgın sayesinde birbirimizi daha iyi tanıdık ve yakınlaşma fırsatı bulduk. Şu an Avrupa’nın başka başka şehirlerinden, pek çok arkadaşım var.
Sınırlar açılıyor!
Yaz geldiğinde hevesle beklediğimiz haberi aldık. Ülkeler sınırlarını açmaya başladı ve uçuşlar serbest bırakıldı. Yasaklar kalktığı anda güzergahımızı hazırladık. Her ülkenin birbirinden farklı seyahat kuralları vardı. Yolculuğumuzu tasarlamak oldukça zordu, hatta bu yolculuk başlı başına büyük bir tehlikeydi. Çünkü Avrupa ülkelerinin kapıları açılmıştı; fakat biz Avrupa vatandaşı değildik ve Avrupa vatandaşı olmayanların Avrupa ülkelerine seyahat edemediğine dair yazılar okuyorduk. Maddi ve manevi her türlü tehlikeyi kabullenerek yolculuk biletlerimizi[!] aldık ve konaklama yerlerimizi ayarlayıp ücretlerini ödedik. Patras’tan Atina’ya oradan da Avusturya, Viyana’ya ilk uçuşumuzu gerçekleştirdik. Eğer, Viyana havaalanında ülkeye giriş yapamayacağımız söylenseydi, tüm paramız yanacaktı. Viyana’ya üç Türk, iki Slovak gittik. Nasıl fark edildi bilmiyoruz ancak yabancı arkadaşlarımızla birlikte yürüdüğümüz halde, sanki Türk olduğumuzu biliyorlarmış gibi, sadece üçümüzü kenara çektiler. Güvenlik görevlileri pasaportlarımızı[!] denetledikten sonra, kalacağımız yerin ayırtılıp ayırtılmadığını da denetlediler. Kalacağımız yeri ayarlamamış olsaydık, o havaalanından dışarı çıkmamıza izin verilmeyecekti. Geçebileceğimizi söylediklerindeki o rahatlama hissini ve sevincimizi asla unutamam.
Avusturya dışında, Almanya, Belçika, Hollanda ve Fransa’ya gidecektik. Bu ülkeler dışında gitmek istediğimiz çok fazla ülke vardı. Özellikle İtalya ve İspanya’ya gitmek istiyorduk ancak bu ülkelerde vaka sayıları oldukça yüksekti. İtalya ya da İspanya’da 15 günlük tecrithaneye [karantina] girmek zorunda kalabilirdik. Bizim için en mantıklı seyahat güzergahını hazırlamıştık. Havaalanlarının denetimi çok sıkı olduğu için Avusturya’dan sonrasını otobüsle[!] devam ettik. Avrupa içinde, ülkeler arasında otobüs ile seyahat etmek, Türkiye’de şehir değiştirmekten daha kolaydı. Başımıza gelebilecek her şeye rağmen hiçbir pürüz yaşamamıştık, tüm tasarımız sorunsuz işlemişti. Yunanistan’daki gibi Avrupa’da da hayat olması gerektiği şekilde devam ediyordu. İnsanların maske takmaları dışında salgına dair hiçbir belirti görünmüyordu. Bununla birlikte Avrupa’da insanlar Yunanistan’a göre kurallara daha bağlıydı. Kapalı alandayken maskeniz burnunuzun biraz altına inse hemen görevli tarafından uyarılıyordunuz. Bunun dışında müzeler,[!] kafeler, her yer açıktı, hayat devam ediyordu.
Yunanistan’a uçak ile dönmek zorundaydık. Gezebildiğimiz kadar gezip Yunanistan’a geri dönmüştük. Çoğu insanın sırtında bir çantayla seyahate çıkma hayali vardır. Biz bu hayali gerçekleştirmiştik. Sırtımızda bir çantayla yabancısı olduğumuz topraklarda şehir şehir gezdik.
Yaklaşık yedi ay geçmişti ve artık dönme zamanı gelmişti. Türkiye ile Yunanistan arası uçuşlar gerçekleşmiyordu. Biz de dönüş yolumuzu İpsala Sınır Kapısı’ndan yapmaya karar verdik. O kadar çantayla Atina’dan Selanik’e oradan Dedeağaç’a geçtik. Sınırdan öyle elinizi kolunuzu sallaya sallaya, yürüyerek geçemiyorsunuz. Bir araçla geçmek zorundaydık. Bunun için pasaportlu bir ticari araç [taksi] sürücüsüyle anlaştık. Ticari araçla belli bir noktaya geldikten sonra elimiz, sırtımız koca çantalarla dolu halde yaklaşık on beş dakika yürüdük. Denetlemelerden geçtikten sonra ilerde bizi bekleyen ailemi gördüm. O anda dizlerimin üstüne çöküp yeri öpmemek için kendimi zor tutmuştum…
(Derginin Dokuzuncu Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)