Bir mimarlık öğrencisi olarak üçüncü sınıf bahar dönemi eğitim ve öğretim hayatımı Yunanistan’ın Patras şehrinde geçirdim. Bu maceramda birçok yer gezdim ve pek çok şey öğrendim. Bir öğrencinin yaşayabileceği en güzel zamanları yaşadım. Daha orta öğretimdeyken yurt dışına çıkma, yurt dışında eğitim görme, farklı ülkelere seyahat etme hayallerim vardı. Bu hayalimi gerçekleştirebilmek için bana en uygun izlencenin [program] Erasmus olduğunu biliyordum. Bir evrenkent [üniversite] öğrencisi olarak gerekli şartları sağladıktan sonra hibe alarak Yunanistan’a gitmeye hak kazandım. Erasmus için Yunanistan’ı seçmemin maddi ve manevi birçok nedeni vardı. Okulumun bana sunduğu ülkeler içerisinden, dizelgemin [liste] en başına Yunanistan’ı yazmıştım. Bir tarafım endişeliydi çünkü Türklerin ve Yunanların birbirini hiç sevmediğine dair kalıplaşmış bir fikrim vardı. Daha önce ailesinin yanından hiç ayrılmamış biri olarak yabancı bir ülkeye gitme düşüncesi başlı başına korkutucuydu zaten. Ancak kendime ve bu korkunun üstesinden gelebileceğime dair inancım tamdı.
İstanbul’dan Atina’ya uçak yolculuğum esnasında aklımdan binlerce şey geçiyordu. Hem çok mutluydum hem de çok üzgündüm. Karmaşık duygular içerisindeydim. Atina’da uçaktan indiğimde vezneler [gişe] ikiye ayrılıyordu: AB vatandaşı olanlar ve AB vatandaşı olmayanlar. Açıkçası veznelerin ikiye ayrıldığını gördüğümde çok şaşırdığımı söylemeliyim. Çünkü o aşamaya gelene kadar zaten belli denetimlerden geçmiştik ve AB vatandaşı olanlar denetimlerden rahat rahat geçerken, biz uzun bir kuyrukta beklemek zorunda kalmıştık. Başka bir ülkeye indiğimde ilk karşılaştığım muamelenin böyle olması beni biraz ürkütmüştü. Hava alanından çıktıktan sonra Atina’dan Patras’a doğru beş saatlik katar [tren] yolculuğum başladı. Bu yolculuk yol boyunca uzanan yeşil alanlar ve tatlı kasaba evleri eşliğinde huzurlu bir yolculuktu. Henüz kendimi Avrupa’daymışım gibi hissedememiştim ama ilerleyen günlerde yaşadığım deneyimlerle iyice öğrendim ki Yunanistan daha çok Türkiye’nin batı Anadolu [!] [Ege] Bölgesine benziyordu. Gördüğüm diğer Avrupa şehirlerinden farklıydı. Türkiye’ye bu kadar çok benzemesi istemsiz bir şekilde beni kendine daha da yakınlaştırmıştı. Yunanistan’da kaldığım süre boyunca kendimi hep evimde gibi hissettim. Bu rahatlık hissinin bana kötü geri dönüşleri olmadı desem yalan söylemiş olurum. Oraya iyice alıştığım, kendimi yerli halktan biriymiş gibi hissettiğim bir dönemde cüzdanımı çaldırdım. Siz, siz olun, ne olursa olsun başka bir ülkedeyken oranın yabancısı olduğunuzu unutmayın, tedbiri elden bırakmayın. Sokaklar, evler, deniz, kaldığım yurdum, arkadaşlarım, insanların sıcakkanlılığı çok kısa bir sürede ortama alışmamı sağladı. Açıkçası ben kendime her şeye alışmak için bir hafta süre vermiştim ancak insanlarla rahat bir şekilde iletişim kurmam, içimdeki endişenin gitmesi sadece üç gün sürdü. Tabi, o üç gün oldukça zor geçti ama her güzel şeyin çekilecek çilesi de vardır…
Anılarımda en çok yeri olan şehir Patras, Yunanistan’ın Atina ve Selanik’ten sonra üçüncü büyük şehriydi. Şehir, öğrenci yoğunluğunun etkisiyle cıvıl cıvıl ama bir o kadar da sakindi. Patras, Avrupa’ya açılan kapı olarak bilinen bir liman[!] şehriydi. Sık sık İtalya’dan gelen ya da İtalya’ya giden büyük yolcu gemilerini görüyorduk. Eğer hepimizi etkileyen korona salgını dönemine denk gelmeseydim, yapacaklarım arasında kesinlikle deniz yolculuğuyla İtalya’ya gitmek vardı. Maalesef salgın sebebiyle bu hayalimi gerçekleştiremedim. Yunanistan dışında diğer Avrupa ülkelerine yaptığım seyahatlerim ve salgın döneminde Erasmus’ta olmak hakkındaki deneyimlerimi dergimizin sonraki sayılarında paylaşacağım.
