Bilimin, yüzyıllardır devam eden mücadelesinde dünyamız uzunca süre karanlıkta kaldı. Yer yer birkaç insan ya da birkaç ulus bilimin ışığından faydalandı fakat bütünüyle dünyamızı aydınlatamadık. Pisagor’u canlı canlı yakan, Sokrates’e zehir içiren, Copernicus’u baskılayan, Galileo’u eve hapseden, Newton’u bilime küstüren, Tesla’nın değerini bilmeyen insanlık, çıkarları uğruna siyasetin ve dinin arkasına saklanarak; düşünce özgürlüğünü sadece bilim insanlarından değil, hepimizin hayatından çaldılar. Sizlere dinin, siyasetin, hatta bilimin bile bilime nasıl engel olduğunu anlatacağım. Dünyamızı “din” adı altında nasıl karanlığa mahkûm ettiklerini göreceğiz. Bilime engel olmak yerine, destek olunsaydı; belki de şu an hayallerimizin çok ötesinde bir evrende yaşıyor olabilirdik! Bilimin dünden bugüne görmüş olduğu şiddeti, tarihsel süreçlere ayırarak ele alacağım.
Bilimin Temelleri
Milattan önce 300’lü yıllarda zirveye ulaşan Eski Yunan bilim anlayışı; canlıyı, doğayı, maddeyi ve insanı anlayabilmek için uğraşmıştır. Günümüzdeki mantık, matematik[!], felsefe, fizik[!] ve dirim biliminin[biyoloji] temelleri bu dönemde atılmıştır. M.Ö. 570-M.Ö. 495 yılları arasında yaşamış matematikçi ve fizikçi olan Pisagor, diğer bir adıyla “Sayıların babası”, Yunanistan’da yaşadığı siyasal baskıdan İtalya’ya kaçıp, orada bir okul kurmuştur. Topluluğuna katılmanın tuhaf şartları vardır. Beş yıl boyunca konuşmama, cinsellikten vazgeçme, et ve balık yememe, fasulyeye[!] dokunmama gibi kurallar koymuştur. Ancak yaptığı yenilik ve buluşları hazmedemeyen siyasi çevreler ve din yobazları tarafından galeyana getirilen halk, Pisagor’un okulunu ateşe vermişlerdir. Pisagor, yangından kaçmış fakat fasulye tarlasına sıkışarak halk tarafından öldürülmüştür. Çalışmalarının çoğu da yangında kül olmuştur. Bu yangında yanan sadece onun öğrencileri yada kendisi değil, dünyanın geleceğidir.
M.Ö.469-M.Ö.399 yılları arasında yaşamış Atinalı Yunan düşünür Sokrates, yıllarca öğretmenlik yapmıştır. Gençlere düşünmeyi, sorgulamayı, sorulara cevap aramayı aşılayan bu düşünür tabi ki de dönemindeki zorbanın[diktatör]gözüne çarpacaktır. Özür dilemesi beklenen Sokrates, düşüncelerinin arkasında durup ölümü seçmiştir ve baldıran otu zehri içirilerek idam edilmiştir.
Platon, ilk evrenkentin kurucusu, Sokrates’in öğrencisi, Aristoteles’in öğretmeni, birçok önemli eserin sahibi olan bilgin, köle olarak satılmıştır. Platon ile birlikte düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden biri olan Aristoteles; mantık, fizik, dirim bilimi, hayvanbilimi, gökbilimi, doğaötesi[metafizik],ahlak[etik], güzel duyu[estetik], ruhbilimi, dilbilimi, iktisat, siyaset ve sözbilimi gibi pek çok bilim dalının kurucusudur. Aristoteles, M.Ö. 343‘te Makedon II. Filip‘in isteğiyle Büyük İskender‘e hocalık yapmıştır. M.Ö. 323’te Büyük İskender’in ölümü sonucu Atina’da Makedon karşıtı bir tepki dalgası oluşunca, Makedon olan Aristoteles’e karşı, dine saygısızlık davası açılmıştır. Bir ölümlü olan Hermias’ın anısına ilahi yazarak onu ölümsüzleştirmekle itham edilmiştir. Bunun üzerine Aristoteles, Sokrates’in yazgısını paylaşmak yerine Atina’yı terk etmeyi seçmiş: kendi deyişiyle, Atinalılara “felsefeye karşı ikinci bir suç işlemeleri” fırsatını tanımak istememiştir.
Sorgulayan insanlara karşı açılan bu savaşlar sadece ummanda birer damladır. Felsefe, bütün bilimlerin temelini oluşturan ilkeler bütünüdür. Bilim insanlarının felsefeden kazandığı açık görüşlülük bilimi besleyerek gelişmesini sağlamaktadır. Düşünen insanların topluma ışık tutmak istemesi, karanlıkta yaşamak isteyen insanlar için hiçbir zaman hoş görülmemiştir. Düşünürlerin, baskıcı toplumda görmüş olduğu şiddet, bilimin temellerinin sarsılmasına sebep olmuştur.
