Tarih öncesi dönemlerden 19. Yüzyılın sonlarına kadar devam eden Veba, nam-ı diğer “Kara Ölüm”; çok sayıda insanın ölümüne sebep olmuştur. Salgın; toplumları iktisadi, toplumsal, dinsel açıdan etkilemiş insanların hayat ölçümünü [standart] değiştirmiştir. Tüm dünyayı etkileyen veba; kıtaların nüfusunu düşürmüş hatta bazı toplumları tarih sayfasından silmiştir. Kara ölüm en büyük etkilerinden birini de din üzerinde göstermiştir. İnsanlar vebanın bir “ceza” olduğu konusunda hemfikir olmuşlar ve vebanın “Tanrısal bir öfke” olduğu düşüncesine kapılmışlardır. Veba hastalığının nedenlerinin uzun bir süre bilinememesi, hastalığın nedeniyle ilgili ortaya atılan tahminlerin ise genellikle dini sebeplere dayandırılması; insanları bu hastalığa tıbbi çözümler bulmak yerine, kilise[!] merkezli çözüm arayışına itmiştir. Veba karşısında rahiplerin, vaizlerin ve kardinallerin[!] çözüm bulamaması ve o dönemdeki hekimlerin hastalığın geçici olduğuna inanması sebebiyle salgın gittikçe yayılmıştır. Avrupa’da Buhran anında vebaya çözüm bulamayan din insanlarına ve kiliseye duyulan güven de epey azalmıştır.
Tanrı’nın Cezası
Avrupa’da vebanın ortaya çıkması ile Tanrı’nın insanlara ceza verdiği düşüncesi, kilise ve yetkili din insanları aracılığı ile halkın bilincine işlendi. Vebadan önce var olan büyük hastalıkların sebebi de Tanrı’nın cezası olarak algılandı. Zaten Tanrı tarih boyunca insanları cezalandırmak için felaketler yollamıştı(!) Vebayı yollarken ise çeşitli aracılar kullanıldığına inanıldı. Bazı insanlar o dönemde görülen kuyruklu yıldızları sebep gösterdi. Bazıları ise hastalığın sis bulutları ile dünyaya gönderildiğini söyledi. Bu nedenle Avrupa’da sis bulutunu koklamanın yasaklandığı bir dönem de kayda geçti. Vebanın su aracılığı ile insanlara geçtiğine de inanılıyordu. Bu nedenle suda yaşayan yengeç, kurbağa ve balık gibi hayvanların evlerde beslenmesi ve yenilmesi yasaklara dahil edildi. Tanrının deniz mahsullerinin bulunduğu evlere daha çabuk salgını yollayabileceği düşünüldü.
Veba hastalığının gökten gelen bir gazap olduğu düşüncesi o kadar yayıldı ki, hastalar kendilerini gizli günahkâr ilan ettiler. Tanrı’nın öfkesinden uzaklaşmak ve O’nunla tekrar uzlaşabilmek için yüzlerce insan birbirlerini kırbaçlayarak vücutlarından kan çıkardılar. Haç[!] ve üç telli kırbaçlar taşımaya başlayan insanlar kırbaçlanmayı ceza değil, bir kurtuluş olarak gördüler.
Vebanın nedeni konusunda farklı kuramlar ortaya koyan Avrupa halkı hastalığın ortaya çıkmasından Yahudileri de sorumlu tutmuştur. Yahudilerin şehir halkı için hayat kaynağı olan su kuyularına zehir kattığı öne sürülmüştür. Güney Fransa’da ortaya çıkan bu düşünce zamanla tüm Avrupa’ya yayılmıştır. Özellikle Almanya ve çevresinde su kuyuları kullanımı durmuş, göllere ve diğer tatlı su kaynaklarına yönelim olmuştur. Yahudilerin suçlanması birçok insanın sorgulanmadan öldürülmesine sebep olmuştur. Ortaya çıkan duruma yönetici sınıf ve din mensuplarının tepkisi ise bizim açımızdan şaşırtıcıdır; çünkü halkı sakinleştirip insanların ölmesini engellemek yerine insanlara, Yahudilerin Hristiyanları[!] ortadan kaldırmak için su kuyularına zehir karıştırdıkları söylenmiş ve halk kışkırtılmıştır. Yahudilere uygulanan cezalar genellikle onların yakılması veya onların canlı canlı toprağa gömülmesi şeklinde olmuştur. Yahudilerin yakılmadığı yerlerde ise, o yerleşim yerlerinin sakinleri öfkeden deliye dönmüş bir şekilde ellerinde kılıçlar ve ateşler ile Yahudileri ölüme zorlamışlardır. Bu korku o kadar yayılmıştır ki Yahudiler öfkeli kalabalıklara gerek kalmadan bir yere toplanarak kendilerini yakmışlardır.