Salgın döneminde Erasmus’ta olmamın hem artıları hem eksileri vardı. Eğitimin uzaktan devam edeceği kararlaştırıldığında sürece hemen ayak uydurdular ve uzaktan eğitim gayet nitelikli bir şekilde devam etti. Türkiye’de sürecin daha sancılı geçtiğini arkadaşlarımdan öğreniyordum. Yunan hocalarımız çok ilgili ve bilgili insanlardı. Bazı derslerde sınıfta tek yabancı öğrenci ben olduğum için ders Yunanca işlenmeye devam ediyordu ancak hocalarım bunu telafi etmek için vakit ayırıp benimle birebir ders yapıyorlardı. Ramazan ayı başladığı için ramazanımı kutlayan, İstanbul’a aşık hocalarım vardı. Türkiye’deki eğitimimden memnun bir öğrenci olarak Yunanistan’da ne ile karşılaşacağımı çok merak ediyordum. Tabi ben sadece mimarlık eğitimi için konuşabilirim ki orada da Türkiye ile çok benzer bir mimarlık eğitim anlayışı vardı. Her hafta her dersten ödev veriliyordu. Erasmus öğrencisi olduğumuz için bize daha anlayışlı olsalar da yine de Türkiye’deki gibi her hafta ödevler yapıp, bazı geceler arkadaşlarımla sabahladık… Ancak mimarlık öğrencileri dışında sabahlara kadar ödev yapan farklı bölüm öğrencileri yoktu. Bu yüzden mimarlık harici bölümlerde okuyanların Erasmus’ta daha rahat edebileceğini söyleyebilirim. Yunanistan’da öğrenci olmanın başka güzel tarafları da vardı. Yemekhanede yemekler tamamen ücretsizdi ve bu durum maddi anlamda çok rahat etmemi sağladı. Yunan öğrenciler Erasmus öğrencilerinden farklı olarak okula yakın daha büyük bir yurtta kalıyordu. Bizim yurdumuz okuldan daha uzakta küçük bir yurttu. Sonradan öğrendim ki Yunan öğrenciler kaldıkları yurda para vermiyorlarmış ve Yunanistan’da eğitim tamamıyla ücretsizmiş. Devlet öğrencilere kitap almaları için de öğrenim yardımı [burs] veriyormuş. Düzenlerinin böyle olması beni oldukça şaşırttı, haliyle biraz da imrendirdi.