Avrupa’nın Karanlık Çağı
Bilim ve şiddet denildiğinde hepimizin aklına ilk gelen Batı’nın karanlık çağıdır. Eski Yunan bilim anlayışı, Hristiyanlığın Avrupa’da yayılmasıyla uzun yıllar tozlu raflarda bekletilmiştir. 14 yüzyıl süren bu uzun kesintiye sebep olan ve sonunda “orta çağ karanlığı” diye adlandırılan dönemi yaratan şüphesiz kilise[!] idi. Bilgi üretiminin durduğu bu dönem Avrupa’da Rönesans’a[!] kadar sürmüştür. Aslında bilime gösterilen şiddet, Rönesans döneminde bile devam etmiştir. Toplumun düzeni kilisenin koyduğu kurallar çerçevesinde şekillenmiştir. Bunun için ibadet, yemek, evlilik, cinsellik, çalışma gibi bireyin yaşamını etkileyen her alanda, kilisenin buyruğuna uyulmuş; uyulmadığı taktirde şiddet kullanılmıştır. Kilise kuralları tanrının buyruğu gibi gösterilmiş; düşünmeye ve sorgulamaya yol açacak bilim kesinlikle yasaklanmıştır. Evrenin gerçeklerini kutsal kitap ve onun tercümanı kilise ortaya koymuştur. Kendi öğretisi dışında kalan bilginin öğretilmesine şiddetle karşı çıkan kilise, bilimin henüz yeni filizlenmiş çiçeklerini teker teker koparmaya başlamıştır. Düşünce özgürlüğüne vurulan her zincir, bilgi üretimini ve bilimi karanlıkta bırakmıştır. Engizisyon[!] mahkemeleri on binlerce kişiyi sorgudan geçirmiş; çoğunu işkenceyle ve ölümle cezalandırmıştır. Sonuç olarak toplumlar, yüzyıllarca süren din bağnazlığının esiri olmuştur. Sadece engizisyon mahkemelerinde haksız yere cezalandırılan isimleri arka arkaya yazmaya kalksak Dünya’dan Ay’a bir merdiven olurdu. Haksız yere ceza alanlar arasından beni en çok etkileyen bilim insanlarına değinmek isterim.
Roger Bacon (1219/1220-1292) deney yöntemini ilk savunan İngiliz ortaçağ bilim insanıydı. Büyüteç camı Bacon tarafından geliştirildi. Oxford Üniversitesi’nde, kırılma ve yansıma yasalarını açıklamaya yardımcı olmak için aynalarla birçok deney gerçekleştiren bir öğretim görevlisiydi. Bacon, çağdaş bilimin deneysel yaklaşımının tarihsel bakımdan erken olgunlaşmış bir temsilcisi olarak kabul edilmiştir. İnsanın bilgisizliğinin nedenleri üzerinde duran Bacon, baskıların, geleneklerin, önyargıların ve kişinin cehaletini saklayan sözde bilgeliğin, insanı hakikate ulaşmaktan alıkoyduğunu söylemiştir. Özgün fikirleri yüzünden din adamlarıyla sürekli tartışmalar yaşadığı için 14 yıl hapis yatmıştır. Hristiyan olmayanlardan, özellikle Araplardan, birçok şey öğrenilebileceğini söylemiştir. Ona göre İbn-i Sina, Aristoteles’ten sonraki en büyük düşünürdür.
John Wycliffe (1328-1384) birİngiliz orta çağ düşünürü, ilahiyatçısı ve kutsal kitap tercümanıdır. Oxford Üniversitesi’nde eğitim vermiştir. Wycliffe, taşıllara[fosil] dayanarak dünyanın yaşının birkaç yüz bin yıldan çok olduğu görüşünü ileri sürmüştür. Bu görüş kilisenin kutsal kitabına uymamıştır. Kilisenin baş din adamı Ussher, dünyanın kuruluşunun M.Ö. 23 Ekim 4004 Pazar günü saat 09:00 olduğunu, İncil’i inceleyerek hesapladığını söylemiştir. Görüşüyle, kiliseye karşı gelmiş olduğu düşünülerek mezarında bile rahat bırakılmamıştır. O dönem zaten ölmüş olan Wycliffe’ın kemikleri mezarından çıkarılarak parçalanıp denize atılmıştır. Kiliseye göre münafık tohumlar dünyadan temizlenmelidir.