Anadolu’da bir Taun… Anadolu toprakları garp ve şark arasında köprü görevi gördüğü için salgının Osmanlı’da da görülmemesi mümkün değildir. Geniş coğrafyaya yayılmış Osmanlı Devleti Asya ve Avrupa arasındaki deniz ticareti nedeniyle vebadan kaçamamıştır. Fakat Osmanlı Devleti yükseliş devrine kadar yazılı belgelerinde vebadan pek söz etmemiştir. Belgelerde ilgili konuya değinilmemesi bölgede veba görülmemesi mi, tanının konulmaması mı yoksa vebadan bahsedilmek istenmemesi midir? Bu sorunun da ayrıca bir araştırma konusu olduğunu iletmek gerekir.
Osmanlı Devleti’nde de salgın ile ilgili çeşitli hurafeler vardır. Daha çok Avrupa’daki gibi vebanın kuyruklu yıldız ile ilişkilendirilmesi söz konusudur. Ayrıca 1577’de İstanbul’da kuyruklu yıldız görünmesi ile İstanbul rasathanesi yıktırılmıştır. Ay ve güneş tutulmaları, depremler de yine halkın salgın hastalık için bir neden arayışına cevap niteliğindedir. Osmanlı hastalık karşısında ilk aşamada bir önlem almadığı için Avrupa’nın tepkisini çekmiştir. Osmanlı Devleti’nin yayılan hastalığa karşı aldığı önlemler arasında ise tecrithane uygulaması, temizliğe dikkat edilmesi, mezarlıkların şehir dışında yapılması gibi maddeler bulunmaktadır. Alınan önlemlere ve yapılan tüm çalışmalara rağmen veba zaman zaman Osmanlı Devleti’ni ziyaret etmiş, çok canlar alıp gitmiştir. Vebanın az görüldüğü dönemlerde de halk hastalığa çare bulma çalışmalarına devam etmiştir. Çare çalışmaları arasında hacamat isimli işlem oldukça yaygın kullanılmıştır. Veba nedeniyle vücutta oluşan yumrular kesik kesik kanatılarak vücuttaki pis kan dışarı atılmıştır. Hacamatın yanı sıra tencere dibi karası, gül suyu, çeşitli doğal merhemler ve sülükler de hastalık tedavisi için kullanılmışlardır. Panzac ve Lowry’a göre, Osmanlılar Allah’ın iradesine karşı gelme korkusuyla veba hastalığını önlemek ya da hafifletmek için tıbbi önlemlere sıcak bakmamışlardır. Osmanlı hekimleri vebanın bulaşıcı bir hastalık olduğunu söyleseler de ulema, hastalığın bulaşıcı olmadığını, Tanrının kötü kullarına hastalık gönderdiğine dair bir söylem yaymıştır. Ancak yayılan söylentiye karşın Osmanlı Devleti salgını önlemek için tıbbi tedbirler de almıştır. Önlemler birçok Avrupa devletine nazaran oldukça geç bir tarihte alınmış olduğu halde Osmanlı Devleti’nde tecrithane usulünün hayata geçirilmesi, vebanın etkisini yitirmesini sağlamıştır.
***
14. yüzyıldan 19. yüzyılın sonlarına kadar aralıklarla insan kıyımına neden olan veba salgınının bölgeden bölgeye, ülkeden ülkeye hastalığa yakalanan verileri ve ölüm verileri değişse de hastalığa yakalananların neredeyse tamamı hayatını kaybetmiştir. Özellikle Avrupa’da insanların hastalıktan kurtulma niyeti ile bir araya gelip ibadet etmeleri, hastalığın yayılma hızını tetiklemiştir. Çaresizlik insanları ilahi güce yaklaştırdığı için görülebilecek her türlü olağanüstü durum mucizevî olarak değerlendirilmiştir. Konu hastalık olunca da gökten gelen bir gök taşından, bir sis bulutuna veya cadıların ve büyücülerin lanetine kadar her olumsuz durum hastalığı taşıyan bir kaynak şeklinde görülmüştür.
(Derginin Altıncı Sayısını Okumak İçin Tıklayınız)