Bildiğiniz gibi Erasmus’a gitmeden önce belirli seviyede İngilizceniz olsun isteniyor ve bazı sınavlara giriyorsunuz. Elbet, gideceğiniz ülkeye göre istenen dil ve beklenen seviye değişebiliyor. Ben İngilizce hazırlık eğitimi aldığım ve mimarlık eğitimimi %100 İngilizce gördüğüm için Erasmus’a yetecek İngilizceye sahiptim ancak çoğu Türk öğrencinin yaşadığı gibi konuşma konusunda çekincelerim ve eksiğim vardı. İlk hafta iletişim kurmakta çekindiğim birçok olay yaşadım. Hatta benim asıl zorlandığım şey konuşmak değil de insanları anlamak oldu. Farklı milletlerden birçok öğrenci vardı ve herkesin farklı söyleyiş özelliği [aksan] vardı. Bu söyleyiş özelliklerine alışmak oldukça yorucuydu. İnsanların konuşmaktan ve hata yapmaktan korkmadığını gördükçe ben de daha rahat konuşmaya başladım. Önemli olan yanlış ya da doğru hiç fark etmeksizin sadece konuşmak ve kendini ifade etmekti. Bu yöntemle İngilizcemi oldukça geliştirdim. Hiç değilse artık konuşmaktan çekinmiyordum. Zaten, ülke seçimi yaparken Yunanistan’ı seçme nedenlerimden biri dil unsuruydu. Araştırmalarım esnasında Yunanistan’da İngilizce bilme ve konuşma oranının çok yüksek olduğunu görmüştüm ama bu kadarını da beklemiyordum. İngilizce konuşamayan çok az insana denk geldim. Özellikle İngilizcesini geliştirmek isteyen birisi için Yunanistan çok doğru bir seçenek çünkü Avrupa’da genel anlamıyla İngilizce bilme oranı ne kadar yüksek olursa olsun diğer Avrupa ülkelerine seyahatlerimiz sırasında fark ettik ki Yunanistan bu konuda birçok ülkeden daha iyiydi. Diğer Avrupa ülkelerine yaptığımız seyahatler esnasında dil konusunda bizi en çok zorlayan ülke Fransa olmuştu. Yunanların İngilizce konusunda bu kadar iyi olmaları ülkemizde dil eğitimini ve kendimizi sorgulamama neden oldu. Maalesef, bizim İngilizceye hakimiyetimiz Avrupa ülkelerine göre çok zayıf kalıyor. Uluslararası alanlarda kendimizi göstermemiz ve başarılı olabilmemiz için dil engelini ortadan kaldırmamız gerektiğine inanıyorum.
İngilizcenin yanı sıra, iki hafta boyunca okuldaki Yunanca eğitimine katıldım. Günlük konuşmaya ait bazı cümleleri ve Yunan abecesini [alfabe] öğrendim. Yunan abecesinin yazımı bizim kullandığımız Latin abecesinden farklı olduğu için abeceyi öğrenene kadar bazı sorunlarla karşılaştım. Alış veriş yaparken ya da yolumu bulmaya çalışırken abecelerinin farklı olması işleri biraz zorlaştırıyordu. Bizlere Yunanca öğreten hocamız çok tatlı bir kadındı ve Türkleri çok seviyordu. Bizlere Türk öğrencilerin Yunanca öğrenirken hiç zorlanmadığını ve Türkçe ile Yunancada ortak kullanılan 4000’den fazla kelime olduğunu söylemişti. Aynı zamanda Türkçe bilen ya da öğrenmeye çalışan çok sayıda Yunan vatandaşına denk geldim. Orada kaldığım süre boyunca her konuda ne kadar benzediğimizi kendim de gördüm. Bazı konularda gelişmiş olduklarını düşünürken bazı konularda da geri kalmış olduklarını düşünüyordum. Yunanistan’da diğer Avrupa ülkelerine oranla daha sık bir şekilde şu ayrımla karşılaştık: AB vatandaşı olanlar, AB vatandaşı olmayanlar. Gezdiğimiz müzelere[!] ya da tarihi yerlere girerken diğer Avrupa ülkelerinin öğrencileri hiçbir ücret ödemezken bizler de öğrenci olduğumuz halde AB vatandaşı olmadığımız için ücret ödemek zorunda kalıyorduk. Yine de ben Yunanistan’ın en çok yapılaşmamış, yeşilini koruyan şehirlerini, masmavi denizini ve güler yüzlü insanlarını sevdim.