Dünya evrenin merkezidir! Yüzlerce yıl kimsenin adını ağzına almaya cesaret edemediği bir konu. Kilise, dünya merkezli evren kuramını esas almıştır. Katolik[!]din adamı danışmanı olan Nicolaus Copernicus (1473-1543) boş zamanlarında matematik, gökbilimi ve harita bilimi ile meşgul olan çaylak bilim insanıdır. Gökbiliminin kurucusu olarak bilinen Copernicus, kilise baskısına ve eleştirilerine maruz kalmıştır. Engizisyon mahkemelerinin ölüm cezalarından dolayı çalışmalarını gizli gizli sürdürmüştür. Hayatının son evrelerinde güneş merkezli evren kuramını ortaya koymuştur. Aslında, Copernicus’tan çok önceYunan matematikçi ve gökbilimci olan Aristarchos (M.Ö.310-230), İslam bilgini Nasîrüddin Tûsi (1201-1274) ve Ali Kuşçu (1403-1474) evrenin dünya merkezli olmadığını savunmuştur. Copernicus’un savını savunan İtalyan düşünür Giordano Bruno (1548-1600), evrenin sonsuz ve eş dağılımlı olduğunu söylemiştir. Evrende, dünyadan başka birçok gezegenin bulunduğunu savunan düşünür, aykırı görüşler beslediği için 1600 yılında Roma Katolik Kilisesi’nin mahkemesinde yargılanıp, sapkın ilan edilmiş ve Roma’da diri diri yakılarak idam edilmiştir.
Yanlış zaman diliminde doğmuş olan bir diğer dahi bilim insanı Galileo Galilei (1564-1642), İtalyan gökbilimci, fizikçi, mühendis, düşünür ve matematikçidir. Rönesans’ın bilimsel devrimine büyük katkıda bulunan bilim insanı “gözlemsel gökbiliminin babası”, “çağdaş fiziğin babası” ve “bilimin babası” gibi isimleriyle ün salmıştır. Gözlemsel gökbilimine katkılarının arasında Venüs’ün evrelerinin görsel olarak kanıtı, Jüpiter’in en büyük dört uydusunun keşfi (Galileo’nun Uyduları adı verilmiştir), güneş lekelerinin gözlem çözümlemesi bulunmaktadır. Galileo ayrıca uygulayım bilimi alanında da çalışmıştır. Kilise tarafından yargılanan Galileo’nun dalalet suçu işlediğinden şüphelenilmiştir. Galileo, hem yazdıklarından caydırılmaya zorlanmış hem de hayatının geri kalanını ev hapsinde geçirmeye mahkûm edilmiştir. Ev hapsindeyken en başarılı çalışmalarından olan “İki Yeni Bilim” kitabını yazmış ve bu kitapta kırk yıl öncesinde yaptığı hareket bilimi[kinematik] ve maddelerin kuvveti ile ilgili çalışmalarına yer vermiştir. Galileo’nun ölümünden 350 yıl sonra, 1992 yılında, Vatikan tarafından bir bildiri yayınlanmıştır. Bu bildiride kilise, Galileo’dan özür dilemiştir.
Hastalıkların günahlardan kaynaklandığını, fırtınaların şeytan işi olduğunu, aşıların Tanrı’yı kızdıracağını savunan kiliselerin, vukuat dizelgesi[liste] çok daha uzayıp gitmektedir. Kiliselerin ortaya koyduğu savlar zamanla batıl inançlara dönüşmüştür. Rönesans, bilimin ışığının batıl inançların üstesinden gelmesini sağlamıştır. Avrupa, özgür bir düşünce ortamı yaratma isteğiyle kiliselerin baskısından kurtulmaya çalışmıştır. Kiliseler, bilimin önüne geçememiş, sadece kaçınılmaz zaferi bir süre ertelemişlerdir.
İslam’ın Altın Çağı
VIII. ve XII. yüzyıllar arasında Müslüman bilim insanları, Yunan biliminin ve felsefesinin etkisindeydi. Bu sebepten ötürü, İslam dünyasında bilgi üretimi ve eğitim, kilise etkisindeki Hristiyan dünyasından farklı bir gelişim eğrisi izlemiştir. Mezopotamya[!] ve Mısır uygarlıklarının bıraktığı bilgi birikimi, çok zengin bir kültüre[!] sahip olan Ortadoğu, Yunan ve Bizans’tan gelen eğitimin yanında, İran ve Hint eğitim kültürleriyle de kaynaşmıştır. Bu zengin kültürlerin arasında Ortadoğu’da, çok güçlü bir bilim ortamı gelişmeye başlamıştır. Abbasiler döneminde (750-1258) o coğrafyadaki bilginlerin önü açılmıştır. Bağdat, dünyanın bilim merkezi olmuş; bilginler bu merkezde toplanmaya başlamıştır. Abbasi halifesi Me’mun tarafından, 830 yılında Bağdat’ta Beytü’l Hikme Kütüphanesi kurulmuştur. Burası Yunan, Latin, İran kültürü gibi farklı kültürlerin Arapça çevirilerini içeren dev bir kütüphane ve bilim yuvası olmuştur. M.Ö. 300’lü yıllarda var olan İskenderiye kütüphanesinin yerini alabilecek haldeydi.
Beytü’l Hikme, Moğolların istilasıyla, 1258’de Hülagû Han tarafından ateşe verilmiş, Bağdat sokaklarında binlerce kişi katledilmiş, bilim adamları Bağdat’ı terk etmiştir. Maalesef Beytü’l Hikme dışında başka bir bilim yuvası olmadığı için, o tarihten sonra İslam dünyası bilim insanı ve düşünür yetiştiren ortamdan büyük oranda yoksun kalmıştır. Bunun sonucunda, “İslam’ın Altın Çağı” diye adlandırılan bu aydınlanma dönemi, verimini kullanamadan kapanmıştır. Kuşkusuz, bu kayıp yalnız İslam kültürü için değil, dünya kültürü için de büyük bir kayıp olmuştur. İslam’ın Altın Çağı’nın yerini İslam’ın Orta Çağı almıştır.
Rönesans ve Sonrası
İslam dünyası kendi orta çağını yaşamaya başlarken, Hristiyan dünyası 14 yüzyılda, kilise baskısından kurtulmak ve düşünceleri özgür kılmak için Rönesans’a adım atmıştır. Avrupa kentlerinde evrenkentler kurulmaya başlanmıştır. Bu evrenkentlerin medreselerden büyük bir farkı vardır. Evrenkentleri kuran devlet değil, soylu sınıfıdır. Merkezî yönetim ile ilişkisi olmayan evrenkentler, kendi işleyişlerini serbestçe belirleyebilmektedir. Peki, her şey yolunda ilerledi mi? Bilimin engelleri sona mı erdi? Hayır, bilimin karşısına engel olarak bu sefer de bilim çıkmıştı. Düşününce ilginç gelen bu olguyu hemen çok bilindik isimlerle örneklendirelim.
Isaac Newton (1642-1726/27), aynı dönemin ünlü düşünürü Robert Hooke ile yoğun bir anlaşmazlık içindeydi. Aralarındaki çatışma belirtileri, 1672’de Newton’un Kraliyet[!] Cemiyeti’ne ilk makalesini göndermesiyle başladı. Newton, makalesinde ışığın parçacık olduğundan bahsediyordu ve bu da Hooke’un fikirlerine ters düşmüştü. Newton yaptığı çalışmalardan ötürü sıkça eleştiriye maruz kalıyordu. Bir dizi bilim insanı, Newton’un makalesine ve yöntem bilimine [metodoloji] saldırılar düzenledi ancak Hooke’un eleştirileri ve saldırıları en aşağılayıcı olanlardı. Hooke, “Newton benim eserlerimi çalıyor” savıyla, Newton’un bilime uzunca yıllar küsüp içine kapanmasına sebep oldu. Daha sonra bilime döndüğünde yeniden eleştiri yağmuruna tutulmuştu ve eski verimine kavuşamadı. Bu şekilde Hooke hayattan göçene kadar çatışmaya devam ettiler. Newton’un itibarı arttıkça Hooke’un itibarı düşmeye başladı. Bu çatışmayı kazanan Newton idi ama kuşkusuz, Hooke’un bilim dünyasına yaptığı katkıları göz ardı edilemeyecek kadar önemliydi. Böyle kıymetli iki bilim insanının, birbirlerinin işini zorlaştırmak yerine, birlikte çalışmalar yürüterek bilimi bir adım daha ileri taşımalarını görmek çok daha güzel olurdu.
Nikola Tesla (1856-1943), Sırp kökenli Amerikalı mucit, elektrik ve makine[!] mühendisi bir bilim insanıdır. Tesla’ya karşı Thomas Edison’un içinde öylesine büyük bir nefret oluşmuştur ki Edison,Tesla’nın ismini tarihten silebilmek adına çok çaba sarf etmiştir. Eğer ayrıntılara girip Tesla’nın yaşadığı zorluklardan ve ona yapılanlardan bahsetmeye kalkarsam bu yazının sonu gelmez. Tesla, çağının ötesinde, gelecekten gelen ve herkese ilham olabilecek bir bilim insanıydı adeta. Zorlu geçen hayatına onlarca icadı ve yeniliği sığdırmıştır. Çalınan bazı icatlarını önemsememiştir bile çünkü onun için önemli olan bilimin gelişmesidir. Benim tabirimle, “Edison ampulü[!] icat ettiği zaman, Tesla evinde televizyon[!] izliyordu.” ve konuyu Tesla’nın şu sözüyle noktalayalım: “Şimdiki zaman onlara ait olabilir, ama gelecek, ki ben hep bunun için çalıştım, bana ait.”
Kaynakça