Kültürlerimiz,[!] dilimiz, yemeklerimiz, müziklerimiz[!] ve halk oyunlarımız birbirine çok benziyordu. Geçmişte uzun yıllar birlikte yaşamış iki milletiz ve bunun etkileri günümüzde kendini göstermeye devam ediyordu. Zeytinyağlılarımızdan tatlılarımıza kadar birçok yemeğin Yunan mutfağında da piştiğini görünce oldukça sevinmiştim. Türk mutfağı ve Yunan mutfağının benzerlikleri hakkında bir şeyler biliyordum ama yine de bunca benzerliği beklemiyordum. Musakka, dolma, cacık, baklava, kahve… Çok ortak yemeğimiz olsa da birçoğunun Türkiye’de daha iyi yapıldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Zaman zaman iki ülkenin yemek kültürüne dair yabancı arkadaşlarımızla ufak tartışmalar da yaşıyorduk. Tabi evvelden süregeldiği üzere bu tartışmaların bir kazananı da olmuyordu… Yemeklerdeki benzerlikler dışında hediyelik eşya dükkânlarında gördüğüm bazı benzerlikler de beni oldukça şaşırttı. Örneğin nazar boncuğunun Yunan kültüründe de olduğunu bilmiyordum. Aynı şekilde Karagöz ve Hacivat görsellerini gördüğümde çok şaşırdım ancak araştırmalarımda şunu öğrendim ki Yunanistan ne kadar kabullenmeyip karşı çıksa da “Karagöz ve Hacivat Gölge Oyunu” UNESCO tarafından Türk kültürel mirası dizelgesine alınmış. Sanırım her zaman aramızda benzer kültür ögelerinin tartışması devam edecek. Ben Türkiye ve Yunanistan’ı sürekli tartışacak bir şeyler bulan ikiz kardeşlere benzetiyorum.
Yunanlar ve Türkler anlaşamaz diye kalıplaşmış bir düşünce vardır ancak halkın içinden bakınca, ben bu fikrin sadece bir önyargı olduğuna kendi gözlerimle şahit oldum. Elbette geçmişte yaşadığımız olaylardan ve siyasi sebeplerden dolayı iki ülke arasında anlaşmazlıklar çıkabiliyor ama bu büyük devlet meselelerini halka indirgeyip farklı milletten insanların birbirlerine düşmanca tavırlar takınması hiçbir işe yaramayacak ve ırkçı bir tutum olacaktır. Yunanistan’da genel anlamda Türkleri tanıyan ve seven, güler yüzlü insanlarla tanışsam da; Türkleri sevmeyen ve ırkçı birkaç insanla karşılaştığım, kaba davranışlara maruz kaldığım da oldu. Elbette karşılaştığım insanlar sadece Yunanlar değildi. Orada bulunduğum süre boyunca sadece Yunan değil; birçok farklı milletten arkadaşım oldu. Yunanlardan daha çok Almanlar ve Fransızlar gibi diğer Avrupa ülkelerinden gelen arkadaşlarımızın Türklere karşı önyargıları olduğunu gördüm. Aslında önyargısı olan insanların kalıplarını yıkmak, kötü düşüncelerini değiştirmek benim için keyif ve gurur vericiydi. Farklı bir milletten olduğu için birine kötü davrandığımızda elimize ne geçebilir ki? Yine de biz bu önyargıları halk arasında sürdürmek zorunda değiliz. Bir insanla tanıştığımızda nereli olduğuna, nereden geldiğine değil; nasıl biri olduğuna bakmalıyız. Aklıma, Zülfü Livaneli’nin çok sevdiğim bir sözü geldi, “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.”
Erasmus’a sadece eğlenmek için giden birçok öğrenci olduğunu biliyorum. Erasmus fırsatını yakalamış Türk öğrenciler olarak eğlenme ve gezme isteğinin yanı sıra eğer belirli bir sorumluluk bilinci ile yurt dışına gidersek eminim ki kendimize, çevremize, geleceğimize ve ülkemize daha çok katkımız olur. Ben Erasmus’ta iken elimden geldiğince bu bilincimi korumaya çalıştım. Çok eğlenceli ve çok güzel zamanlar geçirdim ancak her zaman kendime şunu söyledim: “Sen Türk bir mimarlık öğrencisini temsil ediyorsun, elinden geleni yap.” Bu düşünce her anımı dolu dolu ve tutkulu yaşamamı sağladı. Gezdim, eğlendim ama eğitimimi de hiç aksatmadım. Kendime bir şeyler katmak için elimden geleni yaptım. Bir Türk genci olarak her zaman sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız. Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi, “Bütün umudum gençliktedir!”
(Derginin Beşinci Